14 Temmuz 2021 Çarşamba

ATAMIZ HZ. İBRAHİM (ALEYHİSSELAM)

 


Hz İbrahim’in adı anılınca öyle çok şey gelir ki akla. Öncelikle de yaşadığı büyük ve envai çeşit imtihanlar…

Yaklaşık 200 yıllık hayatında neredeyse her çeşit imtihanı yaşamış ve Allahcc’’ın izni inayetiyle bu imtihanlardan başarıyla geçebilmiştir.

Hz. İbrahim denilince akla sabır, tevekkül, teslimiyet, fedakarlık ve daha nice ulvi meziyet gelir.

Hz Nuh hariç diğer 3 Ulul azm peygamberin atası olan İbrahim(AS), bu özelliği ile insanlığın kahir ekseriyetini oluşturan semavi din mensuplarının sevdiği atası konumundadır. Rabbimiz nasıl ki tufan ile ikinci Adem sayılan Hz. Nuh’u atamız eylemiş, din konusunda da Hz. İbrahimi atamız eylemiştir. Kuranı Kerim’in birçok yerde ‘atanız İbrahim’ ve ‘milleti İbrahim (İbrahim’in dini)’ ifadeleriyle dünyadaki 3 büyük dinin mensupları ata- soy olarak da din olarak da İbrahim(as)’da buluşturmaktadır. Bununla ilgili Rabbimiz Teala şöyle buyurur: 

‘Kul sadekallâhu fettebi’û millete ibrâhîme hanîfen vemâ kâne mine-l müşrikîn…’ De ki: 'Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah'ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.' (Ali imran 95)

Rabbimiz Hz. İbrahim’in dininin de İslam olduğunu bildirerek tüm insanlığı İslam’a davet ederek şöyle buyuruyor:

‘Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'müslümanlar' olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye…’ (hac 78) 

Hz İbrahim, hem büyük insanlık ailesinin atası olarak hem de kendi küçük ailesine gösterdiği ihtimamla örnek bir peygamberdir. Onun hayatını okuyan, bir insanın, ehl-u ıyalinin şirke düşmemesi için, namazı sürekli kılanlardan olması için, ahirette ailece bağışlananlardan olması için nasıl mücadele ve dua etmesi gerektiğini anlar.

Genç yaşta peygamberlik verildiğinde, ilk tebliğini, hem Nemrud’un yanında görevli olan, hem de put satıcısı olan babasına yapıyor. Evladın ataya tebliği zor işlerdendir ki, her kelimeye her söze dikkat etmek gerekir. Hz. İbrahim’in Kur’an’da geçen ifadelerinde babasını tevhide davet ederken gösterdiği ihtimam öyle açıktır ki. "Kitapta İbrahim’i de an. Çünkü o, sıtkı bütün bir peygamber idi. Bir vakit, babasına şöyle demişti: Babacığım, işitmez, görmez, sana hiç bir faidesi olmaz şeylere tapıyorsun. Babacığım, bana muhakkak ki sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde bana uy da seni dümdüz bir yola çıkarayım. Babacığım, sakın şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahman’a asi olmuştur. Babacığım! Doğrusu ben, bu gidişle o Rahmân’dan sana bir cezanın gelip dokunmasından ve neticede şeytana tam bir dost olmandan korkuyorum. (Babası) Demişti ki: 'İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.'(İbrahim:) 'Selam üzerine olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek lütufkardır' dedi. 'Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.'(Meryem- 41/48)

Yüce Peygamberin, eşi ve çocuğunun da bazı hakikatleri anlaması için gayret ve fedakarlıklar gösterdiğini görüyoruz. Eşini ve çocuğunu çölün ortasına bıraktığında, onların bu fedakarlıkla çok şey öğreneceklerini ve yükseleceklerini bilmekteydi: ‘Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.(İbrahim 37)

Teslimiyet denilince akla Hz. İbrahim gelir. Ancak sadece o mu gelir? Elbette hayır; Hz. Hacer, Hz. İsmail de gelir. İbrahim(as)’ın Hz. Hacer’i bırakırken bir açıklama yapmaması, onu kayıtsız şartsız, açıklamasız teslimiyete ulaştırmak içindir. ‘İkna edilmişlerle yola çıkılmaz’ diye bir söz vardır; aynen öyle, açıklamalar yapıldıktan sonra herkes ‘tamam’ diyecektir; ancak bu kabul geçici süreliğine olacaktır. Çünkü böyle bir insan teslimiyet ve tevekkül eğitiminden geçememiş, inanma ve emin olma noktasına gelememiştir. Küçücük bebeğiyle kuş uçmaz kervan geçmez çöllere bırakılan Hz Hacer, tek soru sordu: Ey İbrahim bunu sana Rabbim mi emrediyor? Hz İbrahim ‘evet’ deyince Hz Hacer: O halde Allah bizi zayi etmez dedi. Teslimiyeti en güzel hangi cümle anlatıyor derseniz Hacer’in bu cümlesi derim: O halde Allah bizi zayi etmez.

İbrahim(as)’in kıymetli, gözler aydınlığı oğlu İsmail(as) ise teslimiyette zirvededir. Rabbi ibrahim’e rüyasında ‘oğlunu kesmesini’ söylediğinde Hacerin oğlu İsmail: ‘Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”

Anne- baba teslimiyetin zirvesinde olunca evlat da böyle zor bir konuda böyle tarihi bir cevap verebiliyor. O hem İbrahim’in hem Hacer’in oğlu… Salâtü selam cümlesinin üzerine olsun.

Hz. İbrahim denilince hem müthiş bir zekâ, hem de aklının mutmain olmasını isteyen ve karşısındakini aklen de mutmain etmeye çalışan bir peygamber çıkıyor karşımıza.

Önce kendi aklını çalıştırmış, düşünmüş, Allah’ı arama yolunda adeta cehdetmiştir. Yıldıza, Aya, Güneşe bakıp kaybolduklarını gördükten sonra ‘kaybolanları sevmem’ demesi ne kadar basit ve net bir şekilde yaratıcının varlığına götürür insanı. 'Kaybolanları sevmem!’ Ne çok ihtiyacımız var bu cümleyi anlamaya. Her şeyin eninde sonunda kaybolduğu şu dünyada ‘kaybolanları sevmem; yani bugün veya yarın kaybolup gidecek olanları kalbime koymam. Tüm kaybolanlar; taştan ilahlar, etten ilahlar, ideolojiler acizdir; ben Aziz, Hay Ve Kayyum olan Rabbimi severim, Ona itaat ederim’ diyebilmek, ne diri ve taze bir imandır. Yine düşünen, kafasını yoran Hz. İbrahim’in ‘dirilişe’ dair soru sorduğunu görüyoruz: ‘Hani İbrahim: 'Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' demişti. (Allah ona:) 'İnanmıyor musun?' deyince, 'Hayır (inandım), ancak kalbim mutmain olsun istiyorum' dedi.

Hz. İbrahim’in bu yönünü insanları hak dine davet ederken de görüyoruz. Tarih boyunca dillerde dolaşan, Kuran ile de doğruluğu tasdik edilen, meşhur hadise buna örnektir. Genç bir delikanlı iken puthanedeki tüm putları baltasıyla kırıp baltayı en büyük putun boynuna astı ve kim yaptı bunu denildiğinde ‘büyüğüne sorun o söylesin’(Enbiya 63) demişti. Putların acziyeti ancak bu kadar net ve akılcı anlatılırdı. Yine Nemruta karşı: ‘Allah güneşi doğudan doğuruyor haydi sen de batıdan doğur’(Bakara:258) diyerek Nemrud’un şaşırıp kalmasını sağlayan Hz. İbrahim…

İbrahim(as)’a baktığımızda ahlaki açıdan da çok özel bir insan karşımıza çıkıyor. Nemrud’un dağlar gibi büyük ateşi karşısındaki sabrını- tevekkülünü anlatmaya kelimeler yeterli olabilir mi?

Cömertlik denilince akla gelen peygamberdir Hz. İbrahim. Taberi’de geçen rivayete göre, 3 günlük yola adam gönderir, herhangi bir yolcu varsa gelsin yemek yesin, dinlensin isterdi. Bu durum cömertlikte zirvedir. Bugünkü insanların anlayacağı bir cömertlik değildir bu. Cömertliği birçok insan anlatır ama aslında onun ruhundan öyle uzaktır ki. Efendimiz için de tarif edilen budur: Sanki bitmeyecekmiş gibi veriyordu. Hz İbrahim’in cömertiğinin tarifi aynen böyledir. Çünkü bu kıymetli peygamberler bilmektedirler ki Kerim olan Rabbimiz ‘şükrederseniz arttırırım’ buyuruyor…

Rabbimiz Teala buyurur: ‘… Doğrusu İbrahim evvah ve halim idi’ (Tevbe 114) ‘Evvah’ yani çok âh edip üzülen demek. Hz. İbrahim insanların hakikati anlamamalarına çok üzülür, onların günahlarından ve kötü akıbetlerinden dolayı gözyaşı dökermiş. Bugün hem iman etmeyen milyarlar için, hem de kanları ve gözyaşları sel gibi akan Müslümanlar için İbrahim gibi evvah olan müslümanlara ihtiyaç var. Maalesef acı veya tatlı herkes kendi hayatını yaşıyor. Kalbi ince, gözü yaşlı, İbrahim yürekli olmaya çok ihtiyacımız var. Ümmet olarak hiç olmazsa acılarda buluşabilsek vahdetten bahsetmeye yüzümüz olur.

Hz. İbrahim deyince akla ciğerden yaptığı dualar gelir. Kuran’da en çok duası nakledilen peygamberdir Öyle çeşitli konularda dua eder ki, o dualar Onun hem yaşadığı imtihanları hem de iyilikle dolup taşan yüreğini izhar eder.

Seksen küsür yaşına kadar çocuğu olmamıştır. Hayırlı bir evladı olmasını öyle çok ister ki. Bugün çocuğu olmayan veyahut da çocukları hayırlı olsun isteyen insanlara tavsiye edilen meşhur, güzelim duasını söyler: 'Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl,' (Furkan 74)

Hz Peygamberin gönderilmesi için de özel olarak dua etmiştir. Bu sebeple Efendimiz(sav) ‘ben atam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’nın müjdesiyim, annemin de rüyasıyım’ buyurur. Kuranda geçen duada Hz. İbrahim(as): ‘Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin’. Der. Hamdolsun Atamız İbrahim(as)’ın duası kabul oldu, alemlere rahmet olan Hz. Peygamber(sav) gönderildi ve hamdolsun bizler de Onun ümmetinden olduk. Salatu selâm hepsinin üzerine olsun. Rabbim bizi atamız Hz. İbrahim(as) ve Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav)’in ahlakıyla ahlaklandırsın.

3 Nisan 2021 Cumartesi

İDEALİST RUHU KAYBEDENLER VE KAYBETTİRMEYE ÇALIŞANLAR

 


               Bugün gerek diğer ideolojilerin mensupları arasında, gerekse de İslami cenahta idealist insan kıtlığı yaşanıyor. Gençlerin çoğu herhangi bir ideale sahip değil. Geçmişte idealleri uğrunda bir şeyler yapmış insanlar da heyecanlarını, ümitlerini, ideallerini kaybetmiş durumda. Son günlerde, bazı aydınlardan veya bir zamanlar İslam’a hizmet etmiş insanlardan şu cümleleri sıkça duyuyoruz: ‘Eskiden bazı şeyleri yanlış anlamışım, şimdi realitenin öyle olmadığını görüyorum’, ‘geçmişte laikliği eleştirirdim şimdi ise mantıklı buluyorum’, ‘gençlik yıllarımda İslamcıydım şimdi ise İslamcılığın bir ideal olamayacağını anladım, olsa bile o ideal öldü’, ‘İslam Medeniyeti şart değil, insan merkezli daha evrensel bir medeniyete ihtiyaç var …’ gibi cümleler.

              Sarf edilen bu cümlelerin hepsinde ortak bir kaç nokta var: Geçmişinden pişmanlık, idealizmini kaybetme, gelecek nesli idealizm konusunda uyarma.

                Bu cümleleri sarf eden kişilerin kendilerince çeşitli sebepleri olduğunu görüyoruz. Bunların bir kısmı AKP hükümetiyle yaşanan adaletsizliklerin sebebini -tıpkı bazı solcular gibi- din zannediyorlar. Öyle zannettikleri için de suçlu olarak dini görüyorlar ve dinin ideallerinin hiçbir yaraya merhem olamayacağını hatta yeni yaralar açacağını düşünüyorlar. Bunların içinde gözünü bu hükümetle açan, yapılan birçok gayrimeşru siyasetten midesi bulanan gençler olduğu gibi, geçmişte İslami hizmetlerde bulunmuş, 28 Şubat’ı yaşamış, sonrasında AKP’nin kuruluşunda bizzat rol oynamış siyasiler de var, AKP’nin gelişiyle ülkeye İslam’ın adaletinin/huzurunun geleceğini düşünen halk da var. Oysa bundan 25 yıl önce, kendi ideolojilerinin kof olduğunu gören birçok solcu bile ‘İslam gelse belki düzelir bu memleket’ diyebiliyordu.

                Gelinen noktada ‘İslamcı’ olarak lanse edilen bir partinin yaptıkları İslam’a mal edildi ve insanlar İslam’dan uzaklaştı. Oysa AKP hiçbir zaman İslamcı bir parti olmadı; hatta kendi sözcüleri de böyle olmadıklarını, çeşitli zamanlarda defalarca dile getirdi. Gençlerin AKP’yi İslamcı zannedip idealist olmamaları bir nebze olsun anlaşılabilirse de geçmişin İslamcılarının AKP örneğinden yola çıkarak ideallerinden vazgeçmelerinin mazur görülecek tarafı yoktur. Açıkça yazmak gerekirse onların durumu; sistem tarafından, bu süreç içerisinde, gün-gün değiştirilme-dönüştürülme durumundan başka bir şey değildir. Aslında bu yazıyı yazarken başlığı ‘açık konuşalım efendiler değiştirildiniz’ şeklinde atacaktım sonradan vazgeçtim. Ancak hakikat bu cümlenin ta kendisidir.

                Haklı veya haksız, çeşitli gerekçelerle idealizmi kaybetme, fikirsel anlamda ciddi değişim ve dönüşümlere sebep olmaktadır. Bu fikirsel değişimler -İslami cenahın idealizmini kaybedenlerinde- laikliği benimser hatta savunur hale gelmeye kadar giden bir dönüşüme sebep olmuştur. 28 Şubat sonrasını baz alacak olursak yaklaşık 25 yıllık bir sürecin ardından gelinen noktada; İslami ideallerini kaybetme, geçmişte savunduklarını bugün inkâr veya geçmişte reddettiklerini bugün kabul etme gibi çeşitli düşünsel karışıklıklar yaşanmaktadır. Bu durumun yaşanmasında ciddi hayal kırıklıklarının rolü elbette büyük olmuştur. Özellikle; her ne kadar bazı İslami söylemlerle gelse de sistemin içerisinde olan bir partinin bu kadar değişeceğinin veya peygamberi metodla hareket etmeyen bir cemaatin stratejik hatalar yapacağının kaçınılmaz olduğunu düşünemeyenler büyük hayal kırıklıkları yaşadı. Yaşanılan bu kadar hayal kırıklıkları ise idealist ruhu boğdu.

                Müslümanların hiç olmazsa ‘ideal’ gibi temel meselelerde kafası, fikri net olmalıydı/ olmalıdır. Kafası net olanların ruhu diri olur, kafası net olmayanların ise bezgin hatta ölü bir ruha sahip olmaları kaçınılmazdır. Etrafımızda gezen bu bezgin ruhlu Müslümanlar o kadar çoktur ki ve onlar yeni nesle de öyle kötü örnek olmaktadırlar ki.

                İnsan bazen bu ölgün ruhları etrafta dolaşır vaziyette gördüğünde; bunlar keşke hiç ortalıkta olmasa, keşke kimseyle konuşmasa, kendisi ölmüş bari başkalarını öldürmese diyor; ancak öyle olmuyor. Çürük elmanın sağlam elmaya kastetmesi gibi bunlar da yanlarındaki yönlerindeki insanlara idealizmden uzak, ot gibi, ondan da beter dünyevi hayatlar öneriyorlar.

                İdealizmini kaybedenlerdeki en problemli bakışlardan birisi Marks’ın, ‘Din, halkların afyonudur’ sözünün bir nevi açılımı sayılabilecek; adaletsizlikleri yapanlar Hz. Ömer, Hz Ali’yi örnek vere vere zulmederler, anlayışıdır. Bu cümle hakikatte doğru bir cümledir; ancak bunu derken, lafı, ‘bu din veya bu dinin muttaki önderleri örnek alınmamalı evrensel ahlak/insaniyet örnek alınmalı’ anlamına gelecek bir niyet taşıyorlarsa, bu insanlar ideallerini kaybetmişlerdir. Sanki İslam dininin ilkeleri evrensel değilmiş gibi, O’nun dışında sabiteler aramak, İslam’ı hem nakıs görmek hem de evrensel olmadığını düşünmektir. Birilerinin şark kurnazlığı yaparak dini kullanması, o insanların iki yüzlü siyasetidir ki böyle insanlar, evrensel değerleri kullanarak da insanları kandırabilmektedir.

                Atasoy Müftüoğlu bir röportajında Müslümanların hayal kırıklıkları yaşayarak ideallerini kaybetmesine, ‘entelektüel haçlı seferleri karşısında bozguna uğramak’ diyor. Bu bozgunun sebeplerinin neler olduğuna bakacak olursak, Müslümanların kendi medeniyetlerini, kültürlerini, sanatlarını öğrenmeye ve ayakta tutmaya çalışmadıkları olduğunu görürüz. Bugün özellikle gençler entelektüel yönün sadece Batıda var olduğunu, Doğunun ise bu çağ için yaşanılabilir bir medeniyet ve kültüre sahip olmadığını düşünmekte. Gençleri bu yanlış düşünceye sevk eden en önemli etken ise, İslam’ı anlayamamış ve onun medeniyetini hazmedememiş olmalarıdır. Oysa bu eleştirilerini bir kenara bırakıp, kompleksli psikolojilerinden sıyrılıp, özlerine dönmeleri şarttır.

                Bunun için önce dinlerini ve o dinin medeniyet özelliklerini iyice öğrenmeleri gerekmektedir; milyonlarca insanı öldüren, öldürmeye de devam eden ve özü, dünyayı ifsada dayanan bu devasa cellada, kıtaları sömüren bu devasa gâsıba hayran olmaya doğru giden evrilme sürecini durdurmak zorundadırlar. Zira hayran olduklarında gerçek adaletin, gerçek insaniyetin Batıda olduğu yanılsamasına düşmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu kimseler Malik bin Nebi’nin şu sözünü unutmasınlar: “Batı, kendi insanına hümanist, diğer milletlere emperyalisttir.”

                Tüm dünyada özellikle 1800’lerin sonunda 1900’lerin başında doruk noktada olan Batı hayranlığı 1950’lerde Batının çirkef yüzü görüldükçe oldukça azaldı ve nispeten de olsa yerini İslam’ın ideallerini yeniden canlandırma heyecanına bıraktı. İslami hareketler oluşmaya, idealist aydın ve hocalar yetişmeye başladı. Ancak 2000’lerle beraber Ortadoğu’da Arap baharıyla Türkiye’de de AKP hükümetiyle bu yalancı baharlar ciddi hayal kırıklıkları yaşattı. Bu hayal kırıklığı kısır bir döngü gibi özellikle gençlerin yönünü tekrar Batıya çevirmesine neden oldu.

                İdealist ruhu kaybetme sebeplerinden bir diğeri ise; Ortadoğu ülkelerini İslam diyarı gibi görüp, bu ülkeleri batılı ülkelerle kıyaslama yanlışlığıdır. Oysa bugün hiçbir Ortadoğu ülkesinde İslam hâkim değildir. Ve şöyle de bir yanlış algı vardır; bir ülkede İslam hukuku varsa orası İslam’ın hâkim olduğu memlekettir algısı. İslam’ın ideali, göstermelik bir ‘kanunlar yani şeriat devleti’ kurmak değil, İslam Medeniyeti kurmaktır. İslam Medeniyetinin içinde şer’i hükümler elbette vardır; olmayacaksa Kur’an- sünnette yüzlerce şer’i hüküm neden bildirilmiştir? Ancak bir memlekette medeni bir atmosferin oluşması için fertlerin yani toplumun medeni olması elzemdir. Bunu sağlayabilmek, fertlerin ahlaken eğitilmesi ile mümkündür. Bu eğitim; adalet anlayışının, doğru sözlü olmanın, kadın-erkek ilişkilerinde hassasiyet gibi birçok konunun anlaşılmasını sağlayacaktır ki, bunun yolu; gerek okullarda verilecek sâfi İslami eğitim, gerekse de meşru bir şekilde yapılacak kültür/sanat faaliyetleridir.

                Bugün toplumsal eğitimi gerçekleştirecek en etkili sivil toplum kuruluşları cemaatlerdir. İslam Medeniyetini kuracak toplumun kilometre taşı olacak her bir ferdin, genç- yaşlı İslami eğitimden geçmesi lazımdır. Bu eğitimi verecekler halihazırda cemaatlerdir. Çünkü devlet bu eğitimi olması gerektiği gibi vermemektedir. (Ne acıdır ki bugün cemaatlere engel olunarak bu eğitime de engel olunmaktadır.) Ancak Medeniyet idealinden vazgeçenlerin cemaat çalışmalarını ve cemaate gidenleri ağır (hatta hakarete varacak) sözlerle eleştirdiklerini görüyoruz. Bu insanları, kendi akıllarıyla hareket etmeyen, özgürlükleri bitirilmiş zavallı tutsaklar gibi görenler, kendi idealsiz hayatlarından bihaber vaziyettedirler. Bu insanlar bunun adına özgürlük, bağımsızlık diyebilirler ben bunun adına idealsizlik diyorum.

                Evet, idealimiz Tevhidin hâkimiyetiyle sağlanacak İSLAM MEDENİYETİDİR. Çünkü yeryüzünde fitnenin kalkması1, adaletin sağlanması2, erkeklerin kadınların, çocukların ölmemesi3 bu medeniyetin hâkimiyetiyle mümkündür. Bu idealimizden canımız pahasına vazgeçmeyeceğiz. İdealist olmayanların ölgün ruhlarının bizi de öldürmesine müsaade etmeyeceğiz. Birileri, ayetlerle sabit olan, Rabbimizin belirlediği ideallerimize ütopya diyebilir. Onlar kendileri açısından doğru söylüyorlar, idealist olmayana bütün hedefler ütopyadır. Ancak idealinin ne olduğunu net anlayan ve kendine değil Rabbi’ne güvenen bir idealist bilir ki; Allah gerçekleşmeyecek hayal kurdurmaz.

1. Yeryüzünde fitne kalmayıp din, yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla mücadele edin. (Enfal, 39)

2. Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutun. (Nisa, 135)

3. Size ne oluyor ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz halkı zalim olan bu şehirden çıkar ve bize katından yardımcılar gönder’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75)

1 Şubat 2021 Pazartesi

Yoksa yine ‘mesele ağaç değil; anlamadın mı?’ mı diyeceksiniz.

 


Solcuların en büyük handikabı siyaset bilmezlikleri. Neyi nerede söyleyeceklerini, neye hangi söylemle karşı olmaları gerektiğini bilmiyorlar. Tüm bu temel bilmezlikleri, onları bir halk hareketi olmaktan fersah fersah uzaklaştırıyor. İnsanlar onları görünce uzak durmaya çalışıyor. Bu bilmemezlikte en büyük payı din ve dindarlar alıyor. Sol kesim, bir hakkı savunacağı zaman işin içine mutlaka dine yergiyi, dini değerleri aşağılamayı koyar. Oysa onlar ister kabul etsin ister etmesin, insan manevi yönü olan, buna ihtiyaç duyan bir varlıktır. Bu durum zayıflık değil, yaratılıştan kaynaklı bir gerçek ve insana insan olduğunu hatırlatan bir özelliktir. Fıtrata yerleştirilen bu özellikten dolayı insanların çoğu bir inanca sahiptir. Bizim ülkemizde bu inanç İslam’dır. Dolayısıyla bu ülkede hiçbir hareket, parti, dernek veya müstakil bir konuyu, bir problemi ortaya koymak için bir araya gelen, direnen bir topluluk, dine, dinin sembollerine, manevi değerlere saygısızlık yaparak taraftar toplayamaz, haklılığını ispatlayamaz.Halkı arkasına alamaz; sadece elitist, marjinal veya akademideki bazı solcuları arkasına alabilir. Oysa hiçbir hareket halkın desteğini almadan başarılı olamaz.

Boğaziçi Üniversitesinde rektör değişikliğine direnen kimseler, mecbur muydu LGBT bayraklarının dalgalanmasına, derneklerinin boy göstermesine izin vermeye. Veya bu mücadeleyi verenler İslam dininin kutsallarına saldırmayı marifet addeden kimseleri içlerinde barındırmadan veya böyle şeyler yapanları önce kendileri kınayarak daha samimi olamazlarmıydı? Böyle yapsalardı davalarına bir halel mi gelirdi? Yoksa gezi parkındaki mantıkla; ‘mesele rektör ataması değil sen daha anlamadın mı’ diyecekler. Şayet böyle yapıp, konuyu mecraından saptırırlarsa, ne üniversite ne de ülkenin içinde bulunduğu hak-hukuk tanımaz uygulamalar konusunda bir sonuç elde edebilirler.     

Yaptıkları açıklamalardan, tüm bunları ‘fikir hürriyeti’ kapsamında değerlendirdiklerini anlıyoruz. Oysa başkalarının kutsalına saldırı fikir özgürlüğü olamaz. Fikir özgürlüğünün de bir mantığı olmalı. Serkeş ve tarafgir bir özgürlük anlayışı toplumsal düzeni hepten bozar ve asgari müşterekte dahi bir araya gelememeyi sağlar ki bu bölünmüşlük bir toplumun felaketidir.

Anladığım kadarıyla birileri Boğaziçi direnişini kırmaya, birçok insanın nazarında haklı olan mücadelelerinde haksız konuma düşmelerini sağlamaya çalışıyor. Bu direnişi gerçekleştirenler eğer bu halkın veya kendi içlerinde bulunan dindar talebelerin manevi değerlerini ayaklar altına alırlarsa, bu işin sonucu fayda olmadığı gibi tam tersi çatışma olur. Ve bu çatışmadan kimse kazançlı çıkmaz

Sonuç olarak Kabe kutsalımızdır, canımızdır. Bu anlamda en ufak bir saygısızlığa tepkimizi gösteririz!... Liyakatsiz atamalar konusunda tepki gösterme gerekliliği ise elbette aşikardır

27 Ekim 2020 Salı

ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL MUHAMMED

Yirmili yaşların başımdaydım...

Öğle arası verildiğinde, arkadaşlarla beraber çalıştığım hastanenin yemekhanesine yemek yemeye gittik ve boş gördüğümüz yere oturduk. Bir süre sonra, 4-5 kişilik bir grup yemeklerini alıp bizim tam karşımıza geçti. İçlerinden birisi yemeğe başlar başlamaz, oldukça yüksek bir sesle Peygamberimiz aleyhine konuşmaya başladı. Mevzuyu O'nun evliliklerine getirdi ve benim buraya yazmayı bırakın, düşününce bile haya edeceğim kelimeler sarfetti. Kadın, henüz konuşmasının başındayken kendi kendime 'Ya Sabır' deyip durdum; ama artık çirkefleşince cevap vermeye başladım. Efendimizin özel hayatındaki durumları izah ettiğimde anlayacak bir kadın değildi. Sakin bir ses tonuyla konuşmaktan anlamayan ve insanlara da aldırış etmeden yüksek sesle konuşan kadına ağzının payını vermemin farz olduğunu kesinkes anlamıştım. Nasıl cevap vermezdim? O, tertemiz bir insan hakkında utanmadan konuşurken, ben nasıl olur da Peygamberimi savunmam dedim ve konuşmaya başladım. O konuşuyordu ben konuşuyordum... O konuşuyordu ben konuşuyordum... Artık ayağa kalkmıştık; yemekhanedekiler dikkatle bize bakıyorlardı. Tek bir Allah'ın kulu karşıdaki terbiyesize 'sen ne diyorsun' demedi. Kadın en son 'ya ben, sana bir laf mı ettim; Muhammede söyledim ne bu öfken' dedi. Ben de: 'Keşke bana söyleseydin. Bana söyleseydin ben kendimi müdafa etmezdim; cahilliğine verir 'cahildir; hadi selametle' deyip uzaklaşırdım.'' dedim. Kadın bu sözüme hayret etti çekip gitti. Daha sonra da ne zaman beni bir yerde görse yolunu değiştirmeye başladı.      

Peygamberimiz(SAV) bizim değerimizdir; değerlimizdir. O'na hakaret edene hiç olmazsa dilimizle olsun cevap vermeyeceğiz de lal olup Şeytan mı kesileceğiz! Ebu Bekir O'na saldıranlara gövdesini siper ediyordu, kandan heykele dönüyordu. Hz Ali O'nun yatağına yatıyor 'O'na canım feda' diyordu. Uhudda Katade bedenini siper ediyor, gözü çıkıyordu... O(sav)'nun bedeni yok ama adı var ve bizim de O(sav)'na imanımız var. O(sav)'nun adını lekelemek O(sav)'nun getirdiği dini lekelemek demektir. O'nun adını lekelemeye çalışanlarla vargücümüzle mücadele ederiz. Elbette provakasyona gelmeyiz ama zillete de düşmeyiz... Böyle müdafaları basit veya gereksiz görenler, mevzu bahis kendi liderleri/önderleri olduğunda onlara en ufak söz söyletmezler. Hatta onları korumak için yasalar bile çıkarırlar.  

Bugün İslami kesimden olduğunu düşündüğümüz insanların tutumları ise daha ilginç. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da bir komleks ve bir savrulma almış başını gidiyor. Onlar, marjinal ve radikal bir Marksist, ideali uğruna mücadele verdiğinde, alabildiğince alkışlarken, samimi bir müslüman olması gereken tepkiyi veya davranışı ortaya koyduğunda 'gelenekselci veya marjinal'  gibi yaftalayabiliyorlar.

Kim ne yaparsa yapsın O(sav) her daim çok sevildi ve hiç bir zaman unutulmadı, unutulmayacak. Kur'an bize, Peygamberimiz ilk gönderildiğinde, müşriklerin O(sav)'nun için 'raybe'l menûn' dediğinden bahseder. Raybe'l menun yani; zamanla unutulup gidecek kişi. Müşrikler O'na böyle demiştir; ama O(sav), zamanla daha çok tanındı, daha çok sevildi. O'na böyle diyenler unutulup gitti. Bugün de O'na düşmanlık edenler unutulup gidecek; ama O, sevilmeye, izinden gidilmeye, kurduğu mükemmel medeniyet yeniden inşa edilsin diye mücadele edilmeye devam edilecek.

Biliyorum, O'nu gerçekten müdafaa etmek O'nun getirdiği yaşam tarzı, tevhid ve adalet merkezli medeniyet için mücadele etmektir. Ancak adını bile müdafaa edemezsek, canla- başla bu büyük mücadeleyi ortaya koyabilir miyiz?  





24 Eylül 2020 Perşembe

BAŞARININ ANAHTARI: İTKÂN

Görevliyiz; vazifeyi Allah’tan almışız ve bu vazife büyük bir emanet…

Rabbimiz Teala buyurur: Biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik, onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular; onu insan yüklendi…

Ayette, yüklendiğimiz emanetin büyüklüğü, fevkalade ifadelerle, adeta insanın içini titretircesine anlatılıyor. Ve kaygılı her insana: Nasıl taşıyacağım? Ne yapacağım? Hadi altında ezilirsem gibi onlarca soru sorduruyor. Ancak Rabbimiz başka ayetlerde bu emanetleri taşıyacak gücümüzün olduğunu ve buna ehil olduğumuzu da bildiriyor. ‘Allah, kimseye gücünün üstünde yük yüklemez’ buyuruluyor. Bu ayetten anlıyoruz ki; insanoğluna yüklenen vazife esasında onun altında ezileceği, onu devirecek/ belini kıracak bir vazife değil. Yine başka bir ayette: ‘emaneti ehline verin’ buyuruluyor. Bu ayetle aslında bir taraftan insana nasihat eden Rabbimiz, bir taraftan da kendi ahlakını bize bildirmiş oluyor. Yani insana dünyanın küçük işlerini/emanetlerini bile ‘ehil olana verin’ buyuran, devasa emaneti ehil olana vermez mi?

O halde Rabbimizin bize yüklediği davayı taşımaya, temsil etmeye ve onun uğrunda mücadele etmeye ehil bir durumdayız. Ancak bugün baktığımızda insanlık emanetten bihaberdir; emaneti yüklendim diyenlerin hali de ortadadır. Emanetten bihaber olanları anlatmaya gerek yok… Biz bu yazımızda emanete sahip çıktığını iddia edenlere bakalım.

Bugün İslam dininin temsilcileri olan Müslümanlara baktığımızda, gerek dünyevi gerekse de islama hizmetle ilgili işlerinde, titizliğin olmadığını görüyoruz. Hatta şunu diyebiliriz ki; belki de işini en kötü yapanlar Müslümanlar. Hal böyle olunca, işlerinde en başarısız olanlar da Müslümanlar oluyor. Bunun sebebi ne? Bunun en büyük sebebi Müslümanların Kur’anın bu konudaki ilmine/ öğretilerine/ direktiflerine göre hareket etmemesi. Kur’an bir işte başarılı olmanın yolu olarak ilmi çalışmayı göstermiştir. İlim, Kuranın en çok önem verdiği konulardan birisidir; bu sebeple 900’ü aşkın yerde ‘ilim’ kelimesi geçer. Sadece bu rakamsal bilgi bile bu kitabın, mensuplarına verdiği büyük bir mesajdır…

Herhangi bir işin ilme uygun yapılıp yapılmaması, sonucu belirleyecek en önemli etken sebeplerdendir. Aslında bu gerçeği vahiy değil akıl da insana söylemektedir. Bunun farkında olan batı medeniyeti, gerek teknoloji konusunda gerekse de dünyaya egemen güç olma konusunda başarıyı bu yolla elde etmiştir.

Rabbimiz, tıpkı fizik alemindeki kanunlar gibi metafizik alemine de kanunlar koymuştur. Herhangi bir işte başarıya ulaşmanın sünnetullahı vardır ve Allah’ın sünnetullahında değişiklik olmaz. Bu sünnetullahın temel esaslarından biri; ilmi çalışmadır. Başarının ilminde/formülünde işi kitabına uygun, planlayarak, sürekli ve disiplinli bir gayret içerisinde yapmak gibi esaslar vardır. Bu formülden şunu anlıyoruz ki; bir işi güzel yapabilmek ve başarılı olabilmek için 2 temel durum gerekiyor; ilim ve düşünce.

Said Havva ‘Allah’a inanmak’ kitabında bu durumu şöyle anlatır: ‘Kuran üzerinde düşünmeye başlayan kişi, İslam’ın Müslümanlara düşünmeyi farz kılmış olduğunu anlar. İlim öğrenmek de yine her Müslümana farzdır. Düşünce ve ilim, Müslümanın şahsiyetinin iki parçasıdır. Oysa ilim ve düşünce; kafirin ya kendisiyle savunduğu bir zevki ya geçimini temin aracı, ya da bazılarında bir hevestir.’ Üstadın bu açıklamasında, Müslümanlar için, olması gereken durum anlatılmaktadır. Oysa Müslümanlar işlerini, düşünmeyi ıskalayarak yapmaktadırlar. Kendilerini düşünmeye sevkeden  Kur’anın kelamından ya habersizdirler ya da miskinliklerinden veya tembelliklerinden dolayı ilim öğrenmeyi ve düşünmeyi kulak ardı etmektedirler. Evet, düşünmek farzdır, hem de en mühim farzlardan biridir ancak, çok da zordur. Bir düşünürün dediği gibi; en zor işçilik fikir işçiliğidir. İşte bu zora gelmeyenler hayatta hiçbir konuda başarılı olamamaktadırlar.

‘Hiç düşünmez misiniz’ buyurarak Müslümanları soruyla karışık adeta azarlarcasına düşünmeye sevkeden Kur’ana mukabil düşünmeden/ kara düzen hareket eden İslam alemi son 300 yıldır; düşünenlerin elinde oyuncak olmakta, sömürülmekte, üzerlerinde plan üstüne plan uygulanmaktadır.

Bu acı durumun sebebini ve sonucunu bir başka ayette şöyle anlıyoruz: ‘… Kendinizi tehlikeye atmayın kendi ellerinizle. Yaptığınız işi güzel yapın. Muhakkak ki Allah işini güzel yapanları sever’. Ayet, eline aldığı işi güzel yapmayanın kendi elleriyle kendini tehlikeye attığını anlatırken; işi/emeği heder etmenin kişinin kendini/ ömrünü heder etmek olduğunu da anlatmış oluyor. Esasında işini böyle yapanlar arttığında, heder olan bir nesil, daha da ötesi bir ümmet oluyor. Bu ümmet, işini güzel yapmayanların sayısı arttığı için yenilmeye ve bâtıl da olsa işini güzel yapanlara mahkum olmaya başlamıştır. Burada suçlu düşman değil, kendi ellerimizle yaptığımız meymenetsizliklerdir.

Bu çağın Müslümanları Kur’anın bu konudaki direktiflerine dikkat etmedikleri gibi yol göstericileri olan Hz. Peygambere ve Onun öğretilerine de dikkat etmemektedirler. 

Hayatı boyunca yaptığı her işi en güzel şekilde yapan, Kur’anın ‘örnek insan’ diyerek övdüğü, pratik olarak ortaya koyduğu ve bize miras bıraktığı mükemmel medeniyetin önderi Hz Peygamber (sav) şöyle buyurur: ‘Allah sizden birinizin bir iş yaptığında itkân ile (sağlam ve kaliteli) yapmanızı sever’. Efendimizin hayatına, dünyayı nasıl değiştirdiğine baktığımızda yaptığı her işi itkan ile yaptığını görüyoruz. Yani bizlere her konuda örnek olduğu gibi başarısıyla da örnek olan Efendimizin başarısının sırlarından biri; itkan. Böyle kısa bir yazıda Efendimizin işlerindeki itkanı anlatmamız mümkün değil. Ancak, kısaca değinecek olursak:

PLAN VE DİSİPLİN

O yaptığı her işi disiplinle ve planla yapardı. Gerek davet hayatına gerek hicret ve cihad hayatına baktığımızda, hep bir işinde  planlamanın olduğunu ve düzensizliğe/plansızlığa zerre kadar yer olmadığını görüyoruz. Burada sadece hicretini anlatsak dahi, ne derece hassas bir planlamayla hareket ettiği görülecektir. Müslümanlar defalarca okudukları, anlattıkları hicret hadisesinde, işin zorluğunu, duygusal tarafını anlatırlar ancak, plan tarafına hiç dikkat etmezler. Dikkat etseler, hiçbir şeyin şansa bırakılmadığını, ‘kervan yolda düzülür’ mantığına yer olmadığını, her tedbir alındıktan sonra takdirin Allaha bırakıldığını görecekler ve düşünme özürlü olmayacaklardı.       

SÜREKLİ AZİM, ÇALIŞKANLIK, FEDAKÂRLIK

Efendimiz’in işlerinde itkanı sağlayan bir başka yol, azmindeki sürekliliktir. Buna disiplinli çalışma da diyebiliriz. Jules Payot İrade Terbiyesi kitabında şöyle der: ‘Araplar büyük bir imparatorluk kurdular ama korumayı başaramadılar… Eksik olan, aylarca yıllarca az ama düzenli çalışmadır. Gerçek ve verimli çalışma, enerjisi az ama düzenli olan eforla mümkündür. Böyle değilse muhtemelen tembel işidir.’ Oysa Payot’un suçladığı Arapların ve dahi şuan yenilmiş durumdaki tüm İslam aleminin peygamberi Hz Muhammed (sav), Payot’tan çok daha öz ifadelerle, bu konuda ümmetine nasihat etmişti: ‘Allah katında amellerin en makbul olanı, az ama devamlı olanıdır.’ Müslümanlar peygamberlerini her konuda, hakiki anlamda rehber edinselerdi bugün bu yenilmişlik içinde olmayacaklardı.

İŞİNİ GÖNÜLDEN (İHLASLA) YAPMAK

Bir insan bir işi gönülden yapmadıkça başarılı olması mümkün değildir. Gönülden yapmak karşılık beklemeden yapmaktır ki; bizim işlerimizde bu, dünyevi- uhrevi herhangi bir karşılık beklememek demektir. Buna Bediüzzaman teveccühü nâs der; yani insanların teveccühü, övgüsü. Hiçbir zaman insanların övgüsüne tamah etmemek… Kuranı Kerim bu konuyla alakalı tüm peygamberlerin muhatablarıyla konuşurken; ‘ben sizden de bir ücret talep etmiyorum’ dediklerinden bahseder. Beklentisiz bir ömür sürmek Efendimizin bariz özelliklerindendir. Uykusuz geçen yıllarına, her türlü zorlukla, açlıkla susuzlukla ve fakirlikle geçen hayatına, tarih şahittir. Bir insan bir işe beklentisiz, canı yürekten koyulduğunda o işe kendini tam anlamıyla verir. Bunun adı ihlastır. İşini itkan ile yapan ihlaslıdır.  

Evet, ‘gönlüm sizinle’ deyip bedenen başka alemlerde olanlar vardır. Ancak şu bir gerçektir ki kişinin bedeni gönlünün olduğu yerdedir. Diğer söz sadece yalandan ibarettir…

EHLİYET VE LİYAKAT

Efendimiz (sav) kendi işini itkan ile yaptığı gibi, bir işi emanet ederken de o işi itkan ile yapacak olana emanet ediyordu. Bu konunuda asrı saadetten örnekler boldur. Örneğin vefatından kısa bir süre önce genç sahabi Usame’yi orduya komutan tayin edince ashabın içinden bazıları: Ebu Bekirlerin, Ömerlerin olduğu bir toplulukta, Resulullah nasıl bu kadar genç ve babası azatlı köle olan birisini komutan tayin eder? Diye söylenmişti. Efendimiz bunu duyduğunda hasta haliyle mescide gitmiş ve: Siz onun babasını komutan tayin ettiğimde de söylenmiştiniz; Usame buna layıktır demişti. O, hiçbir konuda akrabalarına iltimas geçmemiş, daim ehliyete göre davranmıştır. Bugün devlet yöneticileri sadece bu kuralda bile Kurana sünnete göre hareket etseler, memleketin beli bir nebze doğrulur. Maalesef bu ayete ve Resulullah’ın net ve tavizsiz uygulamalarına rağmen, Ortadoğu ülkeleri dediğimiz ve ekseriyatının Müslümanlardan müteşekkil olan ülkelerde, akraba kayırmacılığı, ehliyetsiz ve liyakatsız insanlara emanetleri yükleme, şaşmaz bir uygulamaya dönüşmüştür. Hatta aksi olduğunda insanlar şaşırmaktadır.

Türkiyede de iktidar gücü, İslamcı kisvesindeki ehliyetsiz ve liyakatsizlerin elinde ziyan edilmekte; makamlar, ehil olanlara değil otoritenin ehlinden olanlara peşkeş çekilmekte; bu şekilde insanlar dinden imandan soğumakta ve sonuçta liyakate dikkat eden batıya hayranlık duymaktadırlar. Kimse bu durumu kınamanın edebiyatını yapmasın! İnsanları hamaset edebiyatıyla, dinde tutmanın batıdan uzaklaştırmanın mümkünatı kalmamıştır; aksini düşünen tiyatro çevirmeye devam etsin. Bu ülkenin ucuz beceriksiz tiyatroculara değil; işini itkan ile yapan, samimi, dürüst, ehliyet ve liyakat sahibi insanlara ihtiyacı vardır.   

5 Eylül 2020 Cumartesi

İsmail Saymaz'ın Kitabından Ne Anlamalı?

 

Gazeteci İsmail Saymaz ‘Şehvetiye tarikatı’ isimli bir kitap yazdı ve yayımladı.1 Şimdilerde üzerinde sıkça tartışılan konu bu. Kitapta merdivenaltı ve sapkın şeyhli (bazılarında müritler de sapkın) 6 tarikat anlatılıyor. O kadar uç ve iğrenç örnekler ki, bunların bu zamanda nasıl var olduğuna, insanların bunlara nasıl kandığına ve devletin bunlara nasıl müsaade ettiğine şaşırıyorsunuz. İlk ikisinin sebebi belli. İslami anlamda o kadar cahil bırakılmış bir halkımız var ki halkın bunlara inanması, kanması  çok da anormal gelmiyor. Ama devletin yıllarca bunları duymaması, görmemesi işte bu hiç inandırıcı bir durum değil. 50 insan bir yerde toplansa haberdar olan istihbaratın, gelen kolluk kuvvetlerinin, yüzlerce insanın uğradığı, paralar bıraktığı, anormal durumların yaşandığı, 26 kadınla birlikte olduğu söylenen bir şeyhten, tarikattan haberdar olmaması mümkün değil…

Şimdi, bu 6 tarikatı boş verin, bu ülkede bir Adnan Oktar hadisesi var ki, Türkiye’nin gözlerinin önünde yaşandı bütün çirkeflikler. Din adına yapılan pislikler canlı yayınlarda verildi. Adnan Oktar’ın kendini şeyhlikten çok daha öte ‘mehdi’ ilan etmeleri tüm Türkiye’nin önünde gerçekleşti. Ve bu karanlık yapının2 yıllarca genç kızları ve dahi erkekleri ağına düşürerek yaptığı/ yaptırdığı sapıklıklar; gerek mali açıdan gerekse de ahlaksızlık açısından bahsi geçen 6 tarikatın fevkinde durumların yaşandığı meşhur seviyede bilinen gerçeklerdir. Peki, neden yıllarca göz yumuldu? Neden beklendi beklendi ve yenilerde bunlar ortaya çıkarıldı ve müdahale edildi. Neden?

Belli ki bunlar bir süre devam etsin istendi. Belli ki müdahale zamanı olarak bu zaman uygun görüldü. Belli ki sapla saman karışsın istendi. Belli ki kurunun yanında yaş da yansın istendi…    

Bu tarikatlar bitiriliyor, bir kısmı bitirildi, aslında geç bile kalındı, hatta ‘neden bu kadar beklendi?’ sorusunu sormak geliyor içimizden... Bunlar ayrı muammalar ve ayrı önemli sorular ama bugün ‘cemaatleri bitirme projesi’ adı altında bahsedilen proje bu tür yapıları bitirme projesi değil, bu bilinmeli! İşte o kuruların yanında yakılmak istenen yaşlar; bitirilmek istenen onlar. 

Sol bir gazeteci olan İsmail Saymaz nerede bir saçma, sapık, aslında zerre kadar İslami ilmi olmayan sahte şeyhi ve tarikatı ortaya çıkararak iyi bir araştırmacı gazetecilik örneği ortaya koymuştur3

Şimdi benim beklentim İslamcı veya liberal4 gazetecilerden bir tanesinin de çıkıp bunun tam tersi 6 cemaat ve grubu yazması... Yani İstanbul’u Anadolu’yu araştırıp, bu yazılanların tam tersi hayatlar yaşayan hoca, cemaat veya grupları yazmaları… Temiz bir hayatı olan, öyle milyonlarla oynamayan, mütevazı bir yaşantıya sahip olan, gerçek ‘âlim’ sıfatına haiz, milletin ıslahı için uğraşan, gençleri suçlardan (hırsızlık, içki, yalan- dolandan, hak yemekten ve daha bir çok haramdan) uzaklaştıran bir hoca, bir cemaat… Yine insanlara sahih İslami eğitim veren, böyle sapık kimselere kanmamaları için şuur veren bir cemaat... Batının çirkef/ kokuşmuş medeniyetini reddeden bir hoca ve cemaat…  

 Bazılarının ‘6 tane var mıdır?’ diye alayvâri bir şekilde sorduğunu duyar gibiyim. Objektif gazeteciler araştırırlarsa çok daha fazla olduğunu göreceklerdir. Ve bir de bunların, gençliğin suçlardan kurtulmasına, toplumun ıslahına, ülkeye, memlekete faydasını araştırsınlar, o faydaları da yakinen göreceklerdir.

Bu naçizane beklentimi hayata geçiren bir gazeteci çıkar mı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, bizim cenahın gazetecileri maalesef oldukça pasif. İstisnalar olmakla beraber, çoğunlukla İstanbul-Ankara’ya sıkışmış durumdalar. Anadolu’da neler oluyor; nasıl hareketler filizlenmiş büyümüş ve ne sorunlar yaşanıyor? Maalesef tüm bunlardan bihaber vaziyetteler…

Dipnot: 1- Kitabı okumadım ama İsmail Saymaz’ın kendi dilinden katıldığı birkaç programda dinledim

               2- İroniye bakar mısınız? Bundan birkaç yıl önce Alparslan Kuytul Hoca, Adnan Oktar’a ‘karanlık adam’ dediği için tazminat ödemeye mahkûm edilmişti.

               3- Bu konuda taltifimde samimiyim, birileri bunları ortaya çıkarmalı.

                            4- Liberal gazetecileri özellikle belirtmemin sebebini tahmin etmişsinizdir. Onlar İslami cenahın problemlerine kısmen de olsa duyarlıdırlar. Gerçi son dönemde solcu bazı gazeteciler de bu konularda duyarlılık gösteriyor

28 Temmuz 2020 Salı

Z KUŞAĞI VE ÖNCÜ NESLİ




Dünya'nın Üstad Seyyid Kutub’un ifadesiyle uçurumun kenarına geldiği, bizim müşahadelerimizle ise uçurumdan yuvarlanmaya başladığı şu çağda bir nesil bekliyoruz. Hem kendini hem dünyayı değiştirecek bir nesil. İnsanın insanca, onurluca yaşamasını sağlayacak bir nesil. Ahlakın, adaletin, esasında insaniyetin kalmadığı şu çağda sadece kendini değil dünyayı değiştirmeye azmedecek bir nesil.
Böyle bir neslin yetişmesi için yaşanılan dönemin, şartların, ataların durumunun etkisi çok büyük. Sahabe neslinin yetişmesinde Efendimiz’in varlığı ile beraber tüm bunların etkisi olmuştur. Arap Yarımadası’nda Bizans’ın, İran’ın sömürgesinden rahatsız olan, atalarının dini olan ve akla mantığa ters gelen putperestliği, yaşanılan ahlaksızlıkları sorgulamaya başlayan gençlerin olduğu bir kuşağın dönemiydi sahabe dönemi... Ve o kuşağın içerisinden çıktı Bizans’ın tağutuna da Arabın tağutuna da lâ diyen gençler.
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’in ‘Örnek Kur’an Nesli’ bölümünde der ki: ‘Bir daha öyle bir nesil dünyaya gelmedi. Evet, tarih boyunca bu nesli temsil eden bireyler bulunmuştur. Ancak, davet tarihinin ilk döneminde olduğu şekilde, belli bir yerde, bu kadar büyük bir sayının bir araya geldiği vâki değildir.’ Üstad, bu mühim gerçeği ortaya koyduktan sonra bunun sebeplerini tespit etmeye çalışır. Özellikle kendisinin de yaşadığı asrın yani 20. asrın Müslümanlarındaki ciddi eksikliklerin bu neslin ortaya çıkışına engel olduğunu 3 maddede anlatır. Özetle der ki: O neslin beslendiği kaynak Kur’an idi, yalnızca Kur’an; onlar Kur’an’ı bilgi ve kültürlerini geliştirmek için değil amel etmek için okuyorlardı ve onlar İslam’a girdiklerinde kendilerini eski cahiliye hayatlarından tamamen soyutluyorlardı.
Örnek bir neslin ortaya çıkmama sebebi olarak Seyyid Kutub’un ortaya koyduğu bu sebepler yaşadığımız şu çağda da geçerliliğini koruyan mühim sebeplerdir. Ancak 20. asrın son çeyreğinden günümüze yani 21. asrın ilk çeyreğine kadar geçen 50 yıllık dönemde, Müslümanların hâlâ böyle bir nesli ortaya çıkaramamasında dönemsel bazı sebepler de aramak gerek.
Konuyu bu bağlamda değerlendirirken dünyada şu anda etkili olan son 3 kuşağın durumuna ve özelliklerine bakmak gerekiyor:
X KUŞAĞI
X kuşağı denilen 1965-1980 doğumlulardan böyle bir nesil ortaya çıkmadı. Bu kuşak gerek ekonomik bunalımları, gerekse de ciddi siyasi bunalımları görmüş bir kuşak. 60 ihtilalinin tesirini, 1974 ekonomik krizini yaşamış ve 80 ihtilali ve sonrası siyasal döneme kısmen tanıklık etmiş bir kuşak. Bu durumlardan dolayı ebeveynleri tarafından sürekli olarak ‘etliye sütlüye karışma’ denilerek, adeta bir kozanın içerisinde kendi bireysel ve tehlikesiz hayatlarını yaşamaları öğütlenmiş bir kuşak… Bu kuşağın İslami cenaha mensup gençlerinin bizzat yaşadığı en mühim olay 28 Şubat darbesi olmuştur. Bu darbede gerek üniversiteli gençlerin başörtüsü konusundaki dirençsizliği, gerekse de İslamcı siyasilerin ve onların arkasından giden halkın laik sistemin kararları karşısındaki dirençsizliği, otoriteye teslimiyeti sağlamıştır. Tüm bu dirençsizlik ve teslimiyetçiliğin akabinde İslamcı zannedilen ancak oldukça tavizkâr bir parti doğmuş veya doğurulmuştur. Böyle bir partinin doğumunda en önemli sebep ise; 28 Şubat’la yaşatılan zulümlere karşı tepkisellik oluşmasın, başkaldırı ruhu uyanmasın ve kitlesel ve gerçek bir İslami hareket ortaya çıkmasın diyedir…
Y KUŞAĞI
1981-2000 doğumlulardan oluşan, hem 28 Şubat’ı kısmen yaşamış hem de teknolojiyi yakalamış, 3 kuşağın en mühimi diyebileceğimiz Y kuşağına baktığımızda, özgürlükçü/ bağımsız, otoriteye meydan okuyan, eğitimli olmak gibi oldukça ideal özellikler karşımıza çıkıyor. Ancak topluma yön verecek öncü bir neslin ortaya çıkmasını sağlayacak tüm bu özelliklerin, İslami cenahın Y kuşağında olup olmadığına bakmak ve konuyu ona göre değerlendirmek gerekiyor. Normalde özgürlükçü olan ve teslimiyetçi olmayan, otoriteye başkaldıran Y kuşağı, İslami camiada böyle tezahür etmedi.
Bunun en önemli sebebi bu cenahın Y kuşağı, gençlik yıllarında AKP hükümetini gördü. Dolayısıyla bu dönemde kamusal alanda İslam’ı yaşama açısından baskı vs. yaşamadılar. Ancak İslami açıdan büyük bir yozlaşmaya şahit oldular veya birçoğu bizzat bu yozlaşmaya ortak oldu. Bu durum Y kuşağının temel özelliklerinden olan otoriteye boyun eğmeme durumunun bu cenahta ortaya çıkmamasına sebep oldu. Tam tersi otoriteyi kabullenmiş, otoriteye/sisteme angaje olmuş, muhafazakâr, devletçi, elitist, burjuvazi, davasız bir nesil ortaya çıktı. Ancak bu kuşağın daha genç olanları klasik Y kuşağından veya arkalarından gelen Z kuşağından etkilendiler ve onun özelliklerini kısmen de olsa bünyelerine alabildiler. Yani Y kuşağının İslami cenah gençlerinin bir kısmının, son dönemde siyasilerden, adaletsizlikten, haramlardan midesi bulanmaya ve otoriteyi reddetmeye başladı. Bu ümit verici bir gelişmedir…
Birkaç cümleyle de olsa sol camiada Y kuşağını değerlendirirsek, ‘Gezi olayları’ özelinde bu kuşağın özelliklerinin, solun en azından bir kesiminde görüldüğünü söyleyebiliriz. Bunda iktidarda olanların solun politikalarına ters düşen, liberalizmden dahi uzak, milliyetçi faşizan politikaların tesiri büyük olmuştur. Yani etkiye karşı tepki durumu ve elbette Y kuşağının bünyesinde de var olan otoriteye tepkisellik ve bu tepkileri internetten organize ile marjinal, kontrolsüz bir harekete dönüştürme hali...
Z KUŞAĞI
Ve bu günlerde Z kuşağı yani 2000-2020 arası doğanlar meydana inmeye, seslerini çıkarmaya ve dünyanın atmosferini etkilemeye başladı. Önümüzdeki çeyrek asırda dünyanın şekil almasında bu genç kuşak önemli bir rol alacak. Zeki, egosu güçlü, hızlı düşünen, otoriteye başkaldıran ve hayallerinin arkasından gidebilen bir kuşak…
Z kuşağı X kuşağının bir ferdi olan bana, epey uzak bir kuşak. Ancak gençlerle konuşmayı sevdiğim için onları rahatlıkla anlayabiliyorum ve onların birçok özelliğini kıymetli görüyorum. 19 yaşındaki yeğenime bu kuşağın özelliklerini sorduğumda ilk söylediği özelliğin (zannediyorum kendisinin de en çok önem verdiği özellik) kazandığı parayı, yıllarca ödeyip hayatından çalacağı bir eve yatırmaktansa, dünyayı gezmeye harcamak olarak nitelendirdi. Zannederim birçoğumuzun gençken içimizden geçeni bu gençler yapacak. Dünyayı gezmek… Gençlerin bu istekleri elbette turist gibi, avare bir gezme değil, seyyahlığın oluşturacağı bedevilik ve muhacirlikle, insan ruhunu güçlendirmeye dönük olmalı. İbn-i Haldun Mukaddime’de ‘medeniyetleri bedeviler kurar’ der. Bugün orta yaşlı bir insana sorsanız belki de bu düşünceleri ütopya; bu gençleri de toy gençler olarak nitelendirecektir. Orta yaşlı bir insan olarak şunu söylüyorum: Gençler haklı. Su gibi geçen zaman o kadar kıymetli ki, bu zamanımızı neye yatıracağımıza karar vermemiz gerekiyor. 2 tane ömür verilmemiş. Tek ömrümüzü betona mı harcayacağız; muhacir ruhuyla gezip Allah yolunda cihad etmeye mi? Tek ömrümüzü kariyer peşinde koşmaya mı harcayacağız; ilimle, ibadetle ve takva ile O’nun katında derecemizi yükseltmeye mi? Z kuşağı insanı yükseltenin ünvan değil güçlü bir kalp yani takva ve fıtrî bir hayat tarzı olduğunu anlayabilecek bir kuşak…


Z kuşağının birçok özelliği kıymetli... Bu kuşak diktatöryaya açıkça dislike: Beğenmiyorum; istemiyorum; reddediyorum diyebilen bir kuşak.
Tüm bu ‘öncü nesil’ olmaya elverişli olma özelliklerinin yanı sıra Z kuşağının bir handikapı var ki o da; bağımsızlık /özgürlük adı altında her şeyi reddetmek. Bu kuşağa neyi reddetmesi ve neye teslim olması gerektiği iyi anlatılmalı. Yani Tevhid! Bu kuşakta Tevhidi anlayacak ruh ve anlayış var. Zihni açık bir kuşak var karşımızda. Kula kulluğun mantıksızlığını, reddedilmesi gerektiğini ve yalnız Allah’a kulluğu/teslimiyeti anlayacak bir kuşak…
Bu kuşağın bir diğer handikapı ise organize çalışamama, örgütlü hareket edememe… Bu durum ‘cemaatleri bitirme projelerine’ prim verecek bir problemdir. Bu gençler enerjilerini, muhalif ruhlarını, İslam medeniyeti idealine düşman mihraklara harcatmamalılar. Bir kuşakta ne kadar muhalif ruha sahip olan genç olursa olsun, bunlar bir araya gelmez, bir eğitimden geçmez ve cemaat halinde hareket etmezlerse, bir nesil yetişmez ve medeniyet kurulamaz.
Her dönemin öncü neslin sıfatlarını bünyesinde barındıran fertleri, gençleri olmuştur. Ancak Y ve Z kuşağındaki başkaldırı ruhu bir neslin yetişmesi için en önemli özelliğin bu iki nesilde potansiyel olarak var olduğunu gösteriyor… Onlar anne babalarının mıymıntılığıyla, takiyyeciliğiyle, tavizkârlığıyla, hiçbir şeyin değişmediğini çok acı bir şekilde anladılar ve dahi anlayacaklar... Zalim otorite bu kuşağın çocuklarına/ gençlerine hiç acımadı ve büyük kıyımlar yaşattı… Esasında tüm İslam aleminde çocukların/gençlerin canı çok yandı…
Bu canı yanmış gençler birileri tarafından yanlış yönlere/işlere sevk edilmek istenecek ve İslam’ın ve Müslümanların geleceğini imar edecek öncü bir neslin çıkmasına engel olunacaktır. Müslümanlar bu konuda uyanık olup gençlerine sahip çıkarak kuşak çatışması değil kuşak dayanışması olsun diye mücadele etmelidirler. Esasında öncü nesil gibi dünyayı değiştirebilecek bir neslin yükünü bir kuşağa yüklemekten ve kurtarıcı bir kuşak aramaktan ziyade her kuşak yaşlısıyla, orta yaşlısıyla, genciyle, ‘Allah’tan başka otorite yoktur’ hakikatini dünya âleme ilan etmelidir. Çünkü; mutlak otorite olan Allah’ın gasp edilen hakkını gâsıpların elinden alma vakti gelmiştir; geçmektedir.