17 Aralık 2015 Perşembe

Yalancı Baharın Hazin Sonu, Kurtlar Sofrasında Bir Ülke: SURİYE


Yalancı Baharın Hazin Sonu, Kurtlar Sofrasında Bir Ülke: SURİYE


Bundan 5 yıl önce Ortadoğu’da ayaklanmalar başladığında, birileri bu ayaklanmalara çok alengirli bir isim verdi: ‘Arap baharı.’

Koskoca Ortadoğu halklarını, adeta rüştüne ermemiş bir insanı kandırır gibi, bir söylemle sokağa döktüler. Ümmetin ferasetli önderleri hariç, âliminden- aydınına, avamından- havasına hemen her kesim bu ismi benimsedi ve Ortadoğu’da oluşan bu hareketliliğin gerçek bir bahara gebe olduğu intibaı her kesimde yaygınlaştırıldı. Hatta safın önde gidenlerinden bazıları hızlarını alamayıp, bu hareketlenmelerin bir İslam devrimine gebe olduğunu dahi iddia etti.

Bu hareketlerden İslam devriminin doğacağını iddia edenler, temel gerçekleri görmezden geldi. Yılanın yavrusu yılan, aslanın yavrusu aslan olur. Yılandan aslanın doğduğu vaki değildir. Söylemin ‘İslam Medeniyeti’ değil de demokrasi söylemi olduğu, plansız-teşkilatsız hareketlerden, İslami eğitimin verilmediği kitlelerden, bir bayrak altında toplanmayan ve kendiliğinden gelişen (spontane) ayaklanmalardan İslam devriminin doğması, hayal üstü hayaldir. Ancak Müslümanlar bu olmayacak hayali kurdular, hatta aksini iddia edenleri ümitsiz, meselelere negatif bakan, kendi insanının gücünü küçümseyen kimseler gibi görüp, onlarla tartışmaya dahi kalkıştılar. Sonuçta böyle bir devrim olmadığı gibi, hiçbir konuda hiçbir sonuç da alınamadı ve milyonlarca insan boş yere öldü, yaralandı, memleketini terk etti ve daha bir sürü ağır bedeller ödedi.

Yine düşünmeden hareket ettik. Yine düşmanın hem yaldızlı, hem planlı, hem de ters köşe bir oyununa geldik. Yine Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk. Devrim yapacağız derken evrim geçirdik; dönüştürüldük, ideallerimizi kaybettiğimiz gibi, hayallerimizi de hayatlarımızı da kaybettik. Ümmet-i Muhammed olarak, adeta nevrimiz döndü. Aslında ümmet olarak hâlâ düşmanımızı zerre kadar tanıyamadık ve milyonlarca defa aynı delikten ısırıldık, akıllanmadık. Nasihatler de şefkat tokatları da bir türlü kendimize gelmemizi sağlamadı. Artık musibetler devreye girmeye başladı. Hem nasıl musibetler, milyon milyon öldürüldük; öldürülmeye de devam ediyoruz.

Hz. Aişe validemiz kendisinden nasihat isteyenlere “Sizin oralarda hiç ölen yok mu” demiş ya. Bizim buralarda yani ümmetimizin içinde ölen o kadar çok ki, öyle yüz- bin değil milyonlar var. Bu milyonlarca ölüm, bu ümmete nasihat olur mu bilmiyorum. Ama şunu biliyorum; ölümün nasihate dönüşebilmesi, hayata ve ölüme Kur’an nazarıyla bakmakla mümkündür.Yaşadığımız bunca ölümlerin de ümmet için nasihate dönüşmesi, kafamıza göre değil Kur’an’a göre olayları değerlendirmemiz, Kur’an’a göre kendimizi yeniden kurmamız ve Kur’an’a göre yolumuzu-yöntemimizi belirlememizle mümkündür.

Bu hareketlenmeler başladığında Alparslan Kuytul Hocamız, bunun ‘gerçek devrimleri önlemeye yönelik sahte devrimler’ olduğunu söylemişti. Batılı toplumbilimciler Ortadoğu’daki hareketliliğin, uyanışın farkındaydı ve aslında kurgulanan bu süreç, kitlesel anlamda hedef saptırma girişimiydi. Bugün gelinen noktada bu girişimde oldukça başarılı olduklarını görüyoruz. Arap baharı sürecinde tek somut istek vardı: Diktatörler gitsin, yeter! DERHAL! ÇEK GİT!Sloganları atılıyordu. Bu ayaklanmaların düzenli, teşkilatlı, planlı, programlı, ilkeli, hedefli bir hareketlenme olmadığı sloganlardan belliydi. Gitmesi istenilen sistem (diktatörlük) ve kişiler belliydi ama yerine gelmesi istenilen sistem ve kişiler hiç hesaplanmadı. Hal böyle olunca birileri gitti, ama yeni gelenler gidenleri arattı veya kısa zamanda gider zannedilenler gitmedi…

Arap baharında dikkat çeken bir diğer yön ise, bu hareketlenmelerin toplumsal karşılığının zayıf kalmasıdır. Bu sözde bahar, her ne kadar bir yerlerde kurgulanmış olsa da, bir süre sonra sosyolojik bir hadiseye dönüştü. Ancak bu hareketler, sonuç almayı sağlayacak temel bir sosyolojik kanunun ihmal edildiği hareketler olarak da tarihteki yerini aldı. O kanun da şudur ki:Toplumsal tabanın olmadığı hiçbir hareket, başarıya ulaşamaz. Çünkü Allah’ın, İslam’ın hâkimiyeti için koyduğu sosyolojik-reel kurallar arasında ‘toplumsal taban’ şartı olmazsa olmaz şartlardandır. Rabbimiz Teâlâ buyurur ki: “Bir topluluk kendini değiştirmedikçe, Allah onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez.” İşte bir memleketin geniş halk kitleleri, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle, talebesiyle esnafıyla eğitim görüp bilinçli bir muazzam kitleye dönüştürülemezse, ortaya çıkan hareketler toplumda yeterince karşılık bulamayacak ve istenilen sonuç alınamayacaktır.

Arap Baharında Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de Neler Oldu?
Yalancı bahar, önce TUNUS’da sokak eylemleriyle başlatıldı… Sivil toplum kuruluşlarının internet vasıtası ile oluşturduğu haberleşme ağıyla binlerce insan sokağa döküldü. Bu insanların söylemlerinde İslam kesinlikle olmadı… Sokak eylemleriyle başlayan ve özgürlük, demokrasi, zenginlik söylemleri ile büyüyen ayaklanmalar sonucunda, Tunus’un başındaki Zeynel Abidin Bin Ali‘nin ülkeyi terk etmesiyle seçimlerin yapılması sağlandı. Seçimlerde İslamcı kimliğiyle bilinen Raşid Gannuşi’nin birileriyle ittifakı ile oluşan en-Nahda partisi 1. Parti olarak çıktı. Ancak Gannuşi hükümetinin tüm ılımlı yaklaşımına rağmen yaklaşık iki yıl sonra, bu defa da iktidar olan en-Nahda aleyhine eylemler yapılmaya başlandı. Ve hükümet görevi bırakmak zorunda kaldı. Tekrar seçim yapıldı ve bu defa laik parti 1. Parti oldu ve laik blok hükümeti kurdu. Seçimi kazanan laikleri kutlayan Gannuşi: “Tunus’un başına kim gelirse gelsin, önemli olan siyasi konsensusun oluşmasıdır” açıklamasını yaptı. Diktatör bin Ali’nin eski bakanları hükümette yeniden görev aldı. ABD yeni hükümeti tebrik etti. Yani aslında Tunus’ta, İslamcıların daha da ılımlı hale gelmesinden öte, hiçbir şey değişmedi.

Süreçte Mısır’da yaşanan durum ise çok daha dramatik oldu. Gösterilerin başlamasından 1 ay sonra diktatör Hüsnü Mübarek, 30 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kaldı. Aylar sonra seçime gidildi ve İhvan’ın desteklediği Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı seçildi, hükümeti kurdu. Ancak daha 1 yılını bile doldurmadan 8 ay sonra, Tunus’da olduğu gibi bu defa da seçilmiş hükümete karşı gösteriler başladı. Gerek gösteriler, gerekse de negatif propagandalar neticesinde, askeri müdahaleyle, %52 oyla gelen hükümete darbe yapıldı. Bu durumu Rabia Meydanı’nda protesto etmeye çalışan Mursi yanlılarına keskin nişancılar tarafından açılan ateş sonucunda 5 bin insan şehid edildi… Yüzlerce insan, Muhammed Mursi de dâhil olmak üzere zindanlara dolduruldu, idam kararları verildi. Şu anda Mısır’da ufak tefek gösterilerin dışında, aslında ciddi bir ümitsizlik hâkim. Halk her ne kadar son genel seçimlere katılmayarak, darbeci sistemi boykot etse de sonuç değişmemiştir.

Libya’da olanlar ise, çok daha karmaşık ve kaotik bir ortam oluşturmuştur. Ayaklanmalar sonucunda 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğü devrilmiştir. Ancak Arap baharının plansız oluşu, burada da kendini göstermiştir. Gidecek olan sistem ve kişi belirlenmiş, def edilmiş, ancak yerine kimin ve hangi sistemin geleceği hesaplanmamış veya bu konularda mutabakata varılmamıştı. İşte bu hesapsız kitapsızlık, Libya’yı bir iç savaşın içerisine sürüklemiştir. Bugün, İslamcı düşünceye sahip olanlar, ırkçılar ve ülkedeki mevcut 40 kabilenin arasındaki güç kavgaları, önü alınamaz noktaya geldi. Maalesef bu kadar kargaşanın yaşandığı Libya’da halk, zalim Kaddafi’yi bile arar duruma gelmiştir. Libya’da yakın gelecekte gidişatın düzeleceğine dair de, en ufak bir emare görülmemektedir.

Ve Suriye… Sahte baharın yaşandığı ülkelerden en hazin sonu, en büyük açmazı Suriye yaşadı, halen de yaşamaya devam ediyor. Suriye’nin şu anki durumunu özetleyecek en doğru cümle:

Kurtlar Sofrasında Bir Ülke: SURİYE
Suriye’de ayaklanmalar başladığında, birkaç ay hatta birkaç hafta ömür biçilen Esad iktidarı, halen -5 yılın ardından- ayakta kalmaya devam ediyor. Her ne kadar ülkenin % 40’ına hâkim olabilse de, Esad’a destek devam ediyor.
Dünyanın süper güçleri leş yiyen kargalar gibi, enkaza döndürdükleri Suriye’nin üzerine üşüşmüş durumdalar. Hepsi savaşa bir şekilde müdahil olmak istiyor.

Kimler Suriye’de?
Kimler yok ki? Irak’tan çekilmeyi planlayan ABD, DAEŞ’i bahane ederek hem Irak hem Suriye’ye bombalar yağdırmaya devam ediyor. Gerçekten DAEŞ’i mi vuruyor, muhalifleri mi vuruyor belli değil; ama Esad’ı vurmadığı kesin. Avrupa ülkelerinin en güçlüleri Suriye’de… Fransadaki DAEŞ saldırılarından önce de Suriyede olan Fransa, saldırılardan sonra, daha fazla askerle ve güçle yoğun bir şekilde Suriyeyi bombalıyor. Fransa hakikaten DAEŞ’i mi vuruyor, belli değil. Almanya orada… İtalya 3 büyük savaş gemisiyle Akdeniz’de… Ve Rusya… Ve Çin… Ve İran… Ve Irak… Ve Lübnan… Ve Suriye’de varlığı hiç hissedilmeyen ama orada var olan ve uzmanlara göre hem ABD hem de Rusya ile anlaşmış olan İsrail… Peki, Türkiye Suriye’nin neresinde? Türkiye Suriye’nin hiçbir yerinde değil. Önüne atılan Rus uçağı yemini yutup Rus uçağını düşüren Türkiye, Bayır-Bucak Türkmenlerine dahi yardım edemez duruma getirildi. Bu durum, Ortadoğu’nun abisi olma hayalini kuran Türkiye’ye bu denklemde yer verilmeyeceğini açıkça gösteriyor. ABD ve Avrupa’nın gözünde Türkiye, (bir siyasinin ifadesiyle), Suriyeliler için bir toplama kampından başka bir şey değil.

Aslında Suriye’de ABD-Avrupa ayrı bir blok, Rusya, İran, Irak, Lübnan ve dolaylı da olsa Çin ayrı bir blok zannedilebiliyor. Oysa özellikle son zamanda, bunların söylemlerinin birbirlerinden hiç de farklı olmadığı açıkça görülüyor. Aslında tüm bu blokların ortak bir düşmanda anlaştıkları ve düşman olarak DAEŞ’i belirlediklerini görüyoruz. Amerika, Irakta adeta yoktan var edip kurguladığı düşmanı tüm bu cephelerin birleşmesini sağlayıcı bir unsur olarak kullanıyor. Ortak düşman hepsini bir araya getiriyor ve dünyada yeni ve güçlü bir blok oluşuyor. Bu arada Suriye de olanlar oluyor. Tüm bu blok, bugünlerde Esadlı geçişi konuşuyor. Esad’ın gitmesi konusunda yüksek sesle konuşan tek ülke olan Türkiye bu konuda da yalnızlaştırılıyor. Hatta en son Cumhurbaşkanı da baktı ki olacak gibi değil, herkes Esad’ın arkasında, kerhen de olsa ’Esadlı geçiş olabilir’ dedi.

Tüm bu durumlardan anlaşıldığı kadarıyla, bu ülkelerin düşmanı Esad değil. Peki, bunların gerçek düşmanı DAEŞ mi? Eğer gerçek düşman DAEŞ olsaydı, böyle topyekûn bir gücün saldırısı karşısında DAEŞ’in esamesi okunmazdı. Oysa ortada bir türlü yenilemeyen, eli Avrupa’ya kadar uzanmış(!) bir örgüt var. Buradan anlıyoruz ki DAEŞ bir örgüt değil, bir projenin parçasıdır. Bu proje daha önceleri çok konuşulan, ama son 5 yıldır pek de üzerinde durulmayan BOP’tur. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin bu aşamasında, Ortadoğu’daki haritalar değiştirilecek ve yeni bir dizayn başlayacaktır. İşte dünyanın süper güçleri, bölgenin şekillenmesinde bizzat pay sahibi olmak için bölgeyi işgal etmiş durumdadırlar. Arap baharı başlamadan önce, Eski ABD Dışişleri bakanı Condoleezza Rice; “Ortadoğu’da haritaların değişeceğini, 22 ülkenin yeniden dizayn edileceğini” söylemişti. Ortadoğu’da haritaların değişeceğini söyleyenlerin gerçek düşmanları ORTADOĞU’dur. DAEŞ ise sadece, minareyi çalmak isteyenlerin kılıfıdır. Ortadoğu’nun önemi de, genç nüfusa sahip halkların uyanışa geçmiş olmasıdır. Yani aslında savaşın gerçek sebebi, stratejik öneme ve zengin petrol yataklarına sahip Ortadoğu’nun topraklarından ziyade, bölgeye hâkim olup İslami uyanışı engellemektir.

12 Kasım 2015 Perşembe

İSLAM HAKİM OLANA KADAR MUHALEFETTEYİZ…



İslam Hakim Olana Kadar Muhalefetteyiz…


Müslümanlar 18. Yüzyıldan bu yana, çok geniş çaplı ve büyük bir çöküş dönemine girdi. Kimi zaman savaşlarla, kimi zaman fitnelerle, kimi zaman da emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışanların hırsları uğruna milyonlarca insanımız katledildi… Farklı ülkelerde ve farklı zaman dilimlerinde envai çeşit yöntemlerle, uyanışımız engellendi ve cihaddan/mücadeleden kısacası ideallerimizden uzaklaştırılmaya çalışıldık. Birileri, gerçekten kazanmayalım diye yalancı zaferler dahi yaşattı. Çok kayıp verdik, çok acı çektik… Düşman planlı, gerçekçi ve çok çalışkan olunca, biz ise plansız, aceleci ve tembel olunca zararımızı katmerledik. Can kayıplarımız çok büyük acıların yaşanmasına sebep olduysa da, yine de yıkılmadık, ayaktayız diyebilirdik ancak, koca ümmeti ölüden beter bir duyarsızlık, hissizlik, tepkisizlik girdabına sokan ve toplumda hızla yayılan muhafazakârlık hastalığı, yenilgimizi tescilledi.

Tam da birileri ‘kazandık’ derken, hakikatte kaybettiğinin farkında olmak, ancak bu gerçeği anlatamamak hepsinden acı, gerçekten acı. Kazanmak… Düşünme yeteneğini ve İslam’ın verdiği muhalif ruhu bir nebze olsun kaybetmemiş, ideallerinden vazgeçmemiş ve aklı da efsunlanmamış insanın aklına bin tane soru geliyor… Neyi kazandık? Nasıl kazandık? Kim kazandı? Sorular peşimizi bırakmıyor… Kazanırken neyi kaybettik? Kazandığımıza değdi mi? Kazanmamız gereken bu muydu? Yoksa kaybetmiş olmayalım?

Diyorlar ki: Millet istikrar istiyor… Millet huzur… Millet refah istiyor… Milletin istediği her şeyi sayıyorlar. Çünkü bu millete gece- gündüz, saatlerce, milyonlarca defa, adeta başka şey düşünmesine müsaade etmeyecek kadar, sadece bunların önemli olduğu anlatıldı… Anlatılıyor… Can alıcı, biraz da can yakıcı soru şu: Peki, bu Müslüman millet, İslam’ı istemiyor mu? Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olsun istemiyor mu? İnsanımızı, bu soruyu akıllarına bile getirmez hale getirdiler. İşte bugün uyanışımızı sağlayacak yegâne şok edici soru da bu olacaktır. Ey Müslüman millet! İslam hâkim olsun istemiyor musun? Her şey tamam mı? Bu milletin bu soruya ne cevap vereceğini gerçekten bilmiyoruz. Ancak milletimizi bu soruyla karşı karşıya getirmeden de bunun cevabını öğrenemeyeceğiz ve dahi öğretemeyeceğiz.

Aslında ‘sistemi muhafaza etmek’ manasına gelen muhafazakârlık, birileri tarafından dindarlar için kullanılan bir kavram halinde yaygınlaştırıldı. Yani muhafazakârlık derken dindarlık, muhafazakârlar derken de dindarlar kastedildi. Oysa egemen olan sistemin kurucusu olmayan hatta sistem karşıtı olan bir cenaha bu ismin verilmesi, mantıksal olarak hiç de uygun değildi. Ancak hâkim sistemin toplum mühendisleri, yine kavramlar üzerinden giderek İslami kesimin büyük çoğunluğuna bu kavramı benimsetip, onları ters bir oyuna getirdiler. Bu mühendislik çalışmasının neticesinde, dindar olan ve toplumun kahir ekseriyetini oluşturan kesim, -farkında bile olmayarak- dini tamamen yönetimden çıkaran bu sistemin devamını sağlayan, muhalif damarı köreltilmiş muhafazakâr bir kitleye dönüştürüldü.

İslamî kesim olarak yıllarca, bu sistemin kuruluşunu eleştirdik. Kurtuluş savaşında mücadele ettiğimiz düşmanlarımıza benzediğimizi, onların yasalarını, hayat tarzlarını aldığımızı söyleyip: ‘Şayet onlara benzeyeceksek neden onlarla savaştık’ sorularını sorduk. Sorduk ama, savaşın gerçek kahramanlarının tepkilerine, hatta ayaklanmalarına rağmen, baskıyla- zorbalıkla bu sistemi kurdular. Kısacası bu sistem bize sorulmadan, bize rağmen kuruldu. O halde onun koruyucusu biz olamayız. Bugün çok ters ve çok garip bir durum yaşanıyor. Gayr-ı İslamî bir sistemi onu kuranlar muhafaza etmeliyken, ona karşı olanlar muhafaza etmeye, hatta kurucu zihniyetin bugünkü temsilcilerinden daha celalli ve daha gözü kara bir üslupla müdafaa etmeye başlamış durumda. Kurulurken rıza göstermediğimiz esaslar üzerine inşa edilen bu sistem, sanki kuruluş felsefesi ve üzerine bina olduğu temel esasları değişmiş gibi, muhafaza edilmeye başlandı. Bizim cenahtaki bu kitlesel dönüşüm, izah etmekte zorlandığımız, akla zarar bir durumdur.

Türkiyeli Müslümanlar olarak nasıl bu kadar muhafazakârlaştık? Bu sorunun cevabını nisbeten, toplumumuzun geçirdiği tarihi sürece bakarak anlayabiliriz. Devrimlerin acımasızca dikta edilmesi, Avrupa hayranlığının Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren toplumun her katmanında yayılması ve bunun neticesinde, toplum olarak aşağılık kompleksine bürünüp, kendi medeniyetini gerileme sebebi olarak görme anlayışı, 100 yıldır eğitim kurumlarında ilköğretimden itibaren adeta peyder pey verilen bir zehir gibi zerkedilen Materyalist-Kemalist mantık… Maalesef tüm bu dönüştürücü – etkileyicilerden, kendilerine İslamcı diyenler de, bir şekilde nasibini aldı.

Bu sistemin kuruluş tarihini, mantığını, yapılan zulümleri ve bu zulümlerin hangi sebepten dolayı yapıldığını bilmezsek, özellikle yakın tarihimizi okumazsak muhafazakâr oluruz. Tevhid davasının bizden nasıl iman etmemizi, neyi ve kimleri reddetmemizi istediğini bilmezsek, muhafazakâr oluruz. İslam coğrafyasının halini-ahvalini ve neden bu durumda olduğunu bilmezsek muhafazakâr oluruz. Sadece iyi giden birkaç şeye bakıp, milyonlarca harama ve haksızlıklara gözlerimizi körleştirirsek, kulaklarımızı sağır edersek muhafazakârlaşırız. Dünyevileşerek sadece cebimizi düşünürsek ve sadece dünyevi huzurumuza göre planlar yaparsak muhafazakârlaşırız. Kısacası yapılan zulümleri unutur, hedefimizden sapar ve dünyaperest bir müslümana dönüşürsek muhafazakârlaşırız. Böyle bir zümreye, dünyanın bütün aleni yanlışlarına ve doğru gibi görülen yanlışlarına (ki bugün Müslümanları tongaya düşüren de, bu doğru zannedilen yanlışlardır) LÂ diyen İslam’ın da yapacağı fazla bir şey kalmaz.

Nasıl ve hangi ara bu kadar muhafazakârlaştığımızın bir cevabı da, yakın tarihimizde yaşadığımız 28 Şubat sürecinde gizli. 28 Şubat can kayıplarının yaşandığı kanlı bir darbe olmadıysa da, ruh kaybının yaşandığı büyük bir muhafazakârlaştırma hamlesidir. O günlerde Ecevit’in çokça bahsettiği, yaldızlı ve aslında bizim cenahı kitlesel anlamda dönüştürmeyi amaçlayan, yeni bir kavram ortaya atıldı: ‘Mütedeyyin müslüman’ kavramı. Yani yumuşak, ılımlı, devlet ne diyorsa onu yapan, devlet geleneklerine ve teamüllere asla karşı gelmeyen, ilkesiz, edilgen, ahmak Müslüman tipi… Yine o günlerde söylenilen ‘sessiz devrim’, sadece imam hatiplerin, Kur’an kurslarının kapatılması veya başörtülü kızlarımızın üniversiteye alınmaması şeklinde olmadı. İnsanlarımız korku ve sindirme politikalarıyla daha da ılımlılaştırıldı. Ve o günlerin doğurduğu ılımlı siyasal akım, bugün kitleselleşti.

Yeniden harekete geçmek ve bu gidişata dur demek için, İslam’ın bize verdiği muhalif ruhun bünyelerimize geri dönmesi gerekiyor. Çünkü muhalif olmadıkça, dik durmadıkça zulmün devam edeceğini ve İslam’ın hâkim olacağı o güzel günlerin en azından gecikeceğini bilmeyiz. Başımızı iki elimizin arasına alıp iyice düşünelim: Davası olan, derdi olan, uzun süredir zulme uğrayıp ciğeri yanan bir ümmet, muhalif olmaz mı? Böyle bir ümmet tüm bunlara rağmen muhalif olmazsa, yapılan bunca zulmü hak etmiş sayılmaz mı? Derler ki; ‘hafıza-i beşer nisyanla maluldür’ yani; insan hafızasının hastalığıdır unutkanlık. Maalesef bizim cenahta bu unutkanlık hastalığı had safhadadır. Yapılan devasa zulümleri, kıyımları, elimizden gasbedilerek alınan ve İslam birliğini sağlayan hilafet gibi büyük nimetleri çok çabuk unuttuk. İnsanımızı bu melun ve bizi ruhsuzlaştıran unutkanlık hastalığından kurtarmak, unutulanları ve de unutturulanları tekrar hatırlatmak zorundayız.

Özümüze dönüşümüz, yani İslam’ın müslümanlara can katan muhalif ruha dönüşümüz, öyle kolay ve kısa sürede olmayacaktır. Gerek muhafazakâr denilen, ancak aslında/özünde bizim değerlerimizin kalıntılarını yüreğinde taşıyan, gerekse de bu sisteme bir şekilde muhalif olanlar, muhatap kitlemiz olacaktır. Ancak şu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekiyor. Her şeye dolayısıyla dine de muhalif olan, dini, manayı reddederek tamamen akılcı-pozitivist bir bakışla hayata, olaylara bakan bir Marksist’e, hakikati, dine teslimiyeti anlatmak kolay olmayacaktır. Dolayısıyla muhafazakârlık rüzgârından etkilenmiş, ancak özünde bizim değerlerimizi benimseyen, bizim insanımıza hakikatleri hatırlatmak çok daha kolay ve mümkün olacaktır. Onların akıllarını başlarına getirerek konuşmak, vicdanlarına-yüreklerine dokunacak sözler söylemek, içten ve dürüstçe ilgilenmek belki de rüzgârı tersine çevirecektir. Bazıları muhafazakârlaşan bu insanları kaybedilmiş kitle olarak görebilir. Hayır! Asla ve kat’a kendi insanımızdan ümidimizi kesmeyeceğiz; öncelikle onların hakikatleri anlaması gerektiğine olan inancımızdan ve onlar için ortaya koymamız gereken çabamızdan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz. Çünkü bu ümmetin yani bizim insanımızın uyanışıyla ve münker olan ne varsa reddetmesiyle ve şerre muhalefet etmesiyle başlayacak dünyanın değişimi.

Bugün güncel siyasal tartışmalara girmek, bizim cenahın insanına bir şeyler anlatmamızı zorlaştıracaktır. Çünkü şu anda yaşanılan yalancı zaferin sarhoşluğu, böyle tartışmalarda bu insanları bizden daha da uzaklaştıracaktır. Bu sebepten dolayı güncel siyasetten ziyade İslam’ı konuşmak, İslam’ın ideallerini, Allah’ın bize belirlediği hayat tarzını ve yönetim biçiminin hedefini açıkça, korkmadan ortaya koyarak anlatmak, etkili bir anlatım olacaktır. Bu kardeşlerimize, niyetimizin ‘bağcıyı dövmek değil üzüm yemek’ olduğunu anlatmamız da, hareketimizin gayesini anlamayı sağlayacak ve bu harekete teveccühü artıracaktır inşallah. Tabi diğer taraftan, söz konusu olan bağcı veya bağcılar, üzüm yememize engel oluyorlarsa, onlara da en yüksek perdeden tepkimizi göstermek zorundayız. Yine, güncel siyasetin çok ötesinde olan, haramlara ve verilen tavizlere, var gücümüzle karşı koyarak, insanımızın bunlara normal bakmasına engel olmak, gözlerin daha da körleşmesine, haramların bu şekilde normalleşmesine de müsaade etmemek zorundayız. Hepsinden önemlisi, din adına bir şeylerin yapıldığına veya yapılacağına inanan milyonlarca insanımızı uyandırarak, toplumdaki cinayetler, ahlaksızlıklar, hırsızlıklar, haksızlıklar, mutsuzluk ve huzursuzluklardaki artışların ne boyutta olduğunu, reel verilerin zannedildiği gibi tozpembe olmadığını, her noktada daha da dibe vurduğumuzu, açıkça anlatmak zorundayız.

Biz, kuru muhalif değiliz; olmamalıyız. Biz, yeni yetme bir sosyalist gibi çatışmacı, kör ve müzmin bir muhalif de değiliz; olmamalıyız. Ne kadar ve nereye kadar muhalif olacağımızı mükemmel dinimiz, gerek Kur’an gerekse de peygamberlerin ve hassaten Efendimizin hayatındaki muhalif duruşla ortaya koymaktadır. Allah’ın istediği kadar, ne fazla ne eksik, muhalifiz. Hakikate boynumuz kıldan ince ama batıla, pısırıklığa, bir de sistemin bekçisi olmaya sonuna kadar muhalifiz. Allah’a muhalefet edenlere, O’nun davasını anlatmamıza ve O’nun belirlediği hedefe ulaşmamıza engel olanlara muhalifiz. Hayrın yanında şerrin tam karşısında, Allah’ın dini hâkim oluncaya kadar muhalifiz; muhalefetteyiz. Müslümanlar olarak ne zaman ki ALLAH’IN davası hâkim olur ve İslam nizamı kurulur, işte o zaman nizamın, sistemin en muhafazakârı biz oluruz.
Ve biz susalım, KUR’AN son sözü söylesin: ‘Allah ve Rasulüne iman eden bir topluluk bulamazsın ki, Allah’a ve Rasulüne muhalefet eden bir topluluğu sevsin. Bunlar velev ki babaları, oğulları, kardeşleri veya kabileleri olsun…’1

1- Mücadele, 22

15 Ekim 2015 Perşembe

DAVETİN GERÇEKÇİ YOLU: İLGİ



Davetin Gerçekçi Yolu: İlgi

Muhterem Alparslan Kuytul Hocamız; ‘İlgi şifadır’ diyerek yılın hedefini açıkladı. İnsanın bünyesinde manevi hastalıkların alabildiğince yayıldığı şu asırda, insan her çeşit şifaya muhtaçtır. Kur’an şifadır, dua şifadır, ders şifadır ama eğer bu şifa kaynaklarını hastalara ulaştıracak kaygılı, ilgili şifacılar olmazsa, tüm bunlar derman olma fonksiyonunu yerine getirememektedir.

Manası, içeriği, özü itibarıyla çok sade bir kavram ‘ilgi’ kavramı… Ve belkide biraz bu yönüyle çok da insanî, insana ait bir kavram…

Anlatmanın ötesi… Davetin devamı… İnsana verilen değerin ispatı… ‘Davetçi’ vasfını hak edebilmenin gerçekçi yolu: iİgi… Belki de davetçinin Rabbine sunacağı en geçerli mazeret: ‘Ben ilgilendim’ sözü…


Bazen arkadaşımızdan, bazen komşumuzdan, bazen bir hocamızdan, bazen de doktorumuzdan şikayetleniriz ‘benimle ilgilenmedi’ diyerek… Bu serzenişlerde bulunurken, aslında hiç de zor olmayan bir şeyi bizden esirgediklerini düşünürüz. Ve aynı zamanda insanın asli vazifelerinden olan ilginin olmayışına şaşkınlığımızı da dile getirmiş oluruz.

Oysa Allah Azze ve Celle bile insana kıymet vermekte ve insanla ilgilenmektedir. Merhum Elmalılı Alâk suresinin tefsirinde; ‘Biz insanı alâktan yarattık’ ayetinin tefsini yaparken, öncelikle ‘alâk’ kelimesinin asli manasını yani, insanın anne karnındaki ilk halinin tasvirini yaparak anlatır. Daha sonra ise ‘alâk’ kelimesine bâtınî bir mana olarak, ‘ilgi-alâkâ’ manasını verir. Yani ‘biz insanı ilgi-alâkâdan yarattık’ manasıyla tefsirine devam eder. Gönderdiği 124 bin Peygamber, insanı direkt olarak muhatap alan vahiy, insanın yaşayacağı hayat tarzını detaylı olarak bildiren muazzam kitabımız Kur’an, Allah Azze ve Celle’nin insanla ilgilendiğinin ispatıdır. Kur’an’da meleklerine karşı insanı övmesi, ona ‘halifem’ demesi, ‘eşref-ü mahlukât’ diye hitap etmesi, bir taraftan Firavun’u, Nemrut’u yerden yere vurarak anlatırken, diğer taraftan Hz. Musaları, Hz. İbrahimleri öve- öve anlatması, yani, ‘siz peygamberlere benzeyin’ demesi Allah Azze ve Celle’nin insanla ilgilenmesi değil de nedir? Yine Kur’an’da; “İnsan başıboş bırakıldığını mı zannediyor?” buyurarak âdeta; ‘Ben seni insana dair yetersiz bilginle baş başa bırakmam, ben seni kurda- kuşa yem etmem’ demesi, Rabbimizin rahmetiyle, merhametiyle ve en önemlisi insana duyduğu muhabbetiyle beraber, insanla ilgilenmesi değil de nedir?

İlk insanın aynı zamanda Peygamber olarak gönderilmesi, Allah Azze ve Celle’nin insanlığın başlangıcından itibaren insanla ilgilendiğinin ispatıdır. Kur’an’ın kıyamete kadar bâki olması ise, Allah’ın kıyamete kadar insanla ilgileneceğinin ispatıdır. Yaratıcımız, Hâmimiz, Mürebbîmiz, Rabbimiz… Bizi O’nun kadar seven, bize O’nun kadar alaka gösteren başka bir varlık yok; olamaz.

Allah Azze ve Celle’nin en büyük talebesi olan Peygamberler, hasseten de Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu konuda da Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmışlar ve insana çok büyük kıymet vermişlerdir. Efendimizin hayatındaki muazzam çaba, bunun göstergesidir. Dinle-imanla, ahiretle-hesapla ilgisiz alakasız bir adam olan Ebu Cehil’e bile defalarca anlatması, iman eder mi diye sabırla-duayla onunla ilgilenmesi hepimize çok büyük bir örnekliktir. Bugün bırakın ilgisiz insanlarla, ilgili insanlarla dahi ilgilenmeyen, sözde davetçiler çokça mevcuttur. Böyle bir sözde davetçinin vebalini tahayyül dahi edemiyorum. İlgili insanlarla dahi yeterince ilgilenmeyen bir davetçiyi, bu ilgisizliği hesap günü ciddi anlamda zora sokacaktır.

Rabbimiz insana bu kadar kıymet verirken, insanın insanla ilgilenmeyip bencilce yaşaması, Allah’ın ahlakından uzaklaşmanın önemli bir göstergesidir.
İlgisizlik aslında umursamazlıktır. İlgisiz bir davetçi ilgilenmediği her insana; ‘Ben senin cehenneme gitmeni umursamıyorum, ben senin imansız ölmeni umursamıyorum, ben senin bizim safımıza katılıp-katılmamanı da umursamıyorum, aslında ben sadece kendimi düşünüyorum…’ mesajını verir, meymenetsiz halinin lisanıyla. İnsanların denizde boğulduğunu gören, sahilde rahatça dolaşır mı? Bir yerde yangın çıktığını gören gücü yetiyorsa eliyle, yoksa diliyle ‘yangın vaaar!’ diye bağırarak, yoksa da oturup ağlayarak bir şekilde müdahale etmeye çalışmaz mı? Fıtratını bozmamış, imanını kaybetmemiş olan insan, ilgisiz- alakasız, umursamaz olur mu?

Büyük insanlar; insanı umursayan hakiki insancıllar, insana değer veren, bazen insanların kurtuluşunu kendilerinden ileri gören insanlardır. Derler ki1 Hz. Ebu Bekir; ‘Ya Rabbi! Kıyamet günü bedenimi o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım. Başkalarına yer kalmasın, onların hesabına ben yanayım’ demiş. Bediüzzaman da buna benzer; ‘Milletimin imanını selamette göreyim, cehennemde yanmaya razıyım’ sözünü söyler. Büyük sahabinin ve Üstad’ın, insanların kurtuluşu için ortaya koydukları cansiperane çabalarını ve kaygılarını anlatan böyle sözlerini referans aldıklarını söyleyip, tavizlerine kılıf bulanlar, hakikatte bu insanların ufuklarını anlamaya imanları ve izanları yetmeyenlerdir. Bu izansız insanlar, bırakın haramı, hayatlarından mekruhları hatta mübahları bile çıkarmış bu muttaki insanları, kendi korkaklıklarına ve girdikleri haramları kamufle etmeye araç olarak kullanmaktadırlar. Oysa bu sözler insana ve insanının kurtuluşuna önem vermenin, ilginin, alâkanın, kaygının göstergesidir.

İlgili davetçi, gerçekçi çalışan, sonuç almak için çırpınan kişidir. İşte davette samimiyetin göstergesi de budur. Karşıdaki insanın muhakkak kurtulması gerektiğine inanan davetçi, dilinin ucuyla konuşmaz. Yürekten, ciğerden gelen bir kaygı ve samimiyetle muhatabına anlatır ve onunla ilgilenir. Böyle can-ı yürekten gelen bir ilginin neticesinde, karşımızdaki insan bir şekilde etkilenecektir. Bu etkilenme bazen, nasipli insanların davayı anlamasına ve hayatına dair hayırlı kararlar vermesine vesile olacaktır. Bazen de, nasipsizlerin sadece davetçinin ilgisinden etkilenmesi şeklinde olacaktır. Böyle bir insan davayı anlamasa da, davetçiye suç bulamayacak, anlamamasının hesabını Allah’a verecektir. Davetçiyle değil Allah’la karşı karşıya gelecektir. Bu da kaygılı davetçinin kıyamet günü ‘ben ilgilendim; o anlamadı’ mazeretini söyleyebilmesini sağlayacaktır.

İnsana değer veren ilgili davetçi şunu bilir: Bu insanla ben ilgilenmezsem birileri ilgilenir. Şeytan bilahare ilgilenir… Nefsi ve çevresi gece-gündüz ilgilenir… İnsan denen kıymetli varlığı bunların eline bırakmamak için, çar-çur olmasına engel olmak için var gücüyle ilgilenmesi gerektiğini anlar. Muhatabının aklına yatması için delilli-ispatlı konuşur, bazen ona kitap hediye eder. Bu şekilde kendisi onun yanında değilken, kitaplar davayı anlatmaya devam etsin ister… Muhatabının kalbinin mutmain olması için, onun derdini içtenlikle dinler… Cemaatin, Müslümanların ortamına alıştırmak için, onu kendi ortamına katar, yeni arkadaşlıklar kurmasını sağlar… Hizmetin tadını alması için, ufak-tefek görevler ayarlar… Ümmet şuuru kazandırmak için, ümmetin derdini, çilesini, gafletini, ezilmişliğini anlatarak bizim derdimizi onun da derdi yapar…

İlgili insanda bedevi bir ruh da vardır. Bedevi ruhdan kastım, yani öyle çok rahatına ve düzenli bir hayata düşkünlüğün olmaması halidir. Davetçi aslında, bedevi olmadan bedevi bir ruha sahip olabilir. Böyle bir ruha sahip olan kişi, ilgilendiği insan onu kınasa da, ondan usandığını söylese de, o buna zerre kadar aldırış etmez. Bazıları böyle durumları yaşamamak için ilgisizliği hanımefendilik- beyefendilik, ağırbaşlılık, asalet zannedebilir. Aslında dünyayla ilgilenenler, asaletsiz insanlardır. İlgilendiğin varlık kadardır değerin. İnsanla ilgilenenin değeri artar, çünkü insan değerlidir.

Kalanlara baktığımızda, işin içine girenlere sorduğumuzda, sevenleri dinlediğimizde bir zamanlar onlarla birilerinin ilgilendiğini anlıyoruz. İlgilenilenler kalmış gayrısı gitmiştir; ilgilenilenler sevmiş, gayrısı belki de nefret etmiştir. İlgisizlik sevgisizliği arttırır. Yeni insanlarla ilgilenelim, birbirimizle ilgilenelim… Davetin gerçek emekçileri, ilgiyle-alâkayla insanları bu davaya kazananlardır.

1- Hz. Ebu Bekir’in bu sözü söylediği kesin değildir. Bu sözü itikadi veya fıkhi meselelerde örnek vermek elbette caiz değildir. Ancak, insana verilmesi gereken kıymet ve gösterilmesi gereken ilgiyi anlattığımız bu yazımızda, bu sözü örnek vermenin bir sakıncası olmayacağını düşündük.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Müslüman Kadının Feminizm İle İmtihanı




Müslüman Kadının Feminizm İle İmtihanı

Feminizm; temelleri 18. Yüzyıla dayanan, kadın haklarını, toplumsal cinsiyet eşitliğini ve aynı zamanda kadının özgürlüğünü savunan akımın adıdır.
Masum bir tanımlama ile ortaya konulan bu akım, aslında kadını bozmanın kamuflajı olmaktan öteye geçmemiştir. Bir kavramın amacını sorgulamak için, öncelikle o kavramın nereden çıktığına, kimler tarafından çıkarıldığına ve o kavramı kimlerin sahiplendiğine bakmak yeterli olacaktır. Feminizm’in beşiği de, diğer beşeri ideolojilerde olduğu gibi Avrupa’dır. Bu akımın 18.yüzyılda ve Avrupa’da çıkması kesinlikle tesadüfî değildir. Dinin safsata gibi görülüp materyalizmin revaç bulduğu ‘Aydınlanma Çağı’ denilen o karanlık dönemde, böyle bir düşünce akımı türetilmiştir. Bu akımı sahiplenenler de yayanlar da o dönemin, dinsizliği savunan materyalist zihniyeti olmuştur. (Dinsiz-Materyalist mantığın ortaya çıkışında, Hrıstiyanlığın akla mantığa ters akidesi, gayr-ı fıtrî esasları ve bilime aykırı tespitleri elbette etkili olmuştur. Ancak konumuz bu olmadığı için, konuyu bu açıdan değerlendirmeyeceğiz.)
Bugüne baktığımızda Feminizm’in ideolojik mirasını sahiplenenler, geçmişte olduğu gibi, materyalist hayat tarzını benimseyen zihniyettir. Feminizm, sosyalist-materyalist düşünceye sahip olanların dillendirdiği bir akım olarak popülaritesini bugün de artırmakta ve pratikte de yaşanan bir hayat tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aslında böyle bir yazıyı kaleme almamızın sebebi, bu sosyalist- feminist azınlığın varlığı veya içinde yaşadığı problemli hayat tarzı değil. Bizim bu ideolojiyi tanıma ve tanıtmaya dönük çabamız, bulaşıcı bir illetle karşı karşıya olduğumuzun farkında olmamızdır.
Feminizm illeti bize bulaştı mı? Bulaştıysa hangi sebeplerden dolayı bulaştı? Bulaşan bu illet Müslüman kadının bünyesini ne derecede bozdu? Ve bu bozukluğun bir hal çaresi var mıdır?
Maalesef bu illet, bizim cenaha da bulaşmış durumdadır. Okullarda empoze edilen feminist düşünce ve yıllar içerisinde bu eğitimden geçmiş insanların oluşturduğu kültürel birikim, bizi bu hastalıkla karşı karşıya getirmiştir.
Hastalığın tespiti yapılırken, yukarıdaki sebeplerin yanı sıra, Müslüman kadının Feminizm’den etkilenmesine bir takım ‘sözde İslamî yaklaşımlar’ da sebep olmuş mudur? sorusu ister istemez aklımıza gelmektedir. Bu soruya ‘olmadı’ desek realiyete aykırı, problemi sadece dış kaynaklı görüp, dahili sebepleri göz ardı etmeyi marifet sayan, bildik zihniyetten pek de farkımız kalmaz.
İslamî cenahın içerisinde, Allah’ın kadına verdiği hakları ve vazifeleri içine sindiremeyenler mevcuttur… Kadını haklarından ve dahi vazifelerinden mahrum edenler vardır… Tüm bu meşru hakları engellenen bazı kadınların: ‘Gel de feminist olma’ dediğini duymuşluğumuz da olmuştur.
İşte, yapılan haksızlık durumlarında dahi kadınımızın Feminizm’in çare değil aksine, ‘yağmurdan kaçarken doluya tutulma; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma’ durumunu yaşatacağını bilmesi zorunludur. Yani kadına yapılan haksızlıkların sorumlusu İslammış gibi, çözümü İslam’ın dışında aramak, İslam’a ve kadına yapılacak en büyük haksızlıktır. Çünkü çare zannedilen Feminizm, sorunu daha da derinleştirecek ve kaybeden yine kadın olacaktır.
İslam’ın Eşitlik Konusuna Bakışı
Aslında İslam dini, bazı istisnai durumlar hariç kadınla erkeğe paralel görevler vermiştir. İbni Rüşd: “Kadın-erkek temelde birdir. Fakat aralarında şer’an bir kısım farklılıklar vardır” der.
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidir (destekçisidir.) İyiliği emrederler, kötülükten nehyederler…”1
“Erkek veya kadın, mümin olarak kim yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler.”2
“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.”3
Yukarıdaki ayetlerden Allah Azze ve Celle’nin, fıtrat farklılığından kaynaklı bazı durumlar hariç, kadınla erkeğin vazifelerinin benzer olduğunu ortaya koyduğunu anlıyoruz.
İslam, erkek veya kadın olmanın üstünlük sebebi olmadığını, başka ayetlerde de çok net bir şekilde hükme bağlamaktadır. “En üstününüz, takvaca üstün olanınızdır”4 ayeti veya “İnsanlar bir tarağın dişleri gibidir (eşittir)” hadisinde bildirildiği gibi… Müslümanlar nedense bu ayet ve hadisleri sadece ırkların eşitliği olarak algılamaktadırlar. Oysa kural genel bir kuraldır. Ve bu genel kuralla ırk, soy, cinsiyet ayrımı reddedilmektedir.
İslam’ın Kadının Özgürlüğüne Bakışı
Kadını esaretten kurtarıp özgürleştirmeyi hedefleyen Feminizm, özgürlüğün tanımını yanlış yapmış ve özgürlüğün yolunu yanlış mecralarda aramıştır. Feminizm’de özgürlük, kadının Allah’a, fıtrata ve eşine rağmen dilediğini yapması şeklinde anlaşılmaktadır. İslam bu özgürlük anlayışını reddederken, bunun hakikatte başıboşluk, serkeşlik, hatta nefsin esaretine girmekten kaynaklı gerçek bir kölelik olduğunu söyler. Kadının da erkeğin de özgürlüğünün yolu, teslimiyetten geçer. Allah’a kul olduğunun farkında olan kadın, nefsine, dünyaya veya insanlara kulluk yapmayarak, özgürlüğü gerçek anlamda yaşar. Oysa Feminizm ile kadına vaat edilen, sahte özgürlükten başka bir şey değildir.
İslam, kadının bir birey olduğunu, onun da ‘Allahın halifesi’ olarak vazifeli olduğunu bize bildirir. Tahrim suresinde 3 kadından bahsedilir: Hazreti Asiye örnek verilir. “Allah mümine kadınlara Firavun’un karısını (Asiye) örnek gösterdi…” Hz. Asiye kimdir? Dünyanın bir numaralı diktatörünün karısı… Kur’an’ın mesajı açıktır: İnanmış bir kadını, bir diktatör erkek dahi yolundan- davasından vazgeçiremez! Tahrim suresi anlatmaya devam eder: “Allah kâfire kadınlara Nuh’un ve Lut’un karısını örnek gösterdi…” Ne yaptı bu kadınlar? Kendi hayatlarına kendileri karar verdi. Kendi tercihlerini kendileri yaptı. Mesaj yine açıktır: ‘Sen bir bireysin ve hayatına kendin karar vereceksin. Kocan diktatör olsa da mümine olabilmeyi başarabilirsin; kocan Peygamber olsa da kafire olmayı başarabilirsin(!) Kocan, mazeretin olamaz. Kararı hür iradenle kendin vereceksin!
İslam’ın, Kadının Kendi Haklarını Savunmasına Bakışı
Evde veyahut da dışarıda yapılan bir haksızlık karşısında, kadının konuşmaya, hakkını savunmaya hakkı yok mudur? Elbette vardır. Ona bu hakkı Allah vermektedir. Bu savunmalardaki temel problem, kadının hakkını savunmasından ziyade, savunma şekli ve üslubudur. Evin reisi olan beye karşı hak savunması yaparken, edebi-adabı, üslup güzelliğini ve mülâyemeti elden bırakmamak şarttır. Bir de evin reisine karşı bilmişlik taslamak, reisin en nefret ettiği, hatta çıldırdığı hadisedir. Özellikle hizmette belli görevlerde olanlar -farkında olmadan- bu konumu eve taşımaktadırlar. Evde de bu konum sökmeyince, kavgalar, tartışmalar kaçınılmaz olarak yaşanmaktadır. Yetkili olana karşı -haklı bile olsak- hak savunmasının adabı ve kuralı vardır. Evde yetkili olan da erkektir.
İdealinde İslam’ın hâkimiyeti olan İslamcı kadının, bu davaya dair üzerine düşen vazifeler hususunda topluma karşı savunmaları da olacaktır. Çünkü toplum; davadan, davanın yüklediği vazifelerden bihaberdir. Toplumun cehaletinin farkında olmak, cehaletten kaynaklı tüm laflara, sözlere ve engellemelere rağmen görevlerimize dört elle sarılmak mecburiyetindeyiz. Onların cehaleti bizim mazeretimiz olamaz. Onlar, toplumun yarısını teşkil eden kadın kitlenin, irşadının ve harekete geçmesinin önemini bilmiyorlar; ama biz biliyoruz. Kadınları eğitim kadınların işidir.
Kadınları irşad vazifesini yüklenenlerin, engellemelere karşı savunmaya geçmeleri, birileri tarafından dik başlılık veya feminist damar olarak nitelendirilebiliyor. Bunun Feminizm’den etkilenme veya ‘İslamcı feminist’ olma gibi bir durumla alakası yoktur. Hakkını savunmak veya Allah’ın verdiği vazifeyi ifaya çalışmak, neden feminist bir yaklaşım olsun? Oysa Müslüman kadın, Feminizm’den ve feministlerden hiç de haz etmeyen kadındır.
Ancak, ‘Başörtülülerin başörtüsünü çıkar, altından feminist çıkar’ sözlerini haklı çıkaracak durumlar yaşanmıyor mu? Elbette yaşanıyor. Yazımızın başında, ‘biz bu illetten ne derecede etkilendik’ sorusunu sorarak, etkilenmişliği itiraf etmiştik. Ancak sapla samanı birbirine karıştırmanın da gereği yoktur. Üslubunca, Allah’ın verdiği hakkı savunmak, feministlik olamaz.
Feminist Zihniyetin Handikapları
Feminizm’i savunan kadınların hiçbir zaman Müslüman kadınların hakkını (başörtüsü hakkı gibi) savunmaması, bu zihniyetin niyetini daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunların kadınlara özgürlük talebi sadece ahlâksızlık, açık-saçıklık hususunda olmuştur. Bunlara göre bir kadın, hür iradesiyle örtünemez; başörtüsü örten her kadına, bunu baskıyla yaptıran bir erkek vardır. Feministlerdeki bu anlayış, kadının aklıyla, tercihleriyle, kişiliğiyle alay etmektir.
Modayla, şehvetle, parayla ve de kadın olmaktan çıkarılıp erkekleştirilerek, düşünme yeteneği dumûra uğratılan kadın, Feminizm’in sloganik yaldızlı sözleriyle uyutulmaktadır. Feminizm’in eşitlik anlayışıyla erkekler gibi çalıştırılan, ekonomik hayatın içine sürüklenen kadın, erkek gibi güçlü ve dayanıklı olamamakta, ama kadın olarak da kalamamaktadır. Fıtratı, psikolojisi, aklı ve bedeni yıpranan kadın, feminist kadın ve erkeklerin rüzgârında, oradan oraya savrulmaktadır.
Feminizm’in eşitlik anlayışı kadına ne adalet, ne de mutluluk getirdi. Feminizm’in eşitlik anlayışı, kadına sadece zulüm, hüzün ve gücünün üzerinde yük getirdi.
Sahi bu kadın denen varlık… Üzerinde bu kadar tartışılan, oyunlar oynanan, hor görülen, göğe çıkarılan, şiddete maruz bırakılan, özgürlük teraneleriyle köleleştirilen varlık neyin nesi? KADIN; ALLAH’IN HALİFESİ… Aynı erkek gibi… ALLAH’IN KULU… Eşrefü mahlûkat.
Ve kadınıyla erkeğiyle daim mazlumun yanında olan mustazafların Rabbi meydan okuyor! Haydi, siz de kadına, Kur’an’ın getirdiği gibi ulvî, fıtrî ve şerefli bir hayat tarzı getirin! Haydi, siz de kadına, Kur’an’ın getirdiği gibi huzuru, adaleti, mutluluğu getirin! Getiremediniz! Getiremeyeceksiniz! Ey feministler! Siz de cehennemin ateşine hazır olun!
Kaynak
1- Tevbe 71
2- Nisa 124
3- Nisa 32
4- Hucurat 13

20 Ağustos 2015 Perşembe

Büyük Marmara Depreminin Yıldönümünde


Büyük Marmara Depreminin Yıldönümünde

17 Ağustos’ta olan ‘Büyük Marmara Depremi’ sonrasında, Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın organizesiyle, âfetten 17 gün sonra deprem bölgesini ziyarete gittik. 17 gündür televizyonlardan öyle korkunç manzaralar izliyorduk ki, yaklaşık bin kilometre uzağımızda yaşanan bu felakete duyarsız kalamadık. Gittik, gördük, depremin ve sonrasında yaşanan travmanın, felaketin televizyon ekranına yansıyandan çok daha vahim olduğunu müşahede ettik.
Yolculuğa çıkmadan önce depremzede kardeşlerimize, battaniye ve para yardımı yapabilmek için bir yardım seferberliği başlattık. Toplanan emanetleri de yanımıza alarak 3 Eylül 1999 tarihinde gece saat 24.00’da iki minibüsle yola çıktık.
İlk durağımız Adapazarı… Ya Rabbi!… Adapazarı’nın meşhur ‘Uzun Çarşı’sında kimi evler tuzla buz olmuş, kimi evler yan yatmış… Yepyeni evler… ‘Elveda Selim’ yazıyor, yıkık bir evin üzerinde. Bir evden bir koltuk sarkıyor, diğerinden dantelli takımlar, bir diğerinden çocuk arabası…
Bir bakkal dükkânının sahibi, zayi olmayan tek sermayesi çikolataları, hayatı pahasına enkazın altından çıkarmaya çalışıyor.
Enkazların arasından hayata dair öyle farklı objeler karşımıza çıkıyor ki; ‘Doç.Dr. Eyüp Sabri Türker, doktora tezinde sizleri de aramızda görmek isteriz’ yazan bir davetiye. Yolda orta yaşlı bir adam, depremden 16 saat sonra enkazdan çıkarıldığını anlatıyor heyecanla…
Adapazarı bitmiş, yerle bir olmuş. Rabbim ne kadar güçlüsün azimsin ve biz ne kadar zayıfız, aciziz.
Bir berberin dükkanı yıkılmış, dışarıda traş ediyor insanları. Yaşlı bir amca ağır hasarlı bir binada namaz kılıyor, namazın bitiminde ‘çok şükür Ya Rabbi’ diyor.
4 Eylül saat 18.00’de Akmeşe köyünde, Uzun Çiftlik Camiinde ikindi namazı molası veriyoruz. Ancak ne yazık ki namazı kılamadan ayrılıyoruz, çünkü cami ağır hasarlı olduğu için içine girilemiyor.
5 Eylül saat 07.15’te gece çadırlarda kaldığımız İzmit Köseköyü’nden ayrılıyoruz. Depremzedeler her yerde olduğu gibi Köseköy’de de parklardaki çadırlarda kalıyorlar. Gece boyunca çadırda köylülerle sohbet ettik. Bazen depremi, bazen dünyanın boş olduğunu, dalmamak- aldanmamak gerektiğini konuşarak sabahı sabah ettik. Dünyanın en sıcak insanlarının yaşadığı, ölümü ayne’l yakin yaşamış Köseköylüler…
‘Kullar köyü’ tuzla buz…
İzmit körfezinin yanındayız. Artık birbirimize: ‘Şuraya bak… Bak burası da yıkılmış…’ gibi sözler söylemiyoruz; çünkü her yer yıkık.
Sabah 07.50’de Gölcük’teyiz. Her yer yıkıntılarla dolu. Kocaman apartmanlar adeta kağıttan evler gibi buruşmuş, üst üste istiflenmiş. Apartmanların her bir katı birbirine yapışmış, 10 katlı bir apartman tek katlı evden daha küçük hale gelmiş.
Gölcük, terk edilmiş bir virane… Yine bir evin üzerinde bir not: ‘Biz iyiyiz Aysun.’
Gölcük’te, ‘Deniz Üssü Komutanlığı’ depremin merkez üssü… Aslında bu şehir, herkesin yaşamak isteyeceği, yeşille mavinin birleştiği fevkalâde bir şehir… Şimdi ise kimsenin kalmak istemeyerek terk ettiği bir şehir olmuş. Ölü ve ölüm kokusu şehrin her yanına sinmiş. Depremde en büyük hasarı Gölcük almış. Gölcük’te resmi rakamlar her ne kadar daha az gösterse de, yaklaşık 20 ile 35 bin arasında kişinin öldüğünden bahsediliyor.
Saat 09.00’da Karamürsel’den geçiyoruz. Sanki cennetten bir köşe… Ama burada yaşayanlar için cehennem olmuş. Şehirde derin bir sessizlik hâkim.
Saat 09.30’da Yalova’ya girdik. Ya Rabbi bu şehri ne kadar güzel yaratmışsın! Güzelim evlerin olduğu, düzenli bir şehir. Ancak depremden sonra adeta hayalet şehir görüntüsünde… İnsanlar saray gibi evlerini terk etmiş. O meşhur, üzerine kireç dökülmüş toplu mezarlığı görüyoruz. Çok hazin ve çok ibretlik sahneler… Saat 11.50’de Yalova’dan ayrılıyoruz.
İki gündür yollardayız. Hayatı- ölümü, varlığı- yokluğu derinden anlayabiliyoruz. Ve aslında insanın saniyeler içerisinde nasıl koca bir hiçe dönüştüğünü idrak edebiliyoruz.
Dönüş yolunda tekrar Gölcük’e uğruyoruz. Yine bir evin üzerinde boya ile yazılmış bir not: ‘Erol seni merak ettik – Semih.’
Yolda bir adam, evi- dükkânı yıkılmış. Bizi görünce yanımızdan söylene söylene geçiyor: 'Biz hak ettik, biz kudurmuş köpeklere dönmüştük (affedersiniz, amcanın bizzat ifadesini yazıyorum) Biz daha fazlasını hak ettik…’ diyor.
Genç bir gelin anlatıyor: ‘Gölcük son dönemlerde çok kötüydü. Ben köyde oturuyorum. Gölcük’e her geldiğimde bir haramın haberini duyuyordum. Falan filanın kocasıyla kaçmış vs. vs.’
Buraların insanları ‘kıyametin provası’ ismini vermiş felakete.
Gölcük meydanındaki saat, deprem olmadan 2 dakika önce yani, saat 03.00’da durmuş.
Çocuklar, kadınlar, şehrin meydanına dağ gibi yığılmış yardım kıyafetlerinden, işe yarayanları seçmeye çalışıyorlar. Verenler işe yaramayanları verdikleri için, iyisini seçmekte bir hayli zorlanıyorlar.
İzmit Derince’de çok ağır bir ölü kokusu var. Ölenlerin kokmaması için kullanılan meşhur büyük buz pistini görüyoruz. Her taraf yıkık…
Dönüş yolunda Köseköy’e tekrar uğruyoruz. Uzun saçlı gençler, küçük kız çocukları namaza başlamış, 4-5 yaşındaki kız çocukları dahi başlarını örtmüş, hanımlar deprem anının dehşetini, o anı yaşar gibi anlatıyorlar.
Gece Adapazarı daha bir ürkütücü… Gece, felaket daha da bir felaket görünüyor.
İnsan, şehirdeki terk edilmişliği görünce, 15-20 gün önce burada birilerinin yaşadığına inanamıyor; sanki orada birileri yaşamış ama üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyor. Rabbimin bir emriyle, 45 saniyede, insanların ve şehirlerin hayatının nasıl da değişebileceğini anlıyorsunuz. Bütün varlığımızın aslında yok olduğunu, hiçbir şeyin bize ait ve kalıcı olmadığını, hakka’l yakîn anlamış insanlara bakıp, ayne’l yakîn anlıyorsunuz.
Ve kurtulduğu halde değişmeyenleri, hayatlarını zerre kadar değiştirmeyenleri, bu büyük felaketten dahi ibret almayanları görüyorsunuz.
“… Ya Rabbi bizi dünyaya tekrar gönder… ki geride bıraktığımız dünyada salih amellerde bulunalım”1 diyenlere, Rabbimin: “… Şayet dünyaya geri gönderilseler, sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine dönecekler…”2 cevabını vermesinin hikmetini anlıyorsun.
Dönüş yolundayız… Hocamız, yanımızda getirdiğimiz battaniye, çeşitli yardım malzemeleri ve bir miktar parayı, deprem bölgesinde yardım çadırları kurarak halka destek olan, güvenilir bir yardım kuruluşuna teslim edip, bu kardeşlerimizin gerçek muhtaçları daha iyi tespit edeceğini ve doğru yere ulaştıracağını düşündüğü için onlara teslim ettiğini izah etti.
Dönüş yolunda Muhterem Hocamız bu yolculuktan ibretler çıkararak, bizimle bunları paylaştı.
Hocamız, öncelikle böyle afetlerde yaşanılan şoku çabuk atlatıp, hemen organize olmanın ne kadar önemli olduğunu anlattı. Ve bir hadisle, bu büyük afetin sebeplerinden bahsetti. “Zeynep validemiz soruyor: ‘Ya Rasulallah! İçimizde bu kadar salih insan varken, Allah bize musibet verir mi? Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Elbette verir. Eğer fısk-ı fücur çoğalırsa musibetler gelir” buyurdu. Bu hadisi söyleyen Hocamız, ‘günah umumileşince, bela da umumileşir; günah alenileşirse, bela da alenileşir ve yine Efendimiz’in bildirdiğine göre ‘emri bil maruf-nehyi anil münkeri’ bırakmak da musibeti çeker’ diyerek böyle âfetlerin manevi sebeplerinden bahsetti.
7.5 şiddetinde gerçekleşen Körfez depreminde, resmi verilere göre 20 bin, gayr-ı resmi –aslında gerçek- verilere göre 50 bin ile 100 bin (CNN İnternational’a göre 100 bin) arasında insan, hayatını kaybetti. Binlerce insan sakat, on binlerce insan evsiz kaldı. Depremin psikolojik etkisi ise yıllarca devam etti.
Biz de Adana’da yakın zamanda, orta şiddette, (5.2) can ve mal kaybına sebep olmayan bir deprem yaşadık. Depreme Vakıf binasında, tam da Hocamızla namaz kılarken yakalanan kardeşlerimizin anlattığına göre, Hocamız bu depremden de büyük ibretler çıkardı. Bu deprem esnasında şöyle de bir tevafuk gerçekleşiyor: Hocamız yatsı namazını kıldırırken aslında Âdiyat Suresini okumayı düşünürken bir anda karar değiştiriyor ve Zilzal Suresini okumaya başlıyor. Zilzal Suresinin ilk ayeti olan “Yeryüzü şiddetli bir depremle sarsıldığı zaman” ayetini okur okumaz, bina sallanmaya başlıyor. Hocamız, sesinde en ufak bir değişiklik olmadan sureyi okumaya ve namazı kıldırmaya devam ediyor. Daha sonra kardeşlerimize: ‘Depremler bana Allah’ı hatırlatıyor, O’na imanımı arttırıyor. Belki yüz tane kitap okusak imanımız bu kadar artmaz. Rabbimiz, toplumdaki bu kadar harama rağmen ve yerle bir edebilecek güce sahipken ‘ben sadece sallıyorum’ diyerek aslında merhametini de göstermiş oluyor’ diye duygularını anlatıyor.
Depremler, doğal felaketler insana, dünyanın ölümü olan kıyameti ve insanın kıyameti olan ölümü hatırlatıyor. İster istemez korkuyoruz… Tekrar olur mu, ne zaman olur? gibi sorular soruyoruz. Oysa ‘kıyamet ne zaman’ diye soranlara ‘sen ne hazırladığına bak’ diyen Efendimiz’in cevabından yola çıkarak, ölüme, hesaba hazırlıklı mıyız ona bakmalıyız. ‘Hayır, henüz hazır değilim’ diyorsak, nasıl öleceğimizi kafaya takmayıp, ibadetlerimize, vazifelerimize dört elle sarılıp, Rabbimizin Rahmetini de umut ederek hayatın kıymetini bilmemiz gerekiyor.
*16 yıl önce, deprem bölgesini ziyaretimizde aldığım notlardan derlemedir.
1- Mü’minûn 99-100
2- En’am 28

20 Temmuz 2015 Pazartesi

HASBÜNALLAH… ALLAH BİZE YETER…



HASBÜNALLAH… ALLAH BİZE YETER… 


Ne güzel bir duadır, ne güzel bir sabır cümlesidir: “Hasbünallahu ve ni’mel vekil.” Onulmaz zannedilen zorlukların, acizlik ve çaresizliklerin galebe çaldığı anda; ne kavî bir kulluk ve ne kavî bir dayanaktır bu dua. 

Bilen bilir bu duanın kerametini. İnsanın boyunu aşan zorluklar esnasında, küçücük olduğunun farkına varıp da, ‘Allah bize yeter’ demenin, insanı nasıl güçlendirdiğini… Allah’ın varlığının bile, var olduğunu ve şah damarından daha yakınında olduğunu bilmenin bile insana yettiğini bilen bilir. ‘Bittim’ dediğin anda, eğer; ‘hasbünallah’ dersen, Rabbu’l Âlemîn’in nasıl da ‘yettim’ dediğini bilen bilir.
Rabbimiz Teâlâ bize bu duayı şu ayetiyle öğretiyor: “Onlar öyle kimselerdir ki, ‘düşmanlarınız size karşı ordular hazırladılar, artık onlardan korkun’ dediklerinde, bu ancak onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel bir vekildir’ dediler.”1 Allâmu’l guyûb olan Allah’ın kelamı Kur’an, bugüne ve bugünün gerçeklerine yine ne güzel hitap ediyor. Bugün İslam’a, Müslümanlara, İslam’ın yayılmasına ve Müslümanların uyanmasına engel olmak için, o kadar güçlü ve çeşitli ordular hazırlanıyor ki…

Ümmet-i Muhammed belini doğrultmasın, henüz yeni başlayan uyanışın devamı gelmesin diye plan üstüne planlar yapılıyor. Ümmeti kafalarına göre dizayn etmek için ayrı, onu der- top edecek cemaatler için ayrı plan- projeler ortaya koyuluyor. Gençleri uyutmak veya uyananlarını ideolojilerle avlamak için ayrı planlar, kadınlara dönük çok daha ayrı plan-projeler yapılıyor. Türklere ayrı, Kürtlere ayrı, Araplara ayrı planlar yapılıyor. Uluslararası planlar ayrı, yerel planlar ise ayrıca ortaya koyuluyor. Bir taraftan dış mihrakların tuzaklarına, zulümlerine dikkat kesiliyoruz, dertleniyoruz, başka bir şeye gücümüz yetemese de dualarımızı onlar için seferber ediyoruz… Diğer taraftan iç mihrakların planlarını çözmeye, bozmaya ve de bunlarla mücadele etmeye çalışıyoruz… Tüm bu planlar yumağının içerisinde çözümlemeler yapmak ve bununla beraber hizmeti geliştirmeye çalışmak ne kadar da zor… Çoğu zaman aklımız ve kalbimiz şu gerçeği haykırıyor: Bu kadar çetrefilli tuzaklarla başa çıkmak, Allah’ın yardımı olmadan mümkün değil.
Tarihin hiçbir döneminde planlar-tuzaklar bugünkü kadar girift ve profesyonel olmamıştı ve biz, tarihin hiçbir döneminde gerek planlama gerekse de güç anlamında hiç bu kadar zayıf olmamıştık. Elbette ye’se düşecek halimiz ve lüksümüz yok. Önce bir ‘hasbünallahu ve nimel vekil‘ diyeceğiz. Sonra da, “Onlar bir tuzak kurar, Allah da tuzak kurar, Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır”2 ayetince, Allah’ın kuracağı hayırlı tuzağın bizim elimizle kurulması için dua edeceğiz.
Son zamanlarda, bir taraftan iftira kampanyaları başlatarak, diğer taraftan davamızın kitlelere ulaşmasına engeller koyarak, adeta komut almış bir ordu gibi, mütemadiyen saldırıya geçmelerin olduğunu görüyoruz. Yüreğimizin sıkıştığı, moralimizin bozulduğu, adeta hafakanların bastığı böyle zamanlarda, Rabbimize dayanınca ve Efendimizi hatırlayınca biraz olsun nefes alabiliyoruz. Aksi halde insana gerçekten dünya dar geliyor. Ve insanın, Efendimiz’in ilk başta yaptığı gibi yorganı kafasına çekip, dünya âlemden uzaklaşası geliyor. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kendine atılan mecnun, şair, sihirbaz, aileleri birbirine düşüren adam gibi akla hayale gelmedik iftiralar karşısındaki o bilinen tavrı, o kadar insani ve beklenen bir tavırdır ki. Her insanın doğal olarak göstereceği tavrı Allah, Hz. Peygamber için beğenmemiş, O’na yakışan tavrı göstermesini emrederek: “Ey örtüsüne bürünen (kendisine iftiralar atıldı diye başına yorganı çeken) Rasulüm, kalk ve uyar insanları”3 buyurmuştur. İşte biz, her şeye rağmen kalkmanın ve vazifelerimize devam etmenin gerekliliğini O’ndan, O’nun yaşadığı gerçek ve çileli hayattan öğrendik.
Böyle zamanlarda, ‘Hasbünallah’ diyen bir kul; kaygıyı, korkuyu yüreğinden defedip cesaretle ayağa kalkıp, yola devam eden kuldur. Zaten tehditler ve iftiralarla saldırıya geçenlerin en büyük hedefidir; yüreklere korku salarak, vazifeyi terk ettirip geri adımlar attırmak. Hiçbir tehdide pirim vermeyerek, aynı heyecan ve ümitle yola devam edebilmek, ‘Allah bize yeter’ diyerek sırtını Allah’a dayayanın harcıdır.
“Allah bize yeter” demek, ‘O’nun rızası bize yeter’ demektir. ‘O benden razı olduktan sonra, bütün dertlere, çilelere, imtihanlara katlanırım’ demektir. Allah’ın rızasını gaye edinen her kul, imtihanlar esnasında, kayıplar, engeller, darbeler, fitneler ve vefasızlıklar esnasında: ‘Allah bana yeter’ diyebiliyorsa, Allah’ın rızasını unutmamış, niyetini bozmamış, rıza-i ilahi gayesinin önüne hiçbir gayeyi geçirmemiş demektir. İşte hedefi gayenin önüne geçirenler, henüz bir şeylerin vaktinin gelmediği zamanlarda veya gücün ve nasibin bittiği yerde, ‘Allah bize yeter’ diyemeyenlerdir. Böyle diyemediklerinden dolayı ise, Allah’ın dinine hizmet ederken, işi aceleye getirip, her yolu mübah görerek, tavizler vermektedirler. Oysa hiçbir hedef, Allah’ın rızasının önüne geçmemelidir. Velev ki bu; Allah’ın bizden istediği hedef olsun. Çünkü bize hedefi belirleyen Allah, ‘bu hedefe ulaşmak için her yol mübah’ dememiş, bilakis, bizi o hedefe götürecek olan ‘meşru yolu’ da göstermiştir. İşte bu meşru yollarla değil de gayr-ı meşru yollarla hareket edenlerin, hedefe ulaşıp-ulaşamayacakları bilinmez ama Allah’ın rızasına ulaşamayacakları bilinmelidir. Dinden verdiği ve verdirdiği tavizlerle meşhur olan ve kendi de meşhur bir hoca bir zamanlar: “Allah dinini bir fâcirin eli ile de olsa teyid ve takviye eder (güçlendirir)”4 hadisini örnek vererek, ‘belki de biz o fâciriz’ demişti. Allah’ın dinini güçlü kılan bir fâcir olup cehennemi boylayacağımıza, Allah’ın dinini hâkim kılamayan, ama ömrü boyunca bunun için çabalayan, Allah’ın belirlediği yoldan giden, bu yolda da asla taviz vermeyen (tavizsiz) bir muttaki olmayı yeğleriz.
Bundan tam yirmi yıl önce çalıştığım hastanede başörtüsü mücadelesi verirken, sürgün gittiğim bir bölümün Profesörü, başörtüme ve bana o kadar ağır hakaretler etmişti ki, gençliğin de verdiği duygusallıkla gözyaşlarıma engel olamamıştım. O bitmek bilmeyen koridorda ve saniyenin saat gibi uzadığı o uzun zaman diliminde, ne dediysem ikna edemedim göz gözyaşlarımı. Durmadan dinle(n)meden akıyordu. Sonra gayr-ı ihtiyari; “Hasbünallahu ve ni’mel vekil” sözü dilimden dökülmeye başladı. Hasbünallah… Hasbünallah… Hasbünallah… Dedikçe bir türlü sakinleşmeyen gözyaşlarım duruldu, sakinleşti; hayret ediyordum ama tek bir damla dahi akmamaya başladı. Hani Üstad Necip Fazıl der ya: “Gökten bir el yaşlı gözleri siler.” İşte Rabbimize hamd-u senalar olsun, o gün bu duanın hürmetine, Rabbin rahmet ve merhamet eli, kulunun gözlerinin yaşını silip süpürmüştü…
Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın, Sincan Şubemiz kapatıldığında yaptığı konuşmanın sonunu: ‘Hasbünallahu ve ni’mel vekil” diye diye bitirmesi beni derinden etkilemişti. İnsana; bu engellemelerin arkasının geleceğini bilmesi, Müslümanların eliyle İslam’a-davaya engel olunduğunu görmesi ve henüz bunlarla mücadele edecek güce ulaşamamanın hüznü ve çaresizliği, bu duayı ciğerden yaptırıyor. Biliyoruz ki, bu duayı ciğerden yapanı ALLAH asla geri çevirmez. Ona destek olur… Ve o kulun gözünden de gönlünden de akan gözyaşlarını kendi elleriyle siler.
Allah’a kullukta ve dava yolunda elinden geleni yapan ve takdiri Allah’a bırakan mütevekkil bir mü’mine, gerçekten Allah yeter… Doğruyu yaptığı halde zarara uğrayana Allah yeter… Büyük imtihanlar esnasında sırtını Allah’a dayayana Allah yeter… Adı da kendi de FURKAN olduğu halde iftiralara uğrayana Allah yeter… ‘Allah bize yeter’ dedikten sonra, sanki yetmiyormuş gibi tevekkül, teslimiyet ve sabırdan uzaklaşanlar bu güzelim dayanağı anlamayanlardır. Evet, ordumuz yok, topumuz-tüfeğimiz yok, siyasî gücümüz de yok, ama Rabbimiz var… Samimi kardeşlerimiz de var… Bir de duamız var… Zaten duası olmayanın neyi var? Çünkü: “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz var”5 buyuran bir Rabbimiz var… Bu kadar var var… Bu ne kadar var var… Bu kadar varı olanı kim yok edebilir, kim yenebilir?
1-Ali İmran 173
2-Enfal 30
3-Müddessir 1
4-Taberani
5-Furkan 77

15 Haziran 2015 Pazartesi

RAMAZAN AYININ ÖNEMİ



RAMAZAN AYININ ÖNEMİ
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Ya Rabbi! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl, bizi Ramazana kavuştur”1 diye dua edermiş. Biz de Ramazan’a kavuşmaya yaklaştığımız şu günlerde bu duayı çokça yapıyoruz. Çünkü insan hayatı, saniyede değişebiliyor. Nasip olacak diye hayal ettiğin bir şey nasip olmayabiliyor. Rabbim bu sene de bizleri nasipli eylesin de; Ramazan’a kavuştursun inşallah. Çünkü seneye nerede veya ne halde olacağımızı bilmiyoruz.
Bir Müslüman için Ramazan’a kavuşmak neden bu kadar önemlidir? Zünnun Mısri der ki; “Recep tohum ekme, Şaban sulama, Ramazan ise hasat ayıdır.” Allah Azze ve Celle Ramazan’da öyle büyük fırsatlar önümüze sunuyor ki ve öyle müjdeler veriyor ki, Ramazan ayının her anı âdeta cevher kıymetinde değer kazanıyor. Tevbelerin çokça kabul edildiği, gecesinin-gündüzünün, sahurunun-iftarının her dakikasının icabet saati olduğu, şeytanların bağlanmasından dolayı vesveselerin zayıfladığı, dolayısıyla günah işleme istidâtının azaldığı mübarek ay Ramazan… Bir gün değil, beş gün değil, tam bir ay boyunca fırsat üstüne fırsat verilen bir ay. İlk günün kıymetini bilemedin mi, ikinci gün var… İkinci günün kıymetini bilemediysen üçüncü gün, beşinci gün, yirminci gün, yirmi dokuzuncu gün var…
İşte bu kadar fırsata rağmen Ramazan’da kendini affettirmeyi beceremeyene Allah’ın lanetinin olacağı bildiriliyor. Taberani’nin rivayetine göre; “Peygamberimiz bir gün minberde iken arka arkaya üç kere; ‘Âmin! Âmin! Âmin!’ buyurdular. Sonra da bu davranışının sebebini şöyle açıkladı: ‘Cebrail bana gelerek: ‘Ey Muhammed! Anne- babasından birinin yaşlılığına yetiştiği halde, onlar sayesinde cenneti kazanamayana lanet olsun’ dedi. Ben de ‘âmin’ dedim. Sonra; ‘Ey Muhammed! Ramazan ayına kavuştuğu halde günahlarının affını sağlayamadan ölen kimseye Allah lanet etsin’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim. Arkasından yine ‘Ey Muhammed! Senin adın yanında anıldığı halde sana salât-ü selam getirmeyen kimseye Allah lanet etsin’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim.”
Yukarıdaki hadisten de anlıyoruz ki; Ramazan’da TEVBEYE çok ağırlık vermemiz gerekiyor. Günahlarımızın affına ve kalplerimizin arınmasına o kadar çok ihtiyacımız var ki. Ramazan boyunca gece- gündüz tevbe- istiğfar halinde olmamız gerekiyor. Ramazan gecelerinde, teheccüd vakitlerinde, ağlayarak yapılan nasuh tevbeler, Gaffar, Gafûr, Rahman, Rahim, Tevvab ve Afûv olan Allah Azze ve Celle’nin affını- mağfiretini celbetmez mi? Rahmetin sağnak halinde yağdığı bu ayda affedilmeyi başaramayan gerçek bir müflis değil midir? Bu ayda dilimizi daim zikir ve istiğfar ile meşgul etmemiz, malayaniden şiddetle kaçınmamız, az-öz konuşmaya dikkat etmemiz, asla gıybetle orucumuza zarar vermememiz gerekiyor.
Aslında 11 ay boyunca biriken günahlarımızdan arınmanın, paslanan kalplerimizi parlatmanın yoludur Ramazan. Tasavvuf ehlinin riyazette (nefsi terbiye) dikkat çektiği 4 hususa, Ramazan’da hasseten dikkat etmemiz, nefsimizi terbiye etmemiz de çok etkili bir yol olacaktır. Aslında kıymetini bilerek geçirilmiş bir Ramazan ayında, bu dört hususa doğal olarak dikkat edilir. Az yeme, az konuşma, az uyuma ve uzlet.
Az yemek, oruçlu olunduğu için, kendiliğinden gerçekleşiyor zannedilse de iftarda ve sahurda aç gözlü davranmak, kişiyi maalesef, çok yemenin afetine sürüklüyor. Her iftar öncesi kişinin nefsi aç gözlü davranıyor ve midesinin doyacağı kadarı değil, gözünün doyacağı kadarını hazırlamaya çalışıyor. İşte bu aç gözlülük hastalığını ilk günlerin iftarında anlayan kişi, sofraya koyulan çeşidi ve miktarı azaltmalıdır. Bu şekilde hazırlanan bir sofra ile ve Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in, ‘yemeği yavaş yeme’ ve ‘sofradan doymadan kalkma’ şeklinde gelen tavsiyelerini uygulamak ile az yeme başarılacaktır. Az konuşmak husunda ise, açlığın verdiği halsizlik ve takatsizlikten istifade etmek gerekiyor. Çok ve de boş konuşmak, karnın tokluğu ve bedenin sıhhatiyle alâkalıdır. Bir de dilin daim Allah’ı zikir halinde olması, dinin- davanın, cemaatin-hizmetin derdini konuşmaya alışması, malayaniye dönmesine engel olacaktır. Allah’ı ve davasını zikretmeyi meleke edinmiş bir dil, haktan gayrısına dönmeyecektir; boş kelam konuşma yeteneğini (!) de kaybedecektir.
Az uyumak konusunda ise, sahurun çok faydası olacaktır. Sahurun neye faydası yok ki? Efendimiz; “Sahur berekettir,”2 “bizim orucumuzla ehl-i kitabın orucunun farkı sahurdur”3 buyurur. İmsaktan önce tatlı uykusunu- ki insan bazen, uykuyu yemeğe tercih ediyor- bölerek sahura kalkan Müslüman, bu vesile ile hem teheccüd vaktinin feyzinden – neş’esinden faydalanacak, hem de bu vesile ile az uyumuş olacaktır. Dördüncü husus olan uzlet ise, yine Ramazan vesilesi ile Ramazan’ın son on gününde girilecek olan itikaf ile gerçekleşecektir.
Ramazan İbadet Ayıdır
Ramazanın en önemli ibadeti şüphesiz oruçtur. Farz olan bu kıymetli ibadeti hakkıyla yapabilene müjdeler olsun! Allah’ın affı-mağfireti, meleklerin hatta denizdeki balıkların bile onun adına istiğfar etmesi, orucunu açtığı ilk andaki kabul olunan duası, cehennem ile arasına konulan yerle gök arası kadar mesafe, cennette sadece oruçluların gireceği Reyyan kapısı… Daha ne olsun, rahmet üstüne rahmet, müjde üstüne müjde…
Geçen yıllarda, Ramazan’da yapacağımız mühim ibadetleri, aklımızda daha çok kalsın diye “3İ ve 3T” diye özetlemiştik. 3İ yani: İnfak, İtikaf, İftar. 3T yani: Teravih, Tesbihat, Teheccüd.
Ramazan infak ayıdır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem için Ramazan ayında, ‘rahmet taşıyan rüzgârlardan daha cömert olurdu’4 denilmektedir. Bu ayda, malımızın şükrü ve temizlenmesi için verdiğimiz farz hükmündeki zekatımızı, canımızın sadakası için verdiğimiz vacib hükmündeki fitremizi ve hayır-hasenat için verdiğimiz nafile hükmündeki infaklarımızı ihmal etmeden vermemiz gerekiyor. Çünkü Ramazan’da verilen infakın sevabı ile Ramazan sonrası verilenin sevabı arasında büyük bir fark olacaktır.
İtikaf: İtikaf, Efendimiz’in hiçbir zaman terk etmediği bir sünneti müekkededir. İbni Şihab Ez-Zühri: “Acaba insanlar itikafı nasıl terk ediyor? Efendimiz itikafı vefat edinceye kadar hiç terk etmedi” diyor. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ramazan’ın son on günü gecesiyle beraber mescidde itikafa girerdi. Aslında İslam dini inziva hayatını tavsiye etmemiştir. Ancak itikaf gibi kısa dönemlik bir uzlete, başımızı ellerimizin arasına alıp hayatın muhasebesini yapmaya, mescidde gece-gündüz kalarak yoğun ibadet içerisinde Allah’ta yok olmaya ve ‘beni affedene kadar bu mescidden çıkmayacağım’ diyerek ısrarla tevbe etmeye ne kadar çok ihtiyacımız var. Ancak itikaf esnasında tüm bunları yaparken, kişi aslında yalnız da değildir. Gerek dava arkadaşlarıyla gerekse de cami cemaatiyle bir arada olmaktadır ki, bu durum da itikafa ayrı bir anlam ve fayda katmaktadır.
İftar: Evlerimizde arkadaşlarımıza, akrabalarımıza, talebelerimize yemek daveti vermemiz, Efendimiz’in sünnetidir. Bir de bu iftar davetlerini tebliğ ortamına çevirdiğimizde, Efendimiz’in kaybolmuş bir sünnetini ihya etme sevabına nail olacağız. Burada dikkat edilmesi gereken husus ise bu davetlerde büyük zahmetlere ve israfa kaçılması… Belki de tüm bu zahmet ve masraflardan dolayı insanlar, misafir almayı azalttılar. Bu durumu, daha sade, mütevazı ama elbette özenilmiş sofralar hazırlayarak düzeltebiliriz.
Teravih: Sadece Ramazan’da kılabileceğimiz nafile bir namaz. Teravih namazında, bir sünneti yerine getirmenin sevabının yanı sıra, özellikle halkın önem verdiği bir namaz olması hasebiyle halkla bir araya gelme, tanışma, kaynaşma imkânı elde ediyoruz. Bu anlamda Ramazan akşamları -çocuklar da ihmal edilmeden- ailecek gidilen teravih namazları, ailemizle, cami ile ve halkla kaynaşmamıza vesile olacaktır.
Tesbihât: Bu ay her halimiz zikir hali olmalı. Evimizden çıkarken, yolda yürürken, namazlardan sonra yapmamız gereken tesbihlerimizi ihmal etmemeliyiz. Özellikle sabah-akşam virdimizi asla aksatmamalıyız. Yüzlük tesbih, tehlil, tahmid ve salavât-u şeriflerimizi artırarak çekmeye devam etmeliyiz.
Teheccüd: Ramazan’da aslında bir ay boyunca teheccüd kılabiliriz. Çünkü her gün sahura kalkıyoruz. Bu kalkışı fırsat bilip bir taşla bir kaç kuş vurabiliriz. Biraz erken kalkıp, -icabet saatinde- teheccüdümüzü kılarak, Kur’an’ımızı okuyarak ve dualarımızı yaparak, birkaç saatin içerisinde bir çok amel yapma imkanına sahibiz.
Ramazan, bir ay boyunca envai çeşit ibadetle eğitildiğimiz, terbiye edildiğimiz bir fırsat ayı. Ramazan, orucuyla- namazıyla, teravihiyle- teheccüdüyle, infakıyla- itikafıyla, sahuruyla- iftarıyla bizi disipline eden, bize sabrı öğreten ve bizi bir yıl boyunca etkileyecek bir talimden geçiren, bir eğitim ayı. Bir kaçıran ya bir sene beklemek zorunda kalacak, ya da bir daha asla kavuşamayacak. Bu sebeple kıymetini bilmemiz gerekiyor. Kur’an-ı Kerim Ramazan günleri için “sayılı günler” der. Bizde de bir söz vardır: ‘Sayılı günler çabuk geçer.’ Şu sıcak ve uzun yaz günlerinde Ramazan’ın meşakkatini gözünde büyütenler bilsinler ki, bu sayılı günler de çabucak geçecek. Müslümana düşen, ‘bu günlerden istifade edebiliyor muyum, Ramazanın hakkını verebiliyor muyum, sayılı günler geçiyor da, nasıl geçiyor?’ Sorularını düşünmek olmalı. Herkese hayırlı, bereketli, affedilmeyi başarabildiğimiz bir Ramazan geçirebilmeyi temenni ediyorum.
Kaynak

1. Ahmed. Müsned
2. Buhari, Müslim, Tirmizi (Savm)
3. Müslim, Tirmizi (Savm)
4. Buhari (Savm)