29 Nisan 2019 Pazartesi

ANNE OLMAK VEYA OLAMAMAK


             
           Biyolojik olarak  anne olamayan kadınlara selam ve sevgilerimle...

              Hz. Asiye... Firavun'un karısı... Allah'ın Kur'anda mümine kadınlara örnek gösterdiği kadın... Çocuk hasretiyle yanan bir yürek... Hz. Musa'nın ikinci annesi... Hz. Asiye'nin, Nil'de sandığın içindeki çocuğu görünce 'bu çocuğu evlat edinelim...'1 demesini, çocukları öldüren bir adam olan diktatör eşini ikna etme çabasını, Musa (as)'a annelik yapmasını ve belki de en önemlisi çocuğunun olmamasını hiç düşünmemiştim. Aslında belki de kendimin de çocuğunun olmayacağını hiç düşünmediğimden dolayı, bu durumlar dikkatimi çekmemişti. Damdan düşen 'bana bir damdan düşen bulun, o anlar benim halimi' dermiş ya ben de derdime derman olsun diye dertliler ararken, Kuran'ın sayfalarının arasında buldum Asiye'yi... Sonra yine Kuran’ın sayfalarında gezinirken, bu dertten muzdaribin bir tek Asiye olmadığını gördüm. Koca Peygamber Hz. İbrahim ve 'dertten başım alev aldı' diyen Hz. Zekeriyya'nın da benim gibi dertli olduğunu gördüm...   
              Bir de Hz. Peygamber'in sevgili eşi Hz. Ayşe... İnsan çocuk sahibi olunca mı anne olur? Eğer öyle olsaydı Hz. Ayşe'ye 'müminlerin annesi' denilmezdi. Ümmeti Muhammedin evlatlarına anne gibi sahip çıkan, onların gözlerinin acısı ciğerine işleyen kadın 'anne' değil midir? Suriye'de bir mağarada yaşayan çocuğa gazeteci 'ne yiyorsun?' diye sorduğunda 9 yaşlarındaki çocuk 'ot yiyorum abi' demişti. Açlıktan, acılardan, ümitsizlikten perişan haldeki o çocuğun gözlerindeki acı ve hüzün haftalarca gözümün önünden gitmedi. Ahh o çocuğa ulaşsam, gözünü yüzünü güldürebilsem dedim...
              Bazı insanlar bazı duyguların 'anne' olmadan anlaşılamayacağını iddia ediyor. Ne kadar sığ, dayanaksız ve aslında merhametsiz bir iddia. Bu genellemenin (anne olan anlar/ anne olmayan anlamaz gibi) o kadar çok istisnası var ki... Ve sanki bir fıkıh kuralı gibi, duyguları da kurallaştırıp genelleyenler...
             Görüyoruz, bazen de duyuyoruz ki bazı anneler evlatlarına karşı çok merhametsiz... Bazı anneler çocuklarını hiç tanımıyorlar... Bazı anneler çocuklarına hiç saygı duymuyorlar... Bazı anneler 'evladı sevmek; evlat kıymeti bilmek' ne demek bilmiyorlar... Geçenlerde orta- lise talebelerinin annelerine konuşurken onlara: 'Herkes anne-baba kıymetinden bahsediyor, ben size evlat kıymeti bilmekten bahsetmek istiyorum' dedim. Benim çocuğumun olmadığını bilen bazı arkadaşlar bu cümlelerimi duyunca duygulandılar; zannediyorum benim durumuma üzüldüler. Hiç kimse üzülmesin; ben de üzülmeyeyim. Asla! Allah'ın bana vermediği tek bir şeyi düşünüp de verdiği milyonlarca nimeti görmeyecek kadar nankör olmayacağım! 
              Merhamet bambaşka bir duygu ve herkese nasip olmuyor. Bazen çocuk doğurmuş, anneliği biyolojik olarak yaşayan bir kadında olmayan merhamet, anne olamamış bir kadında ziyadesiyle olabiliyor. Evet, anneler kendi çocuklarını çok seviyorlar, kimse bunun aksini söyleyemez; kastettiğim şey de bunun aksi değil. Ancak söz konusu başkalarının çocukları olduğunda o çocukları, ümmetin çocuklarını, kendi çocuğu olmayan anneler daha çok sahiplenir diye düşünüyorum. Hele yetim çocuklar... En çok onlara sarılmak istiyorum. Zaten anne olamayan bir kadının çekinmeden sarılacağı çocuklar, yetim ve öksüz çocuklardır. Annesi olan bir çocuğa sarılırken hep çekinmişimdir, yanlış anlaşılırım diye... Çocuğu olan-olmayan tüm kadınlar fıtraten 'anne' olarak yaratılmışlardır. Ben buna inanıyorum. İşte bu annelik fıtratı, anne olamayınca, bir evlada doyasıya sarılamayınca insana ızdırap yaşatıyor. İşte bu ızdırabın ilacı yetim çocuklarla ilgilenmek... Ancak bundan daha mühim bir ilaç var ki; derde tam derman! O da; bir nesil yetiştirmeyi meslek/ misyon edinmek. Anne kaygısıyla ve şefkatiyle bir nesil yetiştirmeye çalışmak! Anne özverisi ve çabasıyla gece gündüz ümmetin geleceğini düşünmek, koşturmak... Bütün talebelerini evladın gibi görüp üzerlerine titremek...            
             Bir de bugünlerde, anne olamamanın da bir nimet olduğu aklıma geliyor. Bazıları buna züğürt tesellisi diyebilir. İsteyen istediğini desin. Esasında Allah'ın vermemesi birçok konuda nimettir. Bazen para vermemesi, bazen de evlat vermemesi....
              Vermemesinin birçok hikmeti vardır elbette ama benim aklıma ilk gelenler şunlar:                     
              Çocuğu olmayan bir kişinin Allah'a hizmet etmeye zamanı ve imkanı daha fazla oluyor.
              Kişi daha cesur oluyor. 'Arkamda bir evlat kalacak' korkusu insanı durdurabiliyor.
              Kafa- kalp dava ile daha çok meşgul oluyor.
              Ve hayatı daha özgürce ve daha kendin olarak yaşayabiliyorsun...
 
             Son olarak çocuğu olmayan kadınlara diyorum ki evet zor bir imtihan ama o kadar da zor değil. Hayırsız bir evladın yaşatacağı zorluğun yanında, olmamasının zorluğunun lafı bile edilmez. Bir de Çocuğunun olmamasından dolayı hayata, hizmete, hatta Rabbine küsenler… Onları anlamıyorum ve onlara çok kızıyorum. Sen anne olmak için bu dünyaya gelmedin! Senin birinci vazifen Rabbinin rızasını elde etmek.   

NOT: Bu yazıyı 4-5 yıl önce yazmış ancak yayımlamamıştım, bugün ilk defa paylaşıyorum... 10 Yıl boyunca çocuğum olmadı. Bu yazıyı yazdıktan bir süre sonra anne olacağımı öğrendim ve oldum… Hamdolsun Rabbime. Vermediği zaman sabretmeye ve hamdetmeye çalıştım (elbette ne yaptığımı Rabbim bilir), verdiğinde de şükretmeye ve hamdetmeye çalışıyorum. Bazıları merak edebilir 'anne olduktan sonra yukarıdaki düşüncelerim değişti mi?' Hayır değişmedi.    

1-      Kasas 9       
           




9 Nisan 2019 Salı

Karalamalar- 1


       'Eğitimli insanlar toplumlara darbe yapmaz; mühür vurur'

       'Sessizlik zulmün anahtarıdır'

       'Üstad! Yokluğun her geçen gün içimize çörekleniyor; varlığın tesellimiz.'

       'Otursak çok şey yazacak klavyemiz de oturmaya vakit yok'

       'Ellerimizin yanması yüreğimizin yanmasından daha az acı verecektir'

     
        'Ne isim ne şöhret! Ne bilineyim ne tanınayım! Unutulayım gideyim... Ama unutulmayacak bir şeyler yapayım; bir eser bırakayım, bir iz kalsın benden bu dünyada, bir ameli salih, bir sadaka-i cariye... '

       'Bitmez bizim kavgamız; çabamız da bitmeyecek!'

       'Anın kıymetini bilmek, zamanı yakalamaktır'

       'Her şeyde aklımızdasınız... Ayetlerde, hadislerde, olaylar da...'

       'Bugün varsın yarın yok; bugün iyisin yarın kötü; bugün gençsin yarın yaşlı; bugün ayaktasın yarın yatakta; bugün yataktasın yarın toprakta.'

       'Umrumda değil... Dünya umrumda değil. Bir hayatım var cevher... Çok hızlı geçiyor; işte bitiyor.'

       'Bizim jenerasyon... 40 yaşlardaki kadınlar... Annelerimiz tesettürü bizden öğrendi ve bizden sonra örtündüler. Sonra çocuklarımız oldu. Korkarım onlar da tesettürü çocuklarından öğrenecek! Annemize öğrettiklerimizi çocuklarımıza öğretemedik...'

        'Amatör ruh denilebilir. Bedevi ruh da kabulüm. Hatta birileri buna saflık, olmadı ahmaklık, daha ağırı aptallık diyebilir. Diyen desin ne yazar! Bu ruh devrim yapar! Bu ruh medeniyet kurar!'

         Devrim yapan ruhlar: İnanmışlar, bedeviler, deliler, aşıklar, mustazaflar.

         'Halavet-i hizmet ve zevkî hizmet'

        'Görünmez olmayı istediğin halde görünür olmak; susmak istediğin halde konuşmak; yok olmak istediğin halde var olmak; bizimkisi zor zanaat...'

         'Mücadeleyi, evime yorgun gelmeyi, Rabbim'den başka hiç kimseden korkmadan yaşamayı, davamı, davamın çilesini, merhametli olmayı, mazlumların acısına ağlamayı, doğru neyse onu yapmayı ve onu söylemeyi seviyorum... Ben böyle olmayı ve böyle kalmayı Rabbimden niyaz ediyorum.'

         'Leyla olmak da boş Mecnun olmak da... Bazen bir cümleyle, bir hayal kırıklığıyla tarumar olur Leylalık. Belki bir kitabı dolduracak duyguların varken, bir cümle sana o kitabı yaktırır. Leyla olmak da boş Mecnun olmak da... İyisi mi ne Leyla ol ne Mecnun. Aşkın sahisi, temizi, vefalısı, asili, Allah aşkı. Ne güzeldir O'nun aşkı. O'nu sevmek ve O'nun da seni sevmesini istemek. Ne güzeldir gözünü gönlünü O'na(rızasına) dikip sevgisini gözlemek, ümit etmek. Ne güzeldir O'nun da seni sevmesinin mümkün olduğunu bilmek. Ne güzel... Allah insanı sever mi? Mümkün mü? Sevmez mi! Sevmeseydi koca bir kitapta insanı anlatır mıydı? Sevmeseydi insana insanı anlatan, Rabbini anlatan ve sevmeyi öğreten peygamberler gönderir miydi? Sevmeseydi bu kadar ilgilenir miydi insanla?' 

           'En çok da çocuklara dayanamıyorum. Bir çocuğun açlıktan ölmesinin hesabını biz toklar nasıl vereceğiz? Bir çocuğun üşümesinin, titremesinin, donmasının hesabını...


           'Hala normal olma derdindeyim... Eskiden çok da dua ederdim 'hayatımda her şey normal olsun' diye...Kim böyle dua eder ki? Anormalliklerle imtihan edilecek biri bu duayı edermiş.  Bu normal olma merakı benim imtihanım oldu. Ben normal olmayı istedikçe Rabbim beni anormal eyliyor. Artık anlamalıyım! Rabbim benim anormal olmamı istiyor. Neye- kime göre normal veya neye- kime göre anormal? Bu sorular işin başka bir muamması...'

            'Kafamı yastığa koyduğumda günahlarımla, sevaplarımla kendim olarak uyumak istiyorum... Başkalarının istediği hayatı değil, Rabbimin istediği ve kendimin de gönüllü olduğu hayatı yaşamak...Telkin ve taltiflere aldırış etmeden, içimden gele gele yaşamak... Hani Üstad der ya: ne taltif ne tokat! Kimseden zerre menfaat beklemeden ve dürüstçe. İhlas da bu değil mi?'

            ' Ah bu kadınlar... Ne kadar özverili varlıklar. Çoğu kendi hayatını yaşamıyor. Hayatları eş ve çocuklarının etrafında dönmekle geçiyor. Onlarca şehre gidiyorum ve onlarla sohbetler yapıyorum. Her şehirde her sohbetten sonra musafahalaşırken kulağıma eğilip: 'Hocam ne olur eşim için dua edin... Ne olur çocuğum için dua edin...' diyen kadınlarla karşılaşıyorum; tanışıyorum. Hani mukayese belki doğru değil ama, erkeklerin bunu pek de yaptığını zannetmiyorum. Şimdi birileri, onlar da:' Hocam ne olur iş bulmam için dua edin, çoluğuma çocuğuma rızık götüreyim' diyorlar diyebilir. Doğrudur... İnsanın kendinden çok sevdiklerini düşünmesi fıtrîdir ve güzeldir. Tabi tüm bunların ötesinde yaşayanlar da vardır elbette. O konu başka...'

            'Hiç estetik değilsiniz..' Bu cümleyi en az 20 yıl önce bir doçentten duymuştum. Zaman zaman aklıma gelir, gülerim. Ardından da, sonradan aklıma üşüşen ama o esnada veremediğim cevapları sıralarım.
-Olmam mı gerekiyor.
-Zaten tesettür estetiği setretmek için değil mi
-Estetik ne demek? Uyum mu? Kadının fıtratıyla tesettür o kadar uyumlu ki; dolayısıyla tesettür bizatihi estetiktir
-Estetik zerafet mi? Tesettürlü kadın zarif değil midir? Göreceli...
-Estetik güzellik mi? İman nazarıyla bakıldığında, tesettürüyle, Güzeli yani Yaradanı hatırlatan kadın en güzel kadındır'

- Bir de böyle bir laf bir bayana sarfediliyorsa, bunu söyleyen kişinin kendisi estetikten daha mühim bir erdem olan nezaketten yoksun birisidir.

            'Bazıları yazar; bazıları yaşar. Aslolan yaşamaktır... Yazdığını yaşamak marifet; yaşadığını yazmak maharettir.'

            'İslam cemaat dinidir... Cemaat olmak ne güzel. Safın belli, yerin belli, çizgin belli, metodun belli, hedefin belli.. Bu kadar belirginlikle kafan- kalbin net ve mutmain. Ne kadar kıymetlidir o netlik ve itmi'nan. Ana çizgin net olduğunda işin oldukça kolay. O ana caddede ama sen olarak, özgün ve özgür bir şekilde yürümek. Bir taraftan bir orkestranın enstrümanısın, bir bütünün cüz'üsün, bir eserin parçasısın, bir taraftan da sen bir esersin. Öyle olmak... Çokluğun içinde tekliği, bağlılığın içinde özgürlüğü, aynılığın içinde özgünlüğü yaşamak. Böyle olmayan üretemez, üretemeyen ne diri kalır ne diriltir.
Uyumlu olmak güçlü yapar; farklı olmak diri tutar. Hem güce hem de diri kalmaya ihtiyacımız var. Yerine göre...

           'Cemaatsiz olmayı marifet zannedenler. Bir lidere ittibayı zayıflık görenler. Başı boş bir şekilde zihnen, fikren, kalben ve bedenen savrulma ihtimalini önemsemeyenler... Bazı yanlış örnekleri öne sürerek yadsınamaz doğruyu reddedenler... Hangi ciddi başarı ekipsiz olur? Hangi başarılı ekip lidersiz olur? Cemaat de bir başarı elde etmek için bir araya gelmiş sivil bir topluluktur; ekiptir. Cemaate ideali, düzeni, ciddiyeti, disiplini, başarıyı yakıştırmayanlar; dini vicdanlara hapseden vicdansızlar gibidir.

             Hani bazen dayanamazsınız kerahette uyursunuz ve kalktığınızda nerede olduğunuzu, gece mi gündüz mü olduğunu, hatta bazen hangi yaşta/hangi yılda  olduğunuzu bile ilk saniyelerde hatırlayamazsınız ya. Bazen öyle oluyorum. Hayatın bazı gerçekleri, kerahette yatıp uyanmak gibi sersemletiyor insanı. 'Şimdi tüm bunlar oldu mu' diyorsunuz. Sonra hızlıca her şey/ tüm başa gelenler geçiyor zihninizden ve ilk şoku atlatıyorsunuz... Bazen rüyalar daha gerçek, uyanınca hatırladığın gerçekler ise rüya gibi geliyor veya öyle temenni ediyorsunuz

             Ey başkalarının hatalarını, hastalıklarını ve eksiklerini görmede çok mahir olan hipermetrop, belki de hastalığın a'zamı sendedir.Sakın kibir hastalığına yakalanmış olmayasın'

             İnsan dünyaya mutlu olmak için gelmemiş belli... Ancak mutluluk arayışı -zannediyorum tek mutluluk diyarı olan Cenneti arzu edelim diye- fıtratımıza yerleştirilmiş. Hayatın geçiciliği insanı mutluluk arayışından soğutur, uzaklaştırır, mutsuzluk imtihanını katlanılabilir hale getirir. Yoksa mutsuzluğa katlanmak hiç kolay değildir. Ölümü unuttuğunuzda arayışınız devam eder. Ölümü hatırladığınızda tekrar vazgeçersiniz... Mutluluğu bulan var mı? Huzur sokağında Bilal'in doktor arkadaşı derki: 'Mutluluk piyango gibi bir şey. Çıkmışsa kıymetini bil...' Oysa piyangodan hangi ikramiye çıkarsa çıksın, gün gelir nihayet bulur. Geçmeyen/bitmeyen bir ikramiye var ki o da hakta ve o yolda mutluluğu bulma. Gerçek mutluluk, geçmeyen mutluluk, ölsen devam edecek mutluluk...

        MAZLUMUN ACISIYLA CANI YANANLAR     
        Evimizdeyiz... Kışın sıcacık, yazın serin evimizde... Çocuğumuz yanımızda oynuyor... Akşam ne yiyeceğim kaygımız yok. Sokağa çıkınca bir kediye bakıp gülümseyebiliyoruz veya miskin bir köpekle konuşabiliyoruz... Zamanın işlediğinin, mevsimlerin değiştiğinin farkındayız, ağacı, çiçeği uzun uzun tefekkür edebiliyoruz.... Çok ciddi bir hastalığın pençesinde kıvranıpta, canımızın derdine düşmüş değiliz. Gökyüzüne bakıp derin bir nefes alınca moral bulabiliyoruz... Kendimizce bazı dertlerimiz, sıkıntılarımız olsa da 'geçer' diyoruz veya 'geçmese de sabredeceğim' diyebiliyoruz... Aslında oldukça rahatız...
        Rahatız... Ama bu rahatın içinde rahatsızız Ya Rabbi. Dünyanın aç çocukları doymadıkça biz rahat etmeyeceğiz Ya Rabbi... Onlarn yüzü gülmedikçe yüzümüz gerçekten gülmeyecek Ya Rabbi... Cezaevindeki mazlum kadınlar, erkekler, gençler... İşinden günden olan kocaman adamlar... Mazlumların yüzü gülmedikçe yüzümüz gülmeyecek YaRabbi...
        Allah bazı yürekleri hassas yaratmış. Benim yüreğim onlardan zannediyorum. Bundan memnunum, bunun bir nimet olduğuna inanıyorum. Ama bazen acılar bu hassas yüreklilere öyle ağır geliyor, sanki dağ gibi... Belki de ağır acıları, zulümleri bizzat yaşayan mazlumlar bizim kadar acı çekmiyor. Bilmiyorum... Rabbim'in, acıyı bizzat yaşayanın acısını hafiflettiğini, onlara bilmediğimiz yönden kolaylıklar yaşattığını zannediyorum.
        Mazlumların acısıyla ilgili beni en çok rahatlatan düşünce: 'mazlumların Rabbi Allah ve onlar O'nun kulu ve onları O benden daha çok seviyor' duygusu... Bir de Rabbim iman ehlini hep ahirete yönlendiriyor. Kimbilir sabrın, cehdin karşılığını nasıl verecek ki, böyle davranmamızı istiyor. Efendimiz(sav) anlatır ya, şehit yani canını veren bile tekrar dünyaya gelmek ve defalarca canını vermek ister. Şu dünyanın en büyük acılarından birisi olan can vermeyi tekrar istemek, ahirette alınacak muazzam karşılık neticesindedir. O zaman mazlum mümin için ne gam; ne keder! İşte bu durumlar yüreğimizin acısını hafifletiyor...

      Bu Kadar Bencil Olma!
      Bizim cenahın bazı grupları, zerre kadar ümmet ve kardeşlik şuuruna sahip değil. Varsa yoksa kendi dertleri.Eskiden de öyleydiler. 'Tek hak biziz' diyorlardı. Şimdi de adeta 'tek mazlum biziz' diyorlar. Suriye'de veya bir başka İslam coğrafyasında yaşanan bir zulmü paylaşsak veya lanetlesek hemen altına 'önce kendi ülkenizi görün' mesajlarını atıyorlar. Evet ben de biliyorum önce kendi ülkemizin mazlumlarına sahip çıkmalıyız. Zaten de sesimiz ve gücümüz ancak kendi ülkemize ulaşır... Zaten de en çok ülkemizin dertlerine dönük yazıyoruz, çiziyoruz... Ancak bir başka coğrafyadaki mazlum kardeşime bir duayla da olsa destek veremez miyim; ona zulmeden zalimi lanetleyemez miyim. Böyle olmazsam onlarla kardeş olduğumu ve bir vücudun azaları gibi olduğumuzu nasıl hissederim? Kimse kusura bakmasın bu ahlak, hem gayrı İslami hem de gayrı insani bir ahlaktır.
      En son Mursi ile ilgili paylaşımları eleştirmeye başladılar. Onlara şunu söylüyorum:
      Mursi'ye sahip çıkanı eleştirme; sana sahip çıkmayanı eleştir! Sen de, Mursiye' de tüm mazlumlara da sahip çık! Bu kadar bencil olma! Belki de şifân burada! 'Müminin mü'mine duası şifadır'

             'Bazı insanlar kendilerine verilen değerin ve bu değerin neden verildiğinin farkında değil. Bu ahlak, kadir- kıymet bilmezliği getirir ve böylece değeri düşürür. Bazı insanların bizzat kendileri değerlidir. Ancak insanın değeri muhafaza etmesi ve de arttırması kendisine değer veren insanlarla mümkündür. Nice yetenekli insanların kıymeti bilinmemiştir ve silinip gitmişlerdir. Yetenek bir nimettir; yeteneğin kıymetinin bilindiği ortamı bulmak da bir nimettir. Değerli olmak nimettir; değerini bilen insanların arasında olmak da nimettir.'

            'Oğlum, kalemle boyadığı duvarı gösterip - Anne bu leke neden geçmiyor? Neden geçmiyor bu leke anne? diye defalarca sordu. - Oğlum geçmeyen lekeler vardır. O boya geçmeyen türden. Geçmeyen boya ne ki! Hayatta geçmeyen yaralar bile var. Bir türlü geçmeyen ve geçmeyecek olan yaralar... Sadece izi değil acısı da geçmeyen, insanla mezara kadar gidecek yaralar; imtihanlar... Varsın geçmesin onlar. Belki de Yaradan'ın bizden geçmediğinin emaresidirler. Kimbilir belki de öyledirler... Öyleyse güzeldirler; geçmesinler...'


           Yine lila rengi çiçekler açmış yol kenarındaki ağaçlar... Bir yıl dört mevsim geçmiş, yine gelmiş ilkbahar... Tayin edilmiş bir zaman geçecek, kim bilir kaç yıl veya kaç mevsim... Veya zaman  geçmeyecek, yine açacak lila renkli çiçekli ağaçlar; ama ben göremeyeceğim... Bir zaman daha geçecek, yine bahar gelecek, ağaçlar çiçek açacak ama sen göremeyeceksin.  Lila renkli çiçekli ağaçlar ne ki dünya duracak, mevsim dönmeyecek, zaman geçmeyecek; anladın mı! Dünya duracak benim için, senin için... İnsanın kendi ölümü dünyanın durmasıdır. Her gün kaç kişi ölüyorsa, dünya o kadar duruyor. Alem olan insanın ölümü alemin durması oluyor; defalarca kıyametin kopması oluyor... Oysa kimsenin saçları ağarmıyor. Kimse lezzetlerden kesilmiyor. Kimse deli- divane gibi Allah için koşuşturmuyor. Kimse öleceğini ve kıyametin kendi başına da kopacağını düşünmüyor.


          Yıllardır bu şehirdeyim. Buraların havasını, suyunu, güneşini, toprağını, insanını iyi bilirim. Aktif bir hayatınız olursa, bulunduğunuz şehirle arkadaş olursunuz. Sokakları, yolları, akıp giden nehri size yoldaş olur; sırdaş olur... Kimi zaman mutluluğunuza,kimi zaman hüznünüze, öfkenize şahit olur. Bazen çıkmazlara girersiniz ve acısını şehirden çıkarmak istersiniz.  Hani filmlerde olur ya, deli yürek bir adam şehrin en yüksek yerine çıkar ve avazı çıktığı kadar bağırır ve sonra sakinleşir ve kavga ettiği her ne ise onu yeneceğine şehri şahit kılarak söz verir. Şehir şahidiniz olur... Şehir samimiyet ister. Samimi bulduğunu da bağrına basar... Ot gibi yaşadığınız şehri unutursunuz ama mücadele verdiğiniz şehri asla unutmazsınız ve farkında olmadan o şehre bağlanırsınız. Bu bağlılığı ise ayrılırken anlarsınız...

        Manalı hayatta manasız işlerle meşgul olmak... Doğru hayatın yanlış adamı olmak...

        Bütün çiçekler, özellikle papatyalar, kediler, kuşlar, balıklar bana oğlum Muhammedi hatırlatıyor...

        Rabbim bazı kullarının duygularını daha güçlü yaratmış. Duygusal zeka dedikleri şey bu olsa gerek. Sevme istidadı... Sevme yeteneği... İnsan yeteneklerinden mesuldür. O yeteneği nereye sevkediyor ve o yeteneği ne kadar seferber ediyor?


Rabbim,
Ben Senin için ne yaptım? Neyi yaktım neyi yıktım? Öyle ya! Yakmadan yıkmadan aşk olur mu?Olmadığını en iyi bilen Sensin...Yakmayanın yanmayacağını. Yıkmayanın yapmayacağını. En iyi bilen Sensin... Yunus demiş ya: Hamdım, piştim, yandım. İşte o yanmanın öncesi yakmak. Gemileri yakmak... Kim daha yanık? Yunus mu, Tarık mı? Bilmiyorum ama kim yakmışsa o yanmıştır. Yakan, yani vazgeçebilen yanar. Gemiden, denizden, geçmişten, gelecekten, hayalden, kendinden vazgeçebilen... Yakmayanın yanması bilmem yanma mıdır?


        'Adaletsizlik güveni bitirir; zulüm huzuru yok eder.'


'Bir kitap okudum kitaplara bakışım değişti'
'Okumak anlamak istemektir. Anlamak istemek bir arayıştır. Neyi arıyorsan onu oku'
'Hakikati bulmak ve kendini bilmek istiyorsan neyde yok olacağını iyi bileceksin. Kur'anda (ve dahi Onu anlatan ilimlerde) yok olmak bulmayı sağlar.'
'Benim bulduğumu hala arayanın kitabını okuyamıyorum; elimde değil'










6 Nisan 2019 Cumartesi

KİM KAZANDI; KİM KAYBETTİ? NE OLUYORUZ; NEREYE SAVRULUYORUZ?




Siyasiler arka arkaya açıklamalar yapıyor. Biz kazandık; yok biz kazandık; bazı yerleri kaybetsek te esas da kazandık vs. vs. Sadece bu seçim anlamında değil, Türkiye’de genel olarak siyaseten gelinen şu noktada ‘kim kazandı, kim kaybetti’ sorusunu sorarsak, bu soruya bizim cevabımız: ‘Kazanan henüz belli değil; ancak kaybetmeye başlayanlar belli’ şeklinde olacaktır. Çünkü henüz bitmediği aşikar olan bir mücadelenin sonucu ilan edilmez.
Şimdiden Türkiye siyasal tarihinde unutulmayacak seçimler arasına giren bu seçimin sosyolojik açıdan bir değerlendirme yapılmayı hakettiğini düşünüyoruz. Değerlendirmemizi sadece oy oranları üzerinden değil, ideolojiler, ilkeler ve halka verilmek istenen mesajlar üzerinden yaptığımızda, ortaya enteresan bir fotoğraf çıktığı görülecektir.
Bu seçim, direkt veya dolaylı olarak, din üzerinden mesajların yoğun olarak verilmeye çalışıldığı bir seçim oldu. Kimileri ‘biz de dindarız’ diyerek, kimileri ise ‘o kadar da dindar değiliz’ diyerek prim yapmaya çalıştı. Alınan sonuçlara bakıldığında ‘biz de dindarız’ diyenlerin halkın nazarında karşılık bulduğu tartışmasız bir şekilde görülecektir. Bu durum da gösteriyor ki din, dindarlık ve dindar kitle, bu mücadelenin sonucunda başat rol oynayacaktır.
Bu seçim, ılımlı İslamcıların tribünlere dönük İslami söylemleri oldukça azalttığı;* laik olduklarını daha görünür şekilde vurgulama gereği duydukları bir seçim oldu. Ancak bu laik söylemleri, kendi tabanlarını oluşturan halk kitlesinin de duyduğunu (halkı sağır, düşünmeyen ve kendilerini her türlü desteleyecek kitle olarak gördüklerinden) düşünmediler veya bir yerlere mesaj vermenin derdiyle halkın duymasını umursamadılar. Bunun en tipik örneği seçimden birkaç gün önce İzmir adayı Zeybekçi’nin ’21. Yüzyılda içkili mekânları tartışmak, gericiliktir; yobazlıktır’ sözleri ve AKP’nin buna tepki göstermeyerek bir nev’i onaylaması oldu.
Bu seçim, katı laik söylemleri bırakan ve Kemalizm vurgusunu da göze sokar gibi yapmayan, propaganda çalışmalarında ılımlı İslami söylemleri ve de eylemleri ile halkı şaşırtan CHP’nin yıldızının parla(tıl)dığı bir seçim oldu. İstanbul adayı İmamoğlu’nun ortaya koyduğu profil, Kur’an okumalar, Eyüp Sultana gizlice(!) gitmeler gibi, bunlar ideolojik CHP’de alışkın olmadığımız türden bir profildi. Anladığımız kadarıyla birileri CHP'ye, eski mantıkla gidildiğinde sittin sene bu halkın kahir ekseriyetinin oy vermeyeceğini, bu şekilde iktidara gelinemeyeceğini iyice anlatmış olsa gerek.
Her iki tarafı değerlendirdiğimiz bu genel analizden sonra özellikle kaybetmeye başlayan tarafın, bu kayıp sürecine girişinin nedenlerine bakmak gerekiyor.
Aslında siyasal iktidar farkına varmasa da gerileme ve kaybetmeye başlama, cemaatlere baskıların başladığı 5 yıl öncesine dayanıyor. Neyin pazarlığı neticesinde başlatıldığı tam olarak bilinmese de, birileri AKP nin kendi eliyle kendi kitlesini kaybetmesini sağlamaya çalıştı. Bugün gelinen noktada bu konuda oldukça başarılı oldukları görülmektedir. İslami faaliyet yapan yüzlerce dernek kapatıldı. İyi niyetle eleştiriler yapan hocalar, aydınlar tutuklandı, yüz binlerce insana sudan sebeplerden soruşturmalar açıldı. Baskılar öyle noktalara getirildi ki dindar öğrencilerin bir araya gelerek açtıkları öğrenci evlerine mühürler vuruldu, ev sohbetleri basıldı, Kur’an öğretiyor gerekçesiyle insanlar tutuklandı... İslami kesime yapılan baskı ve bitirme amaçlı müdahaleleri burada saymakla bitirebileceğimi sanmıyorum. İşte tüm bu halk tabanını kaybetme endişesinden uzak, pervasızca yapılan baskı, engelleme ve zulümlerin, partinin kaybetmeye başlamasındaki etkisi bir gerçektir. 
      Aslında onları rahat davranmaya götüren ve ‘her türlü kazanırız’ düşüncesine sevk eden temel argüman şu idi: ‘Bu halk asla solcu CHP’ye oy vermez.’ Halkta var olan CHP fobisi ve yılların klişe korkutması ‘biz gelmezsek CHP gelir’, her türlü işe yarar zannedildi. Oysa gelinen şu noktada, yapılan anormal baskılar, tehditler, tutuklamalar, yeni bir fobinin oluşmasını sağladı ki bu fobinin adı: ‘AKP fobisi’ dir. Diktatöryal söylemler ve de eylemler halkın sevgisini korkuya dönüştürdü. Aslında sevgi ile korku arasında çok kısa yollu bir geçiş vardır. Zulümden korkan halkın ‘bu zulüm hepimizi yakacak’ düşüncesi onu muhalif yapabilir. 
Ancak halk kitlelerinin korku ve endişeden kaynaklı muhalif olma, uyanma özelliği yaygın ve de hızlı bir durum değildir; belki tam tersi, korkudan dolayı sinme- pısma- sindirilme özelliği daha yaygındır. Peki, (toplumsal değişimin yavaş seyredeceği realitesiyle düşünüldüğünde) kısa sayılabilecek bir süreçte insanlar neden desteğini çekmeye başladı? Ve neden bu korku, sinmeye değil de tepkiye dönüştü? Aslında Türkiye’de, kokteyl problemler diyebileceğimiz veya domino taşı etkisiyle oluşan silsileli problemler diyebileceğimiz bir durum oluştu. Zannediyorum ilk taşı deviren ve diğer durumları da görünür hale getiren tetikleyici etken- sebep ekonomik kriz oldu. Alparslan Kuytul Hocamızın, henüz böyle bir kriz yokken, çok vurgulu ve de açık bir üslupla dile getirdiği ‘bu halk cebine dokunulmadıkça uyanmayacak! Kuyrukları gören halk desteğini çekecektir! ’ sözleri, pratik anlamda yaşanmaya başlandı. Hani bir insana bir konuda kızdığınızda onun daha önceki hataları da aklınıza üşüşür ya. İşte olan durum buna benziyor. Yani ekonomik kriz, adalet krizini, siyasilerin israfla dolu lüks yaşantısını, ehliyet ve liyakat ölçütüyle değil de akrabalık ve yandaşlık ölçütüyle koltukların istila edilmesi durumunu, iktidarı uyaran- uyarmayan tüm İslami kesime dönük baskı ve alttan alta yok etme projelerini görünür hale getirmeye başladı. Onbinlerce insanın hapishanelere doldurulmasıyla yüzbinlerce insan etkilendi. Ancak bu etkilenme efsunlanan halkı ve dahi din sosuyla (dinin kendisiyle değil. Çünkü dinin kendisi afyon değil katalizördür) afyonlanan halkı ‘ne oluyoruz; nereye götürülüyoruz’ diyerek titretip kendine getirmedi. Ancak ekonomik kriz, tanzim kuyrukları, anormal fiyat artışları, milyonlarca insanı, hızlı sayılabilecek bir süre içerisinde etkiledi ve ilk taşın devrilmesini sağlayan etken- sebep, ekonomi oldu.
AKP ve İslamcılık
AKP özelinden yola çıkarak Türkiye’nin son 20 yılının İslamcılık açısından analizini yapan birçok aydın-yazar, aslında objektif ve reel analizler yapmıyorlar veya yapmak istemiyorlar. Parti- cemaat kavgasıyla beraber birçok aydın, İslamcılık üzerine yazılar yazmaya ve yayınlar yapmaya başladı. ‘İslamcılık büyüsünü kaybetti; İslamcılık bitti; İslamcılar kaybetti’ yorumları yapılmaya başlandı. İslamcılar ise bu yorumların altında ezilmeye, ümitsizleşmeye başladı; en iyileri savunmaya geçme çabasına girdi**. Oysa bu analiz her tarafı problemli bir analizdi. Söz konusu yapıları tanımlamalar ve onlara verilen sıfatlar yanlış olunca, analizler ve değerlendirmeler de yanlış yapıldı. Hiçbir zaman İslamcı olmayan bir parti ‘İslamcı’ olarak vasıflandırılınca, onun hataları İslama mal edildi; onun yıldızının sönmesi İslamcılığın yıldızının sönmesi olarak değerlendirildi; onun yenilgisi İslamcılığın ve İslamcıların yenilgisi olarak gösterilmeye çalışıldı. Tüm bu analizlerde, şayet İslamcılığa ve İslamcılara dair, kavram yollu yönlendirme veya kerih gösterme çabası yoksa, ya AKP tam olarak tanınamadı ya da İslamcılık tam olarak anlaşılmamıştı.
Peki İslamcılık nedir? Hatırlayalım. İslamcılık İslam’a ve İslam’ın tüm ideallerine sahip çıkan, bu idealleri Kur’an- sünnet çizgisinden sapmayarak hâkim kılmaya çalışan Müslümanlara verilen sıfattır. Şimdi bu tanımlama ışığında değerlendirdiğimizde AKP İslamcı mıdır? Veya soruyu tersten soracak olursak: Laikliği tavsiye edenler, cemaatleri bitirme operasyonları yapanlar İslamcı olabilir mi? ‘İslam’ı 14-15 asır önceki hükümleriyle uygulayamazsınız’ diyenler İslamcı olabilir mi? Kendi dönemlerinde açtıkları içki fabrikalarının sayısıyla övünenler; İzmir’in şarabını dünya markası yapacağız diyenler ve onlara seslerini çıkarmayanlar İslamcı olabilir mi? Avrupa Birliğine girmek için zinayı suç olmaktan çıkaranlar İslamcı olabilir mi? Amerika’nın Irak’ı İncirlik’ten kalkan uçaklarla bombalamasına izin verenler İslamcı olabilir mi? Ve aleni, vurgulu ve defaatle İslamcı olmadığını vurgulayan bir parti İslamcı olabilir mi? Daha çoğaltabileceğimiz İslam ve onun ideallerine uymayan yüzlerce söylem ve eylemden yola çıkarak bir değerlendirme yapıldığında AKP’nin İslamcı olmadığı aşikâre görülecektir. Peki, AKP’ yi nasıl tanımlayabiliriz? AKP, özellikle kurulduğu ilk yıllarda İslami figürleri, motifleri iyi kullanan, halkın dini hassasiyetlerini dikkate alan, başörtüsü gibi görünür bazı dini unsurları önemsediğini vurgulayan, aslında dini siyasete araç kılan bir anlayışa sahiptir.
Dolayısıyla İslamcı olmayan bir partinin yaptığı yanlışlar İslam’a ve gerçek İslamcılara mal edilemez. Genelde tüm Ortadoğu’da özelde de Türkiye’de son 100 yıldır İSLAM HÂKİM DEĞİLDİR! Kimse yalan söylemesin! Kimse İslami kesimi aptal yerine koymaya kalkışmasın! Türkiye’de 100 yıldır hâkim olan ideoloji, SEKÜLER-MİLLİYETÇİ ideolojidir. İşte bu seküler sistem, son 20 yıldır da***  ılımlı İslam sosuyla halkın desteğini kazanmaktadır. Esasında bu şekilde, bir taşla 2 kuş vurmuşlardır. Sistemi İslam soslu parti yoluyla destekletme, İslam soslu partinin yanlışlarını da İslamın/İslamcılığın yanlışları olduğuna inandırma. Bu durumda 2 sonuç ortaya çıktı: 1- Laik sistem İslami kesime benimsetildi 2- İslam’ın gelmesinin hiçbir şeyi düzeltemeyeceğine ve İslamın bu çağda uygulanamaz olduğuna inandırma.
Birileri, AKP’nin yıpranması belli bir kıvama getirildikten sonra, şimdi halkın karşısına 2 seçenek dayatıyor. Birisi, ekonomik kriz yaşatan, yargıyı siyasetin sopasına dönüştüren, dini söylemleri samimiyetsiz bulunan ve envai çeşit siyasal konuda hatalar yapmış, yıpranmış bir sağcı parti, diğeri ise, yeni yüzlerle, yine İslam soslu söylemlerle, dürüstlüğü, şeffaflığı, kalkınmayı, adaleti vadeden bir solcu parti... Peki bu maya yani solculuk mayası bu halkta tutar mı? Yani halk sola destek verir mi, solcu olur mu? ‘Olmaz olmaz deme; olur olur’ sözü zannediyorum olabilirliği yeterince anlatıyor.  Yani solculuğa İslam sosu dökerseniz, bal gibi olur. Sosla kandırılan halk, sos biter ve sosyalizm zokasını da yutar; tıpkı yıllardır sağcılık zokasını yuttuğu gibi... Yakında ‘antikapitalist müslüman’ vs. gibi tabirleri daha sık duyacağımızı tahmin ediyorum.
 Hasılı kelam diyoruz ki: Savrulmayalım! Bir sağa bir sola savrulmayalım! Biz hiçbiri değiliz; biz ne sağcı ne solcuyuz; biz İslamcıyız! Her savrulmamız 25 yılımızı götürüyor; savrulmayalım! Denize düşmüş olsak bile yılana sarılmayalım! Bizi kurtaracak olan biziz, bizim değerlerimiz; bizim yöntemimiz. İslam’ın orijinal yöntemine, peygamberimizin gittiği yola uyalım; gayrı İslami yollardan ve İslam motifli kahramanlardan medet umarak savrulmayalım! Güç, enerji, ümit, zaman, nesil kayıpları gibi devasa kayıplar yaşamayalım!

*'Bize oy veren berat belgesini alır' gibi sözler İslami değil tam tersi samimiyetsiz bulunarak ters tepti.  

**Bu noktada Alparslan Kuytul Hocaefendi'nin savunmadan öte bir taarruza geçtiğini görüyoruz. 'İslamcılık bitti' iddialarıyla ilgili tartışmaları başladığında 'İslam bitmedikçe İslamcılık bitmez!' vurgusunu yaptığı konuşmasıyla tüm bu iddiaları yüksek perdeden reddetti. 
***Ilımlı İslamcı söylemlerde bulunan partiler daha önce de olmuştur ancak, proje hali son 20 yıldır.