8 Ocak 2014 Çarşamba

İSLAM MEDENİYETİ’NDE “KARDEŞ AİLE” SİSTEMİ

İSLAM MEDENİYETİ’NDE “KARDEŞ AİLE” SİSTEMİ 

21. yüzyılda ‘ENSAR’ olmak... Bunun edebiyatı zannediyorum binlerce defa yazılmıştır. Ama bunu topyekûn yaşayan bir topluluk olmak, ensar olma duygusunu sahiden yaşamak başka bir şey. Aklımızda, gözümüzde hep 1400 sene öncesi canlanıyor… Medine’ye hicret eden muhacir ve ensar… Acaba onlar olsaydı Suriye’den gelen ve bize muhacir olan kardeşlerimizi nasıl ağırlarlardı? Şu zor durumdaki aileyi görselerdi nasıl sahip çıkarlardı; öbür kalabalık aileye nasıl yetişirlerdi? Sırtında koca bir kurşun deliğinden muzdarip, kapanmamış yarasıyla bacakları felç olmuş 13 yaşındaki bir çocuğa ne yapabilirlerdi veya enkazın altında kalmakla beraber elektrik çarpan kocaman gözleriyle bakan ama göremeyen, duyamayan, konuşamayan, yürüyemeyen ve en acısı da takatsizlikten ağlayamayan altı yaşındaki çocuk için… Babası şehid olan, sürekli resmine bakıp ağlayan 2,5 yaşındaki Reyyan için… Ağlamak çare olsa, işimiz o kadar kolay ki; çünkü yaşanılan acılar yüreğimizi yaktıkça bu yangını bir nebze söndürmek için gözlerimiz her an ağlamaya hazır beklemekte... 

        

2014 yılında muhacir olan, yurtlarından- zulmen- çıkmak zorunda bırakılan koca bir halkın derdine derman olmak nasıl mümkün? Çaresizlik, çözüm bulamama, duyarsızlıklar insanı çıkmaza sokuyor. Ancak her konuda yol göstericimiz olan Kur’an ve sünnet bizi bu konuda da çıkmazdan kurtarıyor.  Medeniyet, insaniyet ve erdem dini olan İslam, dayanışma ve yardımlaşmanın topyekün nasıl gerçekleşeceğini pratik olarak gösteriyor.
 Maalesef biz Müslümanlar, olaylarla yüz yüze gelince, beşerin, beşerî düzenlerin ve onların medeniyetlerinin çözümsüzlüğüne şahit olunca, kendi medeniyetimize bakmayı aklımıza getiriyoruz. Bu vesile ile bu asırda bütün imkânlara sahip olduğu halde çaresizleşen, gayr-ı İslamî medeniyetlere mukabil, İslam Medeniyeti’nin mucize olduğu ortaya çıkıyor. İslam’ın medeniyet projesi hakikaten bir mucizedir. İslam, bireyi koruduğu gibi toplumu da korumaktadır. Toplumsal hayatın içerisinde kardeşlik, eşitlik, diğergâm olma, dayanışma bu medeniyetinin olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkıyor.
Suriye’de 3 yıldır yaşanılan savaş, 150 bin şehit verilmesine ve 7 milyon insanın memleketini terk etmesine sebep oldu. İnsan düşününce, bu savaşın ne için yaşandığını aklına sığdıramıyor. Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi hassaten o günlerde defaatle, bir diktatörün devrilmesinin yolunun bu olmadığını, böyle hazırlıksız, cemaatsiz-teşkilatsız sokağa çıkmanın akıl kârı olmadığını söyledi. Bununla beraber Müslümanların canının, kanının bu kadar değersiz olmaması gerektiğini, sadece ölmeyi bilmenin marifet olmadığını adeta yüreği yanarak haykırdı. Ancak  Hocaefendi’nin de dediği gibi olan oldu... Hem de çok acı oldu. Şimdi gün, onların acısını bir nebze dindirmek için ne yapabiliriz sorusunun cevabını bulma günü.
Suriyeli kardeşlerimizin yüz binlercesi Türkiye’ye geldi. Dilini, kültürünü bilmedikleri bir memlekette garîb durumuna düştüler; gözlerimizin önüne gelip, komşumuz oldular. Hem açlar hem yorgansız-battaniyesizler hem içten hem dıştan yaralılar, hastalar, çaresizler ve YALNIZLAR…
Biz Furkan Vakfı olarak, kardeşlerimizin halini görünce, öncelikle bir yardım seferberliği başlattık. Bu şekilde yüzlerce aileye yardım edildi. Ancak daha sonra, Muhterem Hocamız bu şekilde, merkezi yardım etmenin doğal olmadığını ve bazı suistimallere de açık olduğunu düşünerek asr-ı saadetten miras, ‘kardeş aile’ sistemini başlattı.   
Ümmet-i Muhammed’e her konuda ‘model insan’ olan Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in oluşturduğu ‘model toplum-sahabe toplumu-’ kardeş aile sistemini bize detaylı olarak öğretiyor, anlatıyor. Medeniyetimizin kurucusu Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem fakire, zor durumda olanlara karşı gösterdiği merhamet ve ortaya koyduğu âlem şümul projelerle, bize kim olduğumuzu bugün de hatırlatmaya devam ediyor. Biz kimiz biliyor musunuz? Biz, yoksulluktan perişan bir vaziyette gelen Mudar kabilesini gördüğünde, yüzü üzüntüden bembeyaz kesilen ve Bilal’e derhal ezan okumasını emrederek, yardım seferberliği başlatan, merhamet peygamberinin ümmetiyiz. Biz, Mekke’den hicret edilince,‘kardeş aile’ sistemiyle muhacire gurbetin acısını, zorluklarını, sahipsizliğini unutturan, Medinelilere ‘ensar olma’ ruhunu aşılayan Peygamberin ümmetiyiz. Demek ki yardım etmenin ve sahip çıkmanın, kardeşliğin, en güzel yolu bu iki yol ki; Efendimiz bu yolları tatbik etmiş. Yani bazen yardım seferberliği başlatarak infak toplantıları düzenlemiş, bazen de ‘kardeş aile’ sistemi ile hem madden hem manen daha kalıcı bir dayanışma ve yardımlaşma seferberliği başlatmış. 
İslam tarihinde yaşanan tüm bu pratiklerin yanısıra, bir de vicdanımızın sesi var ki, o da insana ne yapması gerektiğini fısıldıyor: ‘Ben böyle bir duruma düşseydim kardeşlerim nasıl davransın, ne kadar yardım etsin isterdim?’ sorusu ve o sorunun tartışmasız en açık cevabı: ‘çok yardım etmelerini isterdim’,‘beni kendi kardeşleri gibi görsünler isterdim’. İşte Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi, bu aklımıza gelen sorunun cevabını pratiğe geçirerek ‘kardeş aile’ projesini başlattı.
Hocamızın başlattığı kardeş aile sisteminde 3 çeşit ‘kardeş aile’ olma yöntemi var:
1- Bizzat kendiniz bir Suriyeli muhtaç ailenin yanına giderek onlarla kardeş olabilir, onların ihtiyaçlarını giderebilirsiniz. Bir kardeş aile edinmek istiyor fakat bulamıyorsanız, vakfımıza başvurarak bir kardeş aile bulabilir ve kendiniz onların ihtiyacını giderebilirsiniz.
2- Vakfımız aracılığı ile bir kardeş aile edinerek onların gıda, tüp, temizlik maddesi ihtiyaçlarını her ay, battaniye, elbise, soba ve kilim gibi yardım malzemelerini ise bir defaya mahsus gönderebilirsiniz.
3- Vakfımız aracılığı ile bir kardeş aile edinerek onların aylık ihtiyaçlarını gidermek için vakfımızın resmi hesabına nakit para gönderebilirsiniz. (Bunun için bir ailenin aylık masrafı dergimizin iç kapağında yazmaktadır)
Bu kardeşlerimize ‘kardeş aile’ olanlar, onların güçleri yettiğince erzaklarıyla, ev eşyalarıyla, hastalık durumunda hastane işleriyle, yakacaklarıyla vs. ilgilenecekler. Ancak buna elbette tek başlarına yetişmeleri mümkün değil. Bu nedenle hem çevrelerinden hem de cemaatten destek alabilecekler.
Kıymetli kardeşlerim, Suriyeli kardeşlerimizin bu çileli durumları elbet bir gün bitecektir. Ve bugünler TARİH olacaktır. Şayet bu tarihe geçecek günler, kardeşliğin, dayanışmanın, diğerkamlığın mümtaz örnekleriyle yaşanırsa, hayırla yadedilecektir ve unutulmayacaktır. İnsan bile kendine yapılan iyiliği- hayrı unutmaz, Allah unutur mu? Kim bilir belki de Rahman ve Kerim olan Rabbimiz, Kur’an’da övdüğü ensar ve muhacirin arasına bizleri de katar ; ve belki de kıyamet günü bizlere de ‘21. Yüzyılın Ensarı’ olarak hitap eder, bilemeyiz.
Aslında biz bu zor günlerde, ümmetimizin bir parçası olan Suriye halkını, asil bir halkı tanıma imkanı da bulduk. Gerçekte bu kardeşlerimizin ihtiyaçları olsa da isteyemediklerini, ‘neye ihtiyacınız var?’ diye sorunca, ‘her şeyimiz var’ dediklerine şahit olduk. Ekmek- yemek götürdüğümüzde ‘bize iş verin, çalışalım’diyen çalışkan, gururlu insanlar gördük. Ve bir de ırkın, dilin aslında hiçbir anlamı olmadığını, İslam kardeşliğinin bambaşka bir lisanı olduğunu, gönüller bir olunca gönül diliyle kolayca anlaşılabilindiğini öğrendik. Onlar bizden ne öğrendiler bilmiyorum ama biz onların gelişiyle çok şey öğrendik. HOŞGELDİLER; başımızın üstünde yerleri var.
Kıymetli kardeşlerim, biz İslam Medeniyeti’ni hakim kılmaya çalışan, mensuplarını bu ideale yönlendiren bir cemaatiz. Dolayısıyla medeniyetimizin pratiklerini bilmek ve elimizden geldiğince yaşamak durumundayız. Ümmet olabilmenin mühim bir basamağı olan cemaat çalışması, İslam Medeniyeti’nin nisbeten de olsa yaşandığı sosyal bir topluluk olma yolunda gayret etmelidir. Bununla beraber, hiçbir şeyin kitaplarda kalmadığını, gerçekte yaşanabileceğini ispat etmek ve dünyaya İslam’ın ve onun medeniyetinin, çağlara meydan okuyan bir mucize olduğunu ispat etmek, görevimizdir.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Görevimiz Tebliğ mi,'Diyalog' mu?

 
 
 
 
Aslında bu soruya cevap vermeden önce ‘diyalog’ kelimesinden ne kastettiğimizi ortaya koymamız gerekiyor. Sözlük manası ‘karşılıklı konuşma, görüşme’ vs. olan diyalog, batının kelimelere farklı misyonlar yükleyerek oynadığı oyunun bir parçası olmuştur. Diyalog adı altında yapılan toplantılar ve etkinliklerde bu kelimenin gerçek manasına uygun olarak karşılıklı konuşma platformları oluşturmayan diyalog savunucuları, bizim bu meyanda yapılan toplantılara karşı çıkışımızı da ‘bunlar diyalog karşıtı,’ ‘bir Hrıstiyan ile Müslüman’ın konuşmasında ne sakınca olabilir’ şeklinde yorumlarken, ancak o zaman ‘diyalog’ kelimesini gerçek manası ile düşünebiliyorlar.
Diyalog projesini hayata geçirirken, Müslümanları da bu projenin bir parçası yapanlar, o kadar yaldızlı (zuhruf el-kavl) ve hüsnü kabul görecek bir kelime seçmişlerdir ki, bir taraftan bu kelimeye istedikleri misyonu yüklerken, diğer taraftan kelimenin aslî manasıyla savunmaya geçebilmektedirler. Tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerinde ‘özgürlük, meşrutiyet’ kavramlarını ayyuka çıkartıp, ümmeti batıya köle yapan zihniyetin oynadığı gibi bir kelime oyunu oynanmaktadır.
Diyalog kelimesiyle kastedilen, İslam geleneğinde de mevcut olan insanî ilişkilerde (komşuluk, ticaret, alış-veriş gibi…) ehl-i kitap ile bir arada yaşama durumu gerçekleşseydi, bu kelimenin hiçbir sakıncası olamazdı. Ancak pratikte uygulanan durum ve kelimenin önüne eklenen ‘dinler arası’ ifadesi bize bu kelimenin hiçte masum bir amaç için kullanılmadığını ortaya koyuyor.
‘Dinler arası diyalog’ kavramı, içinde su-i niyet barındıran, gayri İslamî bir kavramdır. Çünkü İslam’a göre ‘dinler’ yoktur, ‘din’ vardır. Diğer tüm dinlerin aslının İslam olduğunu, hâlihazırdaki hallerinin ise muharref ve iptal olmuş din sayılacağını birçok ayeti kerime ve sahih hadis ortaya koymaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
‘Allah katında İslam’dan başka din yoktur.’1
‘Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki, bulduğu din asla kabul edilmeyecektir.’2
‘Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve size din olarak İslam’ı seçtim.’3 Bu ayetle ilgili olarak; “Yahudiler, Hz. Ömer (r.a)’e şöyle dediler: “Siz bir ayet okuyorsunuz ki o, şayet bize inseydi o günü bayram ittihaz eder (her yıl kutlardık.)” Hz. Ömer (r.a) diyor ki: “Ben onun indiği anı ve yeri, indiği sırada Rasulullah (s.a.v)’ın bulunduğu noktayı biliyorum: Arefe günü inmişti. O zaman ben de Arafat’ta idim ve bir Cuma günüydü.”4 Bu rivayetten anlaşılıyor ki Allah (c.c) İslam’ı yegâne din olarak ilan ederken, bunu bir bayram sevinciyle karşılamamız için, bir arefe günü ve bir Cuma günü yani çifte bayram gününde ayetin inzâlini takdir etmiştir.
Tüm bu ayetler bize, Allah katında başka bir dinin geçerliliğinin olmadığını, bunun dışındaki anlayışların Kur’an’a muhalif olacağını açıkça göstermektedir. O halde ‘dinler arası diyalog’ kavramının İslam’da yeri yoktur. İslam’da yeri olmayan bir kavramın peşinden gitmek ise; Müslüman’ın yapacağı bir iş değildir. Çünkü Müslüman daima şuna inanmalıdır; bir konuda eğer Allah (c.c) veya O’nun Rasulü bir yol açmamışsa, muhakkak o yolun sonu bir uçurum veya çıkmaz sokaktır. Muhakkak o işin içinde bir çapanoğlu vardır. Böyle meselelerde bize düşen bir yol aramak değil, belirlenen yolu, yoldaki işaretlere göre tâkip etmektir, o kadar!
Diyaloğu Kimler, Hangi Gayelerle Başlattı ?
Diyaloğu başlatanlar Müslümanlar değildir, zaten yukarıda sıraladığımız ayetler ve İslam’ın diğer dinlere olan net bakışı, böyle bir davet metoduyla hareket etmemize müsaade etmezdi.Dolayısıyla projenin mimarları bizden değildir. İşte bu mimarlar yaptıkları projenin gayelerini de – hiç gizleme gereği duymadan- açıkça ilan etmektedirler.
Papa II. Paul 1991 yılında ‘Kurtarıcı Misyon’ isimli genelgesinde şöyle diyor: ‘Dinler arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.’
Yapılan projenin gayesini ortaya koyanlar bu gayeye nasıl ulaşacaklarını da çok iyi tasarlamışlardır. Projenin mimarlarından olan M.Watt, ‘Modern Dünya’da İslam Vahyi’ adlı çalışmasında, diyaloğun birinci şartı olarak; ‘taraflar benim dinim son dindir anlayışından vazgeçmelidir, taraflardan biri böyle derse, diyalog olmaz.’ diyor. Aslında Watt’ın söylediği taraf, Müslümanlar tarafıdır, çünkü İslam’dan başka hiçbir din, kendisi için ‘son din, tek hak din’ iddiasında bulunmuyor.
Aslında diyalog projesini yapanların asıl gayelerinin hiçbir şekilde diyalog olmadığını kendi ifadeleri ele veriyor. Bu toplantıların diyalog yani karşılıklı dinleri anlatma ortamını da oluşturmadığı ifadelerden açıkça ortaya çıkıyor.
Dinler arası Diyaloğun Takipçileri Ne Düşünüyor?
Bu projeye sonradan eklenen bizim insanlarımızın bu toplantılara katılma gayesi, bizim için, projeyi başlatanların gayesinden çok daha önemlidir. Çünkü tarih boyunca İslam düşmanları gerek oryantalist çalışmalarla, gerekse de askerî plânlarla, fikren ve fiilen sayısız projeler ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla bu yüzyılda da İslamî uyanışı yok etmek için bir takım çalışmalar yapmaları, ümmetin öngörülü insanları tarafından beklenen bir durumdur. Ancak hiç de beklemediğimiz bir durum ortaya çıkmıştır ki; o da bizim insanlarımızın bu projenin içerisinde işinin ne olduğu sorusudur.
Bu sorunun cevabını projeyi sahiplenenlerden öğrenelim:
‘Papa 6.Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog için Papalık misyonunun bir parçası olmak için burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.’
‘Amacımız üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla kardeşlik tesis etmektir’5
Bizi hayrete ve hayal kırıklığına düşüren bu ifadelerin yanı sıra, bu projeye ‘mal bulmuş mağribi gibi’ sahip çıkan bazı kimselerin hızını alamayıp ‘Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir, mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz.Muhammed’i kabul ve tasdik etmek ise kemâl mertebesidir. Ehli kitap ile amentüde ittifak halindeyiz’6 demeleri işin şirâzesinden çıktığının en açık kanıtıdır.
Yine bu toplantılarda asıl konuşulması gereken meselelerin hiç konuşulmuyor olması, diyaloğun, tebliğ açısından hiçbir kaygı taşınmadan yapıldığının göstergesidir.
İman-Küfür, Tevhid-Teslis‘in konuşulmadığı bu toplantılara baktığımızda Müslümanlara yapılan zulmün de konuşulmadığını anlıyoruz. Peki, bu toplantılarda ne konuşuluyor? Biz bu toplantıların Irak savaşının durdurulması için, pozitif bir katkısı olduğunu duymadık, görmedik. Yine bu toplantılarda Filistin meselesine parmak basıldığını işitenimiz olmadı. Bu toplantılar vesilesiyle Müslüman-Hristiyan (böyle bir kavram İslam literatüründe mevcut değildir) olanları duyduk ama Müslüman olanları duymadık. Hasbelkader Müslüman olanlar da varsa onlar da diyalog sebebiyle değil, belki bir kardeşimizin İslam’ı tebliği ağzından kaçırmasıyla olmuştur. Yani elde edilen nisbî bir fayda varsa, o da tebliğin sayesinde gerçekleşen bir faydadır.
Bu projenin çerçevesinde hareket eden kardeşlerimizin, cemaatlerin verdiği iftar davetlerine gelmeyip, Hrıstiyanlarla aynı sofrada iftar yapmaya can atmaları ise, işin başka bir boyutudur. Oysa bizim Peygamberimiz (s.a.v) ‘Ramazan ümmetimin ayıdır’ buyurur. Ramazan’dan gâye sadece oruç mudur? Ramazan ayı; orucuyla-iftarıyla, zekâtıyla-fitresiyle, sahuruyla-teravihiyle bütün bir ibadet olmakla beraber, tüm bu yönleriyle ümmeti de bütünleştirici bir ibadettir. Bu insanlarla başka yemek davetlerinde bir araya gelinebilir. Neden özellikle ümmete ait olan iftar davetlerinde bir araya gelinmeye çalışılıyor? Yoksa ümmetin ortak değerleri yok edilmeye mi çalışılıyor? Yoksa ‘ümmet’ kavramı yok mu sayılıyor, yok mu ediliyor?
Tüm bu durumlar, bizim onların projesine dâhil olduğumuzu ve dolayısıyla onların oyununa geldiğimizi gösterir ki, bu çok acı bir durumdur.
Dinler Arası Diyaloğun Dine Ve Ümmete Verdiği Zararlar
Bazılarının aklına, bu projeye dâhil olduğumuzda, oyunu kendi lehimize çevirmemiz daha kolay değil midir, diye bir soru gelebilir. Bu sorunun cevabını, şu an gelinen noktaya baktığımızda çok açık bir şekilde görebiliriz. Hrıstiyan inancında hiçbir tahribat yapmayan bu oyun, İslam’ın Müslümanlarda yerleştirdiği birçok temel meselenin köküne âdeta dinamit döşemiştir. Dine ve ümmete verilen zarar ve tahribat, ortaya çıkan ve gittikçe yaygınlaşan fikirlerle daha net bir şekilde görülecektir:
1- Bugün bir kısım Müslümanlar ‘Hrıstiyanlar da cennete girer’ diyor.
2- ‘Muhammedur Rasulullah’demeyen hoş görülebilir deniliyor.
3- Hoşgörü konusunda hızını alamayan bazı Müslümanlar ‘Üç dinden herhangi birine inanmak yeterlidir... Ehl-i Kitap ile amentüde ittifak halindeyiz’ diyor.
4- Üç din mensubunu kardeş yaparak İslam kardeşliği yok ediliyor
5- Küfre ve zulme nefret duygusunu yok ederek, muhalefet yönünü kaybetmiş bir ümmet oluşturuluyor.
6- Bu güne kadar hiç ortaya atılmamış yeni bir kavram ‘Müslüman Hrıstiyan’ kavramı ortaya çıkarılarak, insanlar cennetlik yapılıyor.
7- İslam’ı ve Müslümanları ılımlılaştırarak dini tahrif etme projesine can suyu veriliyor.
8- Cemaatlerle diyalog bırakılıp, kâfirle diyalog kurularak, vahdet oluşturma ve ümmet olma ideali baltalanıyor.
9- Onların dinini din olarak meşrulaştırırken, İslam’a davetin önü tıkanıyor ve bu şekilde ehl-i kitabın Müslüman olmasına mâni olunuyor.
10- Kur’an’dan ve Sünnetten fersah-fersah uzaklaşılıyor.
11- Bediüzzaman ve Risale-i Nur’dan fersah fersah uzaklaşılıyor.
12- Tebliğsiz diyaloğun neticesinde oluşan hoşgörü ile küfür, kalplerde ve zihinlerde meşrûlaşıyor.
13- Diyalog yoluyla haktan (İslam’dan) destek alan bâtılın, ayakta kalma çabaları başarıya ulaşıyor.
14- Ümmetin ortak değerleri (Ramazan-iftar vs.) yozlaştırılarak, ümmetin malı olmaktan çıkarılıyor ve böylece birlik zedeleniyor.
15- ‘Dinler arası diyalog’ misyonerlik faaliyetleri hususunda da onları cesaretlendiriyor.
16- Diyalog karşıtı olan Müslümanlara, ‘Harici, Karmati, Anarşist’ sıfatları verilerek, ağır ithamlarda bulunuluyor ve böylece Müslümanların arasına, (kafirin yaptığı bir proje yüzünden) tefrika girdiriliyor.7
Müslümana Düşen Görev; Tebliğ mi, Yoksa Diyalog mu?
Gelelim yazımızın başlığı olan “Görevimiz Tebliğ mi, ‘Diyalog’ mu” sorusunun cevabına: BİZİM GÖREVİMİZ TEBLİĞDİR. Çünkü Kur’an-ı Kerim, bize ehl-i kitabın oyunlarını, plânlarını deşifre ederken onlara tebliğ yapmamızı da öğütlemektedir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
‘Sen onların dinine uymadıkça Yahudi ve Hrıstiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.’8
‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyen küfre girmiştir.’9
‘O kitap verilenlerle, verilmeyen ümmîlere de ki: Siz İslam’ı kabul ettiniz mi?’10
‘Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmak istedi.’11
‘Kitap ehlinden bir bölümü, dedi ki: İman edenlere indirilmiş olana, gündüzün başında inanın, bitiminde ise inkâr edin.Belki onlar da dönerler.’12
De ki: ‘Ey ehl-i kitap, bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin! Allahtan başkasına kulluk yapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız, bir kısmımızı Rab’ler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘ Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.’13
Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi, Al-i İmran 64. Ayeti, ehl-i kitabın imanına delil getiren ve ‘Muhammedur Rasulullah’ ifadesini söylememeye gerekçe olarak gösteren kimselere cevaben şöyle der: “Ayette Rabbimiz Teâlâ ‘gelin’ (Teâle) buyuruyor, bu onları tevhide davettir. Demek kelime-i tevhide inanmıyorlar ki; Kur’an ‘gelin’ diye çağrıda bulunuyor. Elbette önce Tevhidin birinci cümlesine davet vardır. Çünkü, ehl-i kitabın en büyük problemi tevhid hususundadır ki bu problemin sebebi, onlardaki teslis (üçlü ilah anlayışı) akidesidir. Teslis ise şirktir. ‘Allah üçün üçüncüsüdür diyenler küfre düşmüştür’14 buyurur Rabbimiz Teâlâ. Yine bu ayette Muhammedur Rasulullah demeye gerek yoktur denilmiyor, sadece, acil olan maraz (şirk) giderilmeye çalışılıyor.”
Bunun yanı sıra tıpkı Kur’an gibi Hz. Peygamberin sahih sünneti de bize görevimizin tebliğ olduğunu hatırlatıyor. Peygamber Efendimizin tebliğ maksatlı mektupları ile diyalogcuların diyalog maksatlı mektuplarının arasında ki fark, tebliğ ile diyaloğun aynı şeyler olmadığını izhar ediyor.
Muhammed Hamidullah Hoca’nın (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ciddi araştırmalar ve tetkikler sonucunda bulduğu, Efendimize ait olduğu kanıtlanan mektuplarda, Efendimizin ehl-i kitabı İslam’a nasıl davet ettiğini anlıyoruz.
Bizans İmparatoru Heraklius’a:
‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Rumların başbuğu Heraklius’a: Allah’ın selamı hidayete girmiş bulunan kimse üzerine olsun. Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile (İslam’a) çağırıyorum. İslam’a gir, sonucunda selamet içinde olursun…’
Rum Piskopos’a Mektubu:
‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Ey Piskopos! Allah’ın selamı iman edenlerin üzerine olsun. Bil ki Meryem oğlu İsa, Allah(c.c)’ın saf ve temiz Meryem’e nasip edip verdiği ruhu ve kelimesidir.’15
Yine Hz. Peygamber (s.a.v); ‘Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Rasûlüdür diye şehâdet getiren kimseye Allah Teâlâ cehennemi haram kılar’16, “Ey Ebû Saîd! Her kim rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak da Muhammed’e râzı olursa, cennet ona vacip olur”17 ve ‘Beni duyup iman etmeyen Yahudi ve Hrıstiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.’18 buyuruyor.
Üstad Bediüzzaman’da İstanbul işgal altındayken, adeta alay edercesine diyalog kurmaya çalışan Angilikan Baş Piskoposluğuna verdiği cevapta ‘tükürün o ehli zulmün merhametsiz yüzüne’19 diyerek bu oyuna gelmeyeceğini ilan etmişti. Kendinden sonraki nesle ise Üstadın tavsiyesi çok daha çarpıcıdır. ‘Garp husumeti; İslam’ın ittihadına uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, bâki kalmalı’ diyerek Batıya nefretin kırılmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Sonuç:
Hâsılı kelam, Kur’an’ın ifadesiyle; gerek Kur’an gerekse de onun mübelliği olan Hz. Peygamber Mübin’dir (Yani Beyan: Her şeyi açıkça konuşan). Kur’an’ın en büyük müfessiri ve yaşayan Kur’an olan Hz.Peygamber (s.a.v) , ehl-i kitap’a karşı da açık konuşmuş, lafı evirip çevirme gereği duymamıştır. Bunun neticesinde ise başarılı olmuştur.Bugün bu açıklık,netlik sanki bu zamana gitmez veya davette başarıyı getirmez zannediliyor.Hâlbuki muhatabı da kafa karışıklığından kurtaran bu sarih ve net anlatım, insanların hakikati daha kolay ve daha çabuk anlamasına sebep olmaktadır.
Şu açıkça ortaya çıkmaktadır ki; her meselede olduğu gibi İslam’a davet konusunda da ihtilafı oluşturan en önemli etken, İslam’ın öğretisine bakmayıp, akla ve nefse göre hareket edilmesidir. Mühim ve ehliyet gerektiren bir konu olan ehl-i kitabı İslam’a davet konusu, Kur’an’a ve sünnete bakılmadan asla doğru tatbik edilemez. Aklın ve nefsin sınırları ve esasları belirgin değildir. Ancak, Kur’an ve sünnetin tebliğ esasları muhkemdir, nettir.
Bir proje yapılmış ve esasları belirlenmiştir. Böyle bir projeye sonradan dâhil olanların projenin esaslarını, ilkelerini belirleme imkânları yoktur. Müslümanların onların projelerine dâhil olmaktansa, kendi projelerini, Rablerinin Kitabından ve Peygamberlerinin pratiğinden almaları gerekmez mi? Batının emellerine hizmet eden diyalog yolunu takip etmektense, İslam’ın hedeflerine hizmet eden Tebliğ yolunu takip etmeleri gerekmez mi? l
1-Al-i İmran 19
2-Al-i İmran 85
3-Maide 3
4- Maide 3
5-Buhari-Müslim
6-F.Gülen-Papaya mektup: Zaman–10.02.1998
7-Zaman Gazetesi, F.Gülen ropörtaj
8-Ahmet Şahin Zaman–17.04.2000
9-Bakara 120
10-Maide 17
11-Al-i İmran 20
12-Al-i İmran 69
13-Al-i İmran 72
14-Maide 73
15-İslam Peygamberi-M.Hamidullah 1/338
16-Müslim. İman,47
17-Müslim. İmare 116
18-Hâkim
19-Tarihçe-i Hayat

Allah İçin Yaşamak

 
 
 
İnsan dünyaya bir defa gelir ve bir daha gelme imkânına da sahip değildir. Bu hakikat, hayatın değerini ve önemini bir kat daha arttırmaktadır. İnsana bahşedilen en önemli imkân olan bu biricik hayat, eğer bir amaç uğrunda olur ise anlam kazanır. Dolayısıyla yaşamaktan daha önemlisi, bir amaç için yaşamaktır. Bir amaç için yaşamaktan daha önemlisi ise, doğru bir amaç uğrunda yaşayabilmektir.
Bu hayatı bize bahşeden Rabbimiz Teâlâ, yaşam rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerime ile hayatın önemini vurguladıktan sonra, hayatımızın gayesini de net ve basit bir şekilde, hiçbir kafa karışıklığına mahal vermeden ilan ediyor: ‘Ben insanları ve cinleri yalnız bana kulluk için yarattım.’1 Mübîn olan Kur’an, ‘yaşamın amacı nedir?’ sorusu gibi temel bir soruya çok açık, çok basit bir cümle ile cevap veriyor; ‘KULLUK’ diyor. Hayatı karmaşık hâle getirmekten başka hiçbir işe yaramayan felsefî tanımlamaların aksine Kur’an’ın hayat gayesi tanımı, insana açıkça iki yol çiziyor: Allah’a kulluk veya mâsivaya (Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey) kulluk yolu!
Rabbimiz Teâlâ kitabında, yaşamın gayesini ‘kulluk’ olarak ortaya koyduktan sonra, bu hayatı ideal bir kul olarak yaşamamız için, bize idealist sözler söyletiyor: ‘De ki; benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.’2 Tüm ibadetleri, hayatı ve ölümü kendisi için yaşamaya bizleri azmettiren Allah, (c.c) hakîkatli kul olabilmenin formülünü de bu ayetiyle kullarına veriyor. Allah için yaşayıp, Allah uğrunda ömrünü tamamlama sözünü verdirerek, kulluğun hayat-memat meselesi olduğunu vurguluyor.
Kur’an-ı Kerim’de tüm peygamberlerin ‘Ey kavmim Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur’3 sözüyle kavimlerini tevhid ile kulluğa davet ettiklerini görüyoruz. Çünkü kulluk; tevhidin eyleme-hayata dönüşmüş hâlidir. Tevhid bir inançtır ve hiç bir inanç, eyleme dönüşmedikçe hayat bulamaz. İşte bu yöntem, peygamberlerin davet yöntemidir; tevhidi kulluk ile bağlama, inancı kulluk ile imana dönüştürme çabası.
Leilehe illallah sözünü, kulluk ile bağlayarak hayat tarzına dönüştüren peygamberler, tevhid temelli hayatlar yaşanması için mücadele etmişlerdir. Çünkü Allah’a kulluk, tevhid temelinde oluştuğunda, ancak o zaman kullara kulluk söz konusu olmayacak ve akide, hayatı kapsayacaktır. İşte böyle bir sağlamlığın neticesinde yetişen has kul; dünyanın her işinde, yaşamının her aşamasında Allah’ı dikkate alacak, O’nun emirlerini yerine getirecek,haramlarından kaçınacak ve O’nun yolunda mücadele etmek söz konusu olduğunda dünyaya meydan okuyacaktır.
Kulluk İnsana Ne Kazandırır?
• Allah’a kulluk insanı özgürleştirir: Aslında kulluk ile özgürlük birbirinin zıddıdır. Çünkü kulluk; itaat etmek, boyun eğmek, inkıyat etmek, tezellül4 manalarına gelirken, özgürlük; teslim olmamak, bağlı olmamak, başına buyrukluk, bağımsızlık, hürriyet manasına gelir. Bu iki kelime birbirine bu kadar zıt iken nasıl olur da bir cümlede bir araya gelebilir ve birisi diğerinin müsebbibi olabilir? Bu sorunun cevabı, Allah’a kulluk anlayışının içerisinde mevcuttur. İslam’a göre Allah’a hakkıyla kul olan kişi; gayrısının esaretinden, prangasından, hayatına yön vermesinden, ahkâm kesmesinden kurtulur. Böylece biricik Rabbine, Yüceler Yücesine teslim olurken, bu teslimiyet onu binlere teslim olmaktan kurtarır ve özgürleştirir. Bunun neticesinde ise insan; şerefli bir kulluğa ulaşırken, aşağı bir kölelikten kurtulur. İkbal’in dediği gibi; ‘Üşenerek yaptığın o bir secde, seni bin secdeden kurtarır!’ Oysa sözde özgürlük bezirgânları, özgürlük diyerek insanları nefislerinin, şeytanların ve kendi sistemlerinin boynu bükük bir kölesi haline getirirler. Zaten onlar hep böyle değiller midir? Özgürlük derler; esareti getirirler, demokrasi derler; diktatörlük getirirler, Bahar! Bahar! derler; karakışı getirirler.
• Allah’a kulluk insana mutluluk ve huzur verir: Bugün dünya, huzurun ve mutluluğun yollarını aramak için seferber olmuş durumdadır. Çeşit çeşit yollar, yöntemler sunuluyor mutluluk adına. Ancak bu yöntemler, nefisleri ve şeytanı daha da şımarttığı ve insanı mutmainsizliğe sevk ettiği için, mutluluk insanoğlundan gitgide uzaklaşıyor. Oysa insanın maneviyat âlemine ve duygularına en güzel reçeteyi sunan Kur’an, ‘mutluluğun yolu nedir?’ gibi zorlu ve çetrefilli bir soruya, çok basit bir cevap veriyor. ‘Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.’5 İnsan mutmain olmadan mutluluğu yakalayamayacaktır. Allah’a kul olmadan da mutmain olamayacaktır. İşte bu basit hakîkat, çözümün kendisidir.
Hz. Mevlana’ da ne güzel anlatır kulluk ile yakaladığı mutluluğu;
‘Ben kul oldum, kul oldum. Kulluk vazifemi lâyıkıyla eda edemediğim için başımı önüme eğdim
Her köle azad edilince sevinir, mesrur olur.
Ben ise sana köleliğim devam ettikçe sevinir, şâd olurum.’’6
• Allah’a kulluk insana asâlet kazandırır: Kulluktur insanı insan yapan, insanı adam yapan, sadece etten kemikten bir varlık olmaktan kurtarıp yücelten. İnsan; Yüceler Yücesine teslim oldukça yücelir, O’nda yok oldukça var olur, O’nu sevdikçe sevilir.
• Allah’a kulluk insanı nankör olmaktan kurtarır: İnsana sadâkati, vefayı öğretirken, nankörlükten de berî olmayı öğütler. Tüm peygamberler ‘Allah’a kul olun’ çağırısıyla insanları kurtuluşa çağırırken, aslında vefaya çağırırlar. Buna mukabil Allah düşmanları ise, insanları birilerine veya kendilerine kul olmaya çağırırken ateşe çağırırlar, aslında Allah’a karşı nankörlüğe çağırırlar.
Hicr Suresinde bu durum şöyle ortaya konulur: ‘(Musa) ben sizi kurtuluşa (Allah’a) çağırıyorum ama siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni nankörlüğe çağırıyorsunuz, bense sizi Aziz ve Gafur olan Allah’a çağırıyorum.’7
• Allah’a kulluk insana mücadele ruhu kazandırır: Kazanılan bu ruh; insanları öncelikle kula kulluktan kurtarıp, bir olan Allah’a kul yapma mücadelesini doğurur. Zaten müslümanın mücadelesi hep çifte kanatlıdır. Öncelikle kendisinin Allah’a hakkıyla kul olarak yaşaması için engelleri kaldırır, daha sonra da tüm insanlar kullara kulluğu bırakıp sadece Allah’ın kulu olarak yaşasınlar diye mücadele eder.
İşte bu mücadelede, ancak doğru bir itaat anlayışı verilerek sonuç elde edilebilir. Kulluğun ayrılmaz parçasıdır itaat. Allah’ın yanı sıra başka mercilere-Allah’a rağmen- itaat ederek, kulluğu sadece Allah’a hasretmeyenler, namazda kırk defa tekrarladığı ‘İyyêke na’büdü’ (yalnız sana ibadet ederiz) sözünü tutmayanlardır. İşte bu sözdür, her konuda ama her konuda, Allah’ı otorite kabul etmenin bey’atı.
Müslüman, kendisinin itaatine ve ibadetine tek lâyık olanın da Allah (c.c) olduğunu bilmeli ve O’nun için yaşamalıdır. Unutmamalıdır ki; hayatın kıymeti, ancak O’nun uğrunda yaşanırsa bilinir. Çünkü Allah (c.c) bizim Yaradanımızdır, hayatımızın idamesini sağlayan yegâne Güçtür, bizi hesaba çekecek olan O’dur, biricik Rabbimizdir. Hamdolsun O’nun varlığına, Hamdolsun O’nun verdiğine, feda olsun varlığımız varlığına!
“Hem ben, neden Rabbime kulluk yapmayacak mışım, O beni yoktan var etmişken?” 8
“Bana yalnız Allah’a kulluk etmem ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi”9
“De ki: Ey cahiller! Allah’tan başkasına mı kulluk etmemi bana emrediyorsunuz”10
1- Zariyat 56
2- En’am 162
3- A’raf 59,65,85
4- Kuşeyri R.Ubudiyyet:279
5- Rad 28
6- Aşk Çağlayanı Mevlana V.Vakkasoğlu s:67
7- Mü’min 42
8- Yasin 22
9- Hicr 36
10- Zümer 64

Allah Rabbu'l Alemin

 
 
 
Allah’a iman en önemli iman esasıdır. Bugün insanlığın en temel sorunu ise; bu imanın nasıl olması gerektiğinin bilinmemesi veyahut anlatılmaması meselesidir. Allah’a imanın nasıl olması gerektiğinin cevabı; ‘nasıl bir Allah’a iman ediyoruz?’ sorusunun cevabı ile direkt olarak alâkalıdır. Rabbimiz Teâlâ:‘Onlar, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler (bilemediler)’1 buyuruyor. Allah (c.c.) bu ayeti ile kendisini tanımanın önemini bildirirken, tanımayanları ise kınıyor. Çünkü Allah’ı tanımayan insanın, O’na, O’nun istediği gibi iman etmesi ve kulluk yapması mümkün değildir. Bizden bu ayeti ile kendisini tanımamızı isteyen Allah (c.c), bunun yolunu, ilmini göstermemiş olabilir mi? Herhangi bir konuda insanı uyarmadan önce, onu muhakkak bilgilendiren Allah (c.c), kendini tanımayanları uyarmadan önce, kendini tanıtmamış olabilir mi? Böyle bir durum, Allah (c.c.)’ın âdetine (sünnetullaha) terstir. Allah (c.c), peygamber veya vahiy ulaşmamış insanlara dahi, mahlûkat ve mevcudat ile kendini tanıtmaktadır.
Allah’ın ‘halk’ yani yaratma sıfatı; O’nun varlığının, birliğinin, kudretinin, ilminin en önemli delillerindendir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ‘halk’ sıfatı ile beraber zikredilen sıfatlar, Allah’ın yaratmasının sadece ‘var etmek- var kılmak’ olmadığını ortaya koyuyor. Rabbimiz Teala: ‘O Allah yarattı, bir düzen içinde biçim verdi, takdir etti, böylece yol gösterdi’2, ‘Seni yarattı, bir düzen içinde şekil verdi, seni dengeli kıldı, dilediği şekilde seni terkib etti ( oluşturdu.)’3 buyuruyor. Tüm bu ayetler, Allah’ın yaratmasındaki düzeni, dengeyi, terkibi, yol göstermeyi ortaya koyarken, aslında insanın yaratılışından itibaren, insanın hayatına şekil verenin de Allah olduğunu ortaya koymaktadır. Sadece Allah (c.c.)’ ın ‘halk’ sıfatını dahi tefekkür eden ve o sıfattaki ilmi/ terbiyeyi anlayan insan, insanın başıboş bırakılmayacağını’4 idrak edecektir. Yani Allah’ın mahlûkatına bakıp, bir ‘Hâlık’ın var olduğunu, yaratmasındaki düzene/intizama bakıp O Hâlık’ın ‘Rab’ olduğunu anlamak çok kolaydır. İşte vahiy, bu temel öğreti ile söze başlamıştır; ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!’5Rububiyyetini , ‘yaratma’ sıfatını tefekkür edenin bile anlayacağı şekilde, her bir mahlûkatına âdeta mühür gibi vuran Allah (c.c.) bir de Kur’an ile vurgulayarak tekrar tekrar ortaya koymaktadır. Yüzlerce ayeti kerimede insana; Allah’ın yaratan olduğu bildirilerek, O’nun insan üzerindeki hakkı, Rab olduğu bildirilerek; O’nun hakkını yerine getirmenin önemi öğretilmektedir.
İbn-i Arabî: ‘Men arefe nefsehu, fekad arefe Rabbehu- Kendini tanıyan Rabbini tanır-’ der. İşte Allah’ı tanımanın yolu! İnsanın kendini tanıması, Rabbini tanımada en güzel ve en yakın yol olacaktır. Çünkü insana en yakın olan tefekkür mahalli kendisidir. Ve insanın yaratılışı gerçek bir mucizedir. Rabbimiz Teâlâ birçok ayette bu mucizevî varlığın yaratılış aşamalarından bahseder. İlk aşama yani ‘alâk’ aşaması, ilk inen ayetlerde bildirilmiş ve insan; Rabbimizin insanı yeniden muhatab almasıyla beraber, bizzat Allah tarafından tanıtılmaya başlanmıştır. İnsanın oluşumundan önceki durumu ve oluşum aşamaları ise mü’minun suresinde sırasıyla bildirilir. Süzme bir çamur, bir su damlası, alâk, bir çiğnem et, sonra kemik, sonra kemiklere et giydirilmesi…
Elmalılı merhum: “Rab; ‘bir şeyi olgunluğa ulaştırıncaya kadar tavırdan tavıra çeviren, yani terbiye eden Zat’ demektir” der. ‘Biz gerçekten insanı en güzel kıvamda yarattık’6 ayeti ile yukarıdaki yaratılış aşamaları bir arada düşünüldüğünde, insanın yaratılışındaki mükemmel kıvamın, Rab olan Allah’ın belirlediği terbiye süreci ile tavırdan tavra çevrilerek oluştuğu ortaya çıkmaktadır.
İnsanın fizyolojisindeki bu mucizevî yönleri embriyoloji ilmine temel oluşturacak şekilde insanlığın faydasına sunan Allah (c.c.) bu mevzularda tafsilata girmez, geri kalanını insanın istidadına bırakır. Çünkü insana, insanın fizyolojisini keşfetme istidadı yani kabiliyeti verilmiştir.
İnsanın fizyolojisi, psikolojisinden çok daha basit bir sistemdir. Bu sistemi dahi çözmede zorlanan ve onu çözmek için onlarca dalda tıp uzmanlıkları belirleyen bilim adamları, fizyolojisinden çok daha karmaşık olan psikolojisini de çözmek için çabalamaktadır. İnsanı kendi başına çözmeye çalışan veya uzman insanlardan oluşan bir heyetle bu sır varlığın keşfedileceğine inanan bazı kaygılı bilim adamları ise, bunu başaramayınca ‘insan denen meçhul7 diyerek insanlık adına bir realiteyi ilan etmektedirler. İnsanın insana meçhul bir varlık olduğu realitesi! İnsanı insanın tanımadığı gerçeği anlaşılmadan, insanı ancak Allah’ın tanıdığı gerçeği anlaşılamayacaktır.İnsanoğlu haddini bilmeden Rabbini bilemeyecektir.İşte bu hakikati insanın tüm yeteneklerini, kapasitesini, sınırları bilen ve tüm bu yönlerini yaratan olan Rabbimiz Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de çok net ve çok açık ifadelerle bildirmektedir.Siz mi iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?’8, ‘Siz bilmezsiniz Allah bilir’9, ‘Yaratan bilmez mi?’10, ‘Biz onun nefsinin ne fısıldadığını biliriz, ona şah damarından daha yakınız’11, ‘O Allah gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir’12. Allah (c.c.)’ın insanı tanıdığını bildiren bu ayetler, insanlar için ‘meçhul’ olan bu varlığın, Allah (c.c.) için ‘mâlum’ bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Yani Allâmu’l-Guyûb (gaybları bilen) olan Allah (c.c.) insana gayb olan insanı, her yönüyle tanıyan tek Zat’tır.
‘İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?’13 ayeti ile ise, bizi kendimiz hakkındaki cehaletimizle baş başa bırakmayacağını bildiren Rabbimiz, tanıdığı varlığı tanıtacağının müjdesini vermektedir. İşte Kur’an-ı Kerim, ‘insan denen meçhul’ varlığı ‘insan denen mâlum’ varlığa dönüştürmenin anahtarıdır. Zekâ ile tecrübeyle elde edilmesi mümkün olamayan bilgileri, bir varsayım veya deneme-yanılma yoluyla değil, gerçek ve sonucu belli, yani yüzde yüz güvenilir bir bilgi olarak insanlığın faydasına sunmaktadır.
Bugün bir ilacın, bir hastalık üzerindeki etkisini ölçmek/değerlendirmek için, insan vücudunun kobay olarak kullanılması kabul edilemez, etik kuralları alt-üst eden bir durum olarak değerlendirilmektedir. Ancak deneme-yanılma yolu ile uygulanan eğitim ve yönetim teknikleri, aynı müdahalenin envai çeşidini insanların zihinlerine, kalplerine, nefislerine uygulamaktadır. Ve böylece, bireylerden toplumlara, yığınlar, gayrı fıtrî eğitim ve yönetimlerin kurbanı olmaktadır. İnsana insanın verdiği zararı, kimse vermemektedir.
Oysa insanoğlu böyle bir zarara girmesin ve ‘kendi elleriyle kendini tehlikeye atmasın’14 diye, Yaratan yarattığını kitabı ile tanıtmaktadır. Kur’an-ı Kerim insanın manevî âlemini, fıtratını, kalbini, nefsini detaylı bir şekilde anlatmaktadır.
Ona (insana), fücuru da takvayı da ilham ettik15 buyuran Rabbimiz, fıtratımızda iyi ve kötü duyguların beraber var olduğunu bildirmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, hayırlı duyguların mahalli ‘kalp’, şerli duyguların mahalli ise ‘nefis’ olarak bildirilmektedir. İnsandaki iman duygusu, takva anlayışı, hayra ve hakka temayül, sıhhatli bir kalbin güçlenmesiyle oluşmaktadır. Yani gerçek fonksiyonunu yerine getiren kalpte, hayırlı duygular vardır ve böyle bir kalp, tüm vücuda hayır pompalar.
Küfür, fücur ve şerre temayül ise; nefsin güçlenmesiyle ve fücurda güçlenen nefsin, kalbi zayıflatmasıyla, kalbe maraz yerleştirmesiyle oluşmaktadır. Böyle marazlı bir kalp ise; vazifesinin ve yaratılışının tam tersine, tüm vücuda şer pompalamaktadır. Bundan dolayı Rabbimiz Teâlâ ‘nefsini arındıran kurtulur16 buyurur. Nefsi arındırmanın yolu ise onu eğitmekten geçmektedir. Bu eğitimi de kısaca formülize eden Allah (c.c.) ‘kesmekle kesil’17 buyurarak, nefsi eğitmenin yolunun, yanlış olan ne varsa kesmekten geçtiğini bildirmektedir. Yanlışı yapmayı kesenin, o yanlıştan kesileceği gerçeği ortaya konulmaktadır. Rabbimiz, bu eğitimin neticesinde ortaya çıkan nefsi ‘mutmain olmuş nefis’ olarak isimlendirir.
Kalbin mutmain olmasının yolunu ise ‘dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur18 ayetiyle bildirir. Allah’a gerçek manada iman eden, muttaki olan, O’nu çok anan, her meselede O’nu tezekkür eden (yani dikkate alan) bir kul, mutmain bir kalbe sahip olacaktır. Mutmain olan kalp ise, insana huzuru yaşatacaktır.
Burada sadece özet olarak ele aldığımız insanın manevî âlemini, Kur’an-ı Kerim, detaylı olarak anlatmaktadır. Maalesef, özellikle bu çağda, sürekli olarak insana insanı ya kendisi ya da başkaları anlatmaktadır. Bu haddini bilmezlik, insanlığa büyük zarar verdi. Derler ki; ‘ağacı kemiren kendi kurdudur.’ İnsanı da bozan kendi müdahalesi olmuştur. Oysa Allah( c.c.), insanı hem yaratan, hem de tanıyandır. Rabbimizin insanı bu kadar iyi tanıması ve kitabında bizi her yönümüzle anlatması, bizim de O’nu tanımamızı sağlamaktadır. O’nu tanıyan insanın da O’na imanı, O’na teslimiyeti gerçek bir iman ve gerçek bir teslimiyet olmaktadır. O halde insan, Rab (terbiye eden) olan Allah’ın terbiyesine teslim olmalıdır ve bu teslimiyeti göstermeyen kişinin imanının da, hakiki iman olmadığını bilmelidir. Bu şuurla yürekten “Elhamdulillehi Rabbi’l Âlemin” demelidir!
1-Hac, 74
2-Âla, 2-3
3-İnfitar, 7
4-Kıyame, 36
5- Alâk,1
6- Tin, 4
7- İnsan Denen Meçhul, Alexis Carel
8-Bakara, 140
9-Bakara, 216
10- Mülk,14
11- Kaf, 16
12- Tâhâ, 7
13-Kıyame, 36
14-Bakara, 195
15-Şems, 8
16- Şems,9
17-Müzemmil,8
18-Râd, 28

Batı Medeniyeti Ve Çöküşü

                Batı medeniyeti; son 200 yıldır tüm dünyayı etkileyen bulaşıcı bir hastalığın, toplumları zehirleyen bir medeniyetin adıdır. 18. yüzyıldan beri dünyayı tesiri altına alan bu zehirli akımın etkilemediği neredeyse hiçbir ülke kalmamıştır. Müslüman/gayrimüslim tüm toplumları gerek fikri gerek fiili anlamda tahakkümü altına alan batı, ortaya koyduğu medeniyet kriterleri ile âdeta dünyanın sonunu hazırlamıştır. Tüm dünya insanları ve yerküremiz ehliyetsiz bir gâsıbın elinde inim inim inlemektedir. Şayet yeryüzünün gerçek varisleri ve emanetçileri bu gidişata dur diyebilecek güce ulaşamazlarsa, insanlığın kurtuluşu, uzun bir süre daha hayal olarak kalacaktır. Ancak, batı medeniyetinin çökmeye başladığına dair ortaya çıkan emareler, buna mukabil İslam toplumunda oluşan batıya karşı (halen yetersiz de olsa) nefret ve İslam medeniyetini kurma hususunda yeni neslin gösterdiği gayret, umudumuzu arttırmaktadır.
İşte tüm dünyayı tesiri altına alan bu medeniyet, bugün büyük bir çıkmazın içindedir. Ve bu çıkmazı meydana getiren de kendi öz değerleridir. İçine girdiği çıkmazlardan dolayı çökmeye yüz tutan bu medeniyetin oluşum keyfiyetini, özelliklerini bilmeden neden çökeceğini anlamak mümkün değildir. Bu medeniyeti tanımak ise, dayandığı kriterleri, ayakta kalmasını sağlayan argümanları bilmekle mümkündür. İşte batı medeniyetini oluşturan beş temel esas:
               1- Batı medeniyeti; şirkin hâkim olduğu bir medeniyettir. Nefislerin, insanların, bilimin, maddenin ilahlaştırılarak şirkin envai çeşidinin yaşandığı bu toplumlarda, Allah hiç hesaba katılmaz. Bunun neticesinde ise zincirleme yine envâi çeşit problemler baş gösterir. Şirkin ortaya çıkaracağı en büyük problem ise ‘zulüm’dür. Kur’an-ı Kerim’in ‘muhakkak ki şirk en büyük zulümdür’ düsturunun haklılığı, batı medeniyetinin pratiği ile daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Oluşturdukları şirk esaslı medeniyet ile öncelikle kendi yaratanına zulmeden bu medeniyetin takipçileri, daha sonra da kendi nefislerine ve kendi toplumlarına büyük zulümler yaşatmışlardır. Nefsin ilahlaştırılarak hâkimiyet ilan ettiği bu toplumlarda, insan âdeta ‘hayvandan daha aşağı’ bir mertebeye indirilerek, başka bir mahlûk kategorisi oluşturulmuştur. Ne için yaratıldığını bilmeyen, hayatı sadece zevk ve eğlenceden ibaret gören, fıtratını bozmuş yığınlar, kendi kendilerine zulmederek, zulmün a’zamını yaşamaktadırlar. Yani batı medeniyeti, önce kendi doğurduğu toplumu yemiş, farkında olmasa da kurşunu önce kendi bacağına sıkmıştır.
               2- Batı medeniyeti; kurulduğu günden bu yana, adı zulümle beraber anılan bir medeniyettir. Şirk temelli kurulan bu medeniyet, sadece yaratanına ve kendi toplumuna zulmetmekle kalmamış, dünya âleme, gerek kendi içinde bulunduğu gayrı fıtrî hayat tarzını empoze ederek, gerekse de fiilî olarak onların hayatlarına, yurtlarına müdahale ederek, çeşitli şekillerde zulmetmiş ve bu zulmüne de halen devam etmektedir. Bu medeniyetin kuruluşu da devamı da hep kanlı olmuştur. Kendi bekasını sağlamak için her çeşit zulmü mübah gören bu zihniyet, sadece Amerika’nın kuruluşunda 30 milyon yerli halkı (Kızılderililer) katletmiştir. Japonya’ya atılan atom bombası sonucu sadece birkaç saniyede 360 bin insan öldürülmüştür. Üzerinden 66 yıl geçen bu saldırının tesiriyle oluşan hastalıklardan ölenlerin sayısı ise hesap edilememektedir. Osmanlı’nın zayıflamasını fırsat bilen Fransa, 1830 ‘dan 1962’ye kadar Cezayir’i işgal etmiş ve milyonlarca müslümanı şehit etmiştir. Sadece 1954-1962 yılları arasında bir buçuk milyon Müslüman, Fransız askerleri tarafından katledilmiştir. Yine en yakın zamanda yaşanılan ve daha kardeşlerimizin kanının kurumadığı, kefeninin solmadığı Irak savaşında, resmî veriler rakamı düşürmeye çalışsa da, gayrı resmi verilere göre bir buçuk milyon insan öldürülmüştür. Yine aynı savaşta yüz binlerce yaralı, yüz binlerce yetim, sayısı belli olmayan tecavüze uğramış kadın ve alt yapısı üst yapısı bitirilmiş, doğal kaynakları gasbedilmiş bir ülke… Irak… Gözlerimizin önünde milyonlarca hayat kaybolup gitti. ABD’nin Irak’ta görev yapan kadın askerlerinden Sandra Lee, Rusia Today (RT) kanalına başından geçenleri şöyle anlatıyor: “Irak’ta görev yaptım. ABD askerleri, tüm kadınlara tecavüz ediyorlardı. Hatta bana da defalarca tecavüz ettiler. Ben ki, onlarla birlikte görev yapan ABD askeriyim. ABD ordusunda görev yapan kadın askerlerin yüzde 75’i tecavüze uğramış durumda. Ancak korkudan hiç kimse bir şey yapamıyor. Çünkü sürekli tehdit ediliyoruz. Psikolojim bozuldu. Bunalıma girdim. Biraz düzelince de bunları açıklıyorum.” Yukarıda da izah ettiğim gibi, bu alçak medeniyet her ne kadar en büyük zararı diğer halklara daha çok da Müslümanlara yaşatsa da, kendi insanları da bu alçaklıklardan nasibini almaktadır.
              3- Batı medeniyeti emperyalist bir medeniyettir. Bu emperyalist zihniyetin oluşmasının altında yatan en büyük etken, materyalizm yani dünyevileşmedir. Bugün batılılaşma, dünyevileşme ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Yani maddeyi mananın önünde tutan batılı güçler, dünya üzerindeki tüm maddî kaynakları ele geçirme projesi çerçevesinde ‘yüzyılın hırsızlık hareketini’ başlatmışlardır. Ellerinin değmediği yeraltı kaynağı kalmamış, dünyanın insanlığa sunduğu öz kaynakları, sınır tanımadan talan etmişlerdir. Dünya var olalı böyle bir talana şahitlik etmemiştir. Bu alçak medeniyet, emperyalizmin her çeşidini fütursuzca tatbik etmiş; insan gücünü, toprağın gücünü, petrolün gücünü, altının gücünü sömürmekten çekinmemiştir. Son dönemde ise ‘kültür emperyalizmi’ yöntemiyle kendi hayat tarzını basın-yayın aracılığı ile empoze ederek dünyada kendine karşı oluşan nefreti kırmaya çalışmaktadır. İşte belki de emperyalizmin en tehlikeli şekli bu olsa gerek. Çünkü maddenin sömürülmesiyle kaybedilen sadece madde iken, kültürel emperyalizm yöntemi ile ruhlar öldürülmektedir. Bu yolla dünyevileşme bir furya gibi tüm toplumlara ve bu toplumların tüm kesimlerine hızla yayılmaktadır. Ve bu toplumlar batılıların batı medeniyetini sorguladığı şu dönemde batılılaşmayı hortlatmaktadırlar. Malik bin Nebi: ‘Gözleri kör eden bilinçsiz materyalizm ve aşırı ‘acil menfaat isteği’ çökmeye yüz tutan batı medeniyetini üstün görmeyi sağlamaktadır’ der. Ünlü düşünürün tespiti, Kur’an’ın; ‘İşte onlar acil olanı (dünyayı) isterler…’1 ifadesiyle ne kadar da örtüşmektedir. Dünya sevgisi batı medeniyetinin bize verdiği en büyük zarar olmuştur. Çünkü dünyevileşenler sadece ahirette değil dünyada da kaybetmeye mahkûm olacaklardır.
             4- Batı medeniyeti fitneci bir medeniyettir. Bu medeniyet kurulduğundan bu yana fitnenin başı olmuştur. Nerede bir bölücü- parçalayıcı faaliyet varsa, altından hep batılı güçler çıkmaktadır. Bu şekilde tüm dünya toplumları bölük pörçük hale getirilerek güçsüzleştirilmişlerdir. Özellikle de ümmet-i muhammedin parçalanmasında birincil rolü batılı güçler oynamıştır. Aslında batının attığı her bir fitne tohumu, yeni bir parçalanmayı doğurmuş, bunun neticesinde toplumlar; ümmetçilikten aşiretçiliğe, aşiretçilikten aileciliğe, ailecilikten ferdiyetçiliğe kadar bölünebileceği en küçük parçaya kadar bölünmüştür. ‘Fitne, katilden (adam öldürmekten) beterdir’2 der Kur’an-ı Kerim. İşte batının attığı fitne tohumları da bize savaşlardan daha büyük kayıplar yaşatmış ve gücümüzü yok etmiştir. Bu kadar parçalanmış bir toplum haline gelen İslam toplumu, dünyaya tesir edemez olunca dünya; dar’ul harp, dar’ul fitne, dar’ul hüzn yeri haline gelmiştir. İslam medeniyeti kurulmadıkça da dar’us selam yeri olamayacaktır.
             5- Batı medeniyeti itikaden kâfir bir medeniyet olsa da, ahlâken hem kâfir hem münafıktır. Münafık; ikiyüzlü demektir. Batı medeniyeti de çeşitli maskeler takarak gerçek yüzünü çeşitli şekillerde gizlemektedir. Örneğin ‘özgürlük’ maskesini takarak kendi medeniyetinin özgürleştirdiğini iddia eder, ancak durum tam tersidir. Gerek kendi toplumunu nefsinin esiri yaparak, gerekse de diğer milletlerin yaşam haklarını ve gelişim-ilerleme haklarını elinden alarak köleleştirir. Bugün özellikle Ortadoğu ve Afrika devletleri Amerika’dan icazet almadan, sosyal/siyasal hiçbir alanda değişim gösterememektedir. Yine gerek tarım politikası, gerek sanayileşme, gerekse de yeraltı kaynaklarını kullanmada hiçbiri özgürce hareket edememektedir. Batı medeniyetinin ikiyüzlülüğü hümanizm hususunda da kendini göstermektedir. Sözde insan haklarına önem veren batının, ne insana ne de insanın hakkına önem vermediği öldürdüğü milyonlardan bellidir. Bu alçak medeniyet hiç hümanist olmasın, çünkü ‘hümanistim, insana değer veriyorum’ diye diye milyonları öldürüyor. Derler ki; ‘bir kavram bir yerde çok konuşuluyorsa, bilin ki o kavramdan çok uzaklaşılmıştır. Çünkü yaşanmayan kavramlar artık sadece konuşulmaya başlanır’. Özgürlük ve hümanizm kavramları en çok batıda konuşuluyor. Bu da gösteriyor ki, en çok bu toplumlar bu kavramlara inanmıyor ve yaşamıyor. İşte bünyesinde hem küfrü hem nifakı bir arada barındıran batı medeniyeti, en alçak medeniyet olarak karşımıza çıkıyor. Üstad Bediüzzaman: ‘Bu medeniyet “mimsiz” bir medeniyettir ki o da, “deniyyet”tir.’ der. “Deniyyet” ise alçaklık, aşağılık anlamına gelmektedir.
               İşte yukarıda saydığımız, daha da sayabileceğimiz menfî esaslarla ayakta kalan batı, tam da bu esaslar yüzünden çökmeye mahkum bir medeniyettir. Kendi alçak esasları kendini bitirmeye yetecektir, ancak, gerek dünyevileşme gerekse de dinden uzaklaşma yoluyla batılılaşarak, bu medeniyetin ayakta kalmasını sağlayanlar, bu çöküşü ne yazık ki yavaşlatmaktadırlar. Batıya karşı içlerinde hâlâ sevgi beslemeye devam edenler, bir an için Ortadoğu’da yaşananlara baksınlar. Veya bakmasınlar da, sadece bir dakika gözlerini kapatsınlar ve hayal etsinler; evlerinin başına göçtüğünü, annesini, babasını, çocuğunu kaybettiğini, kız kardeşinin namusunun kirletildiğini… Eğer hâlâ batıyı sevebiliyorlarsa imanlarını, insan olup olmadıklarını kontrol etsinler. Bu kontrolün neticesinde kalplerinin bomboş olduğunu göreceklerdir.
               Batı medeniyetinin çökeceğine olan inancımızı ve ümidimizi kuvvetlendiren en önemli bilgi ise, Hakka’l Yakîn olan Kur’an’dan gelmektedir. Çünkü Kur’an böyle medeniyetlerin sonlarının ne olacağını, yaşanılacak kesin bir bilgi olarak ümmete sunmaktadır. Kur’an’a itimadımız ve verdiği bilgilere güvenimiz tamdır. Her şey yüzde yüz Kur’an’ın bildirdiği gibi olacaktır. Bir medeniyetin nasıl kurulacağının esaslarını ortaya koyan Kur’an, nasıl yıkılacağının da esaslarını bildirmektedir.
               Batı medeniyeti yıkılmaya mahkûmdur! Neden?
               Çünkü Allah (c.c.) yeryüzünde hâkimiyeti müstekbirlere değil mustazaflara vermeyi istemektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
              ‘Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz.’3
               Çünkü batılaşma dünyevî-leşmenin, zenginliğin öbür adıdır ve dünyevîleşerek kibirlenenleri Allah, dünya nimetlerinden de mahrum edeceğini bildirmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
              ‘Kârûn, ziyneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: “Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir” dediler… Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık. Allah’a karşı ona yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendisini savunup kurtarabileceklerden de değildi!’4
               Çünkü fitne- fesat, hile-hurda yoluyla toplumu ve ülkeleri ifsat edenlere Allah (c.c.), muhakkak helakı yaşatacaktır. Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor:
‘Zalim krallar bir ülkeye girdiklerinde, muhakkak orayı ifsat eder, şerefli insanlarını düşük kılarlar. Bunlar işte böyle yaparlar… Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik’ 5
               Çünkü ‘Zulümle âbâd olanın akıbeti berbat olur’ denilmiş. Zulmedenlerin sonunun ne olacağı hususunda Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor:
              ‘Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâp ile devrileceklerini bilecekler’6
               Çünkü yeryüzünde her yer Allah’a aittir. Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor:
               ‘Doğu da Allah’ındır, batı da’7, Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır’8
                Batı medeniyeti, gerek kendi menfi esasları sayesinde, gerekse de Allah’ın yardımının tecellisi ile yıkılmaya mahkûm bir medeniyettir. Ancak bu medeniyetin yıkılmasının gerçekleşmesi, Allah (c.c.) tarafından bir şarta daha bağlanmıştır. O şart da; Müslümanların kendi medeniyetlerine sahip çıkmaları şartıdır. Batı medeniyetini yıkmak, İslam medeniyetini kurmak için çalışmakla mümkün olacaktır. Aksi halde, batının sonunun helâk olması, ümmetin sonunun felah olmasını sağlamayacaktır.

1: İnsan, 27
2: Bakara, 191
3: Kasas, 5
4: Kasas, 78-79-81
5: Neml, 34/50-51-52
6: Şuâra, 227
7: Bakara, 115
8: Tevbe, 3

Nefsini Arındıran Kurtulmuştur

 
 
 
Rabbimiz Teâlâ A’la Suresi 14. ayeti kerime ile Şems Suresi 9. ayeti kerimede ‘nefsini arındıran felah bulmuştur’ buyuruyor. Aslında Hakîm olan Allah (c.c.)’ın Hakîm olan kitabı öyle önemli bir meselede öyle hikmetli bir formül ortaya koyuyor ki, kurtuluşu arzu eden herkesin reçetesi bu formülde gizli. Bir cümle bu kadar kısa bir ifadeyle, ancak bu kadar çok şey anlatabilirdi. Mu’ciz’ul Beyan (insanı aciz bırakan) olan Kur’an, bu özelliğini bu ayeti ile de bize ispat ediyor.
Kendisinden ve toplumundan yana kaygılı olan her insanın kafasındaki temel sorulardandır; ‘nasıl kurtulurum, nasıl kurtarırım’ soruları. İşte bu ayet bu sorunun cevabını özetliyor ve temel bir meseleye temelli bir çözüm yolu öneriyor:
‘Nefsini tezkiye eden felah bulmuştur.’
Ayette geçen ‘nefs’ kelimesi bir taraftan, ‘kötü huylar, hayvanî istekler’ manasına gelirken, diğer taraftan, ‘bir şeyin kendisi’ manasına da gelmektedir. ‘Tezkiye’ kavramı ise; bir taraftan ‘arınma, temizlenme’ manasına gelirken, diğer taraftan ‘eğitme, geliştirme, yetiştirme, artma’ manalarına da gelmektedir. Dolayısıyla ayeti kerime, insanın kurtuluşu için aslında bir cümlede iki reçete sunmaktadır. Birinci reçetede; ‘kötü huylarını temizleyen kurtulmuştur’, ikinci reçetede ise; ‘ kendini eğitip yetiştiren kurtulmuştur’ ilahî formülleri bildirilmektedir. Her iki manayı birleştirdiğimizde ise, bir başka formül daha ortaya çıkıyor; ‘nefsini arındırarak kendini yetiştiren kurtulmuştur’ formülü.
Aslında insanın kötü huylarının azalması ve böylece terbiye olması, onun gelişmesinde en önemli faktördür. İmam-ı Âzam: ‘Eğitim; şahsiyeti ihya eden ve imha eden şeylerin anlaşılmasıdır’1 der. İşte kişiyi bozan unsurların bilinmesi ve ortadan kaldırılması, eğitimin birincil basamağıdır. İslam’a göre insanda temizlenmesi gereken en acil maraz ise şirk pisliğidir. İslam tevhidi yerleştirirken, öncelikle şirki ortadan kaldırır. Kelime-i tevhid şirke en büyük darbedir. Dolayısıyla, öncelikle şirkten arınmayan bir nefsin kurtulamayacağı aşikârdır. Çünkü şirk, insanı aşağıların aşağısı bir varlık haline getirirken, buna mukabil tevhid, insanı yüceltmekte, meleklerden daha üstün hale getirmektedir. Yani, şirk bataklığında olan insan boğularak dibe vururken, tevhid atmosferinde teneffüs eden insan yükselmektedir.
İslam dini, nefsi arındırma eğitimine öncelikle şirki def ederek başlasa da, eğitim her yönden hayat boyunca devam etmektedir. Kur’an ve sünnette bildirilen her bir ibadet, insanın nefsini arındırması ve kendini geliştirmesi için pratikler sunmaktadır. Haramlardan imtina ile nefsinin yanlışlarını budayan insan, bir ağacın budanınca coşması gibi coşar, yükselir, hayat bulur. Haramları kerih görebilme şuuruna erişebilmenin formülü ise çok daha kestirmeden ortaya konuluyor:
‘Ve tebettel ileyhi tebdile’: ‘Kesmekle kesil!’ 2
Rabbimiz Teâlâ ‘kesmekle kesil’ ayeti ile yanlışlarını kesen insanın, tıpkı büyüyüp meyve vermesi gereken ağaç gibi budandığından bahseder. Oysa budama bir şeylerin azalması gibi görünür insanın gözüne. Hâlbuki iman ağacını haramlardan imtina ile budayarak güçlendiren insan, kendini azaltmak bir yana, bilakis arttırmakta yani geliştirmektedir. İşte tam da bu noktada ayetin iki manası kaynaşmaktadır; ‘nefsini arındıran ve kendini geliştiren kurtuluşa ermektedir.’
İslam’da nefis eğitimi iki yönlü bir eğitimdir. Bu eğitim kişiyi bir taraftan haramlardan keserek yüceltirken, diğer taraftan farz ve sünnet ibadetlerle geliştirmektedir. Yani nefsi ifsat eden duygulardan arındırarak bir budama işlemi yapılırken, iman ağacını farz ibadetlerle güçlendirerek bir sulama işlemi yapılmaktadır. Hem budanmayan hem de sulanmayan bir ağacın gelişmesi hatta yaşaması mümkün değildir. İşte bundan dolayı Rabbimiz Teâlâ Şems Suresi 9. ayetten hemen sonraki 10.ayette; ‘onu (nefsini) kötülüklere gömen de ziyan etmiştir’ buyuruyor. Nefsini arındırmayanın, budamayanın, sulamayanın yok olacağını ilan ediyor. Ayette geçen ‘desse’ kelimesi çürütmek demektir. Yani küfür bataklığında boğulmuş olanlar, haram çirkefinde yok olmuş olanlar, dünya sevgisinde kendini kaybedenler;  çürümeye mahkûmdurlar. Diğer taraftan; Allah’ın kendisine verdiği, ilham ettiği güzel duyguları, fıtrî istidatları, ruhî melekeleri, aklî yetenekleri, yani kendisini geliştirecek tüm imkânları yerinde kullanmayıp diri diri toprağa gömen de çürümeye mahkûmdur.
Bu ayetlerle Kur’an’ı Kerim, felahın ve helakın insanın kendi elinde olduğunu bildiriyor ve bizleri cehde yönlendiriyor. Yine Rabbimiz Teâlâ bir başka ayetinde; ‘ey insan, şüphe yok ki sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalayacaksın, sonunda O’na kavuşacaksın’3 buyuruyor. Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, kurtulmak ve Rabbine kavuşmak isteyen insandan ömrünün sonuna kadar mücadele etmesi istenmektedir. Allah (c.c.) mutluluğu da- huzuru da, düğünü de- bayramı da gayret edene yaşatacağını bildiriyor.
A’la Suresi 14. ayette; ‘nefsini arındıran felah bulmuştur’ buyrulduktan sonra hemen akabindeki 15. ayette ise ‘namaz kılan’ kimseden bahsedilmesi ve İbni Ömer’den gelen sahih bir rivayette burada kastedilen namazın bayram namazı olduğu bildirilmesi, ayetler arasındaki mükemmel uyum ile bir müjdeyi ortaya çıkarıyor. Allah (c.c.) nefsini arındıranların ruhen bir bayram yaşayacaklarını ‘felah bulmuştur’ ifadesiyle kesinleştirirken, bu arınmanın devamı neticesinde, gerçek bayramların da geleceği müjdesini vermektedir. ‘Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez’4 ilahî düsturunun değişmezliği de başka başka ayetlerle bir kez daha hatırlatılmış oluyor.
Her şey bir insanın değişmesiyle başlar ve zincirleme devam eder. Tüm Müslümanlar o bir insanın kendileri olduğunu düşünüp, bir insanın nefsini arındırıp kurtuluşunun, bin insanın kurtuluşunu getireceğini, bin insanın kurtuluşunun da ümmetin kurtuluşunu getireceğini unutmaması lâzım. Her nefis, kendi kurtuluşunu cehd ile hazırlayıp bayram etmenin ve ümmetin kurtuluşunu yine cehd ile hazırlayıp bayram ettirmenin yollarına düşmelidir.
1- Abdülaziz Buhari, Keşful Esrar 1,5.
2-Müzzemmil, 8
3- İnşikak, 6
4- Rad, 11

Alimsiz Ve Hocasız Bir Neslin Başına Gelenler

 
 
Topluma âlimler yön vermiyorsa cahiller yön verir ve cahillerin yönlendirdiği bir toplum asla iflah olmaz. İşte bizim iflah olmaz derdimizin müsebbibi bu durum olsa gerek. Bir memleket düşünün… İki büyük savaş yaşamış… 2,5 milyon2 gibi muazzam sayıda kayıplar verilmiş. Verilen tüm bu insan kaybı ve maddî kayıpların acısına yanamadan ve belini doğrultamadan, belki de tek dayanak unsurları olan manevî değerleri de ellerinden alınmış bir memleket... Akla zarar uygulamalarla; mesela, şapka takmadı diye yüzlerce âlimin asıldığı bir memleket… Böyle bir memleketin kolay kolay iflah olması mümkün müdür? Bu sorunun cevabını, bir taraftan iflah olmaya, bir taraftan da iflah etmeye çalışanlar zannederim daha gerçekçi vereceklerdir.
İşte tüm bu zorlukları ve zulümleri yaşayan bu toplumu, belki fiili savaştan daha beter bir zorluğun içine attılar ki; bu da cehaletle yaşama zorluğu. Hocaları yok edilmiş, okuma-yazması elinden alınmış, yüzyıllardır yönetildiği İslam hukukunun adı bile yasaklanmış, batının kendi dinsizliği ile şekillendirdiği hayat tarzı dayatılmış, hâsılı kelam zulmün, asimilasyonun, alinasyonun, dönüştürmenin envai çeşidi uygulanmış bir toplum. İnsan tüm bu yapılanları düşününce ve bugün çok büyük zulümler yaşayan İslam coğrafyasındaki diğer ülkelerle kıyas edince, “bu ülkede yaşananları hiçbir ülke müslümanı yaşamadı” diyesi geliyor.
Ülkemize ve insanımıza bu zulümleri reva görenler, bu dönüşümü gerçekleştirirken; ‘kaynağı kökünden kurutma’, ‘yılanın (!) başını ezme’ yoluyla çok akıllıca bir yöntemle hareket ettiler. Ve olanlar oldu. Toplumu yeniden ayağa kaldırabilecek ve o topluma doğru bir yön verebilecek insanlar, yani âlimler, hocalar ya öldürüldü ya sürgün edildi ya da susturuldu. Şapka takmadığı için asılan Atıf Hoca’dan, İstiklâl Mahkemesi’nin idam kararını öğrenmeden Hakkın rahmetine kavuşan, dirisi zulümden kurtulan, ancak mezarı açılıp ölüsü idam edilen Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi’ye, ömrü sürgünde geçen Üstad Bediüzzaman’dan, talebelerine Kur’an öğretmek için tren kompartımanlarında ders veren Süleyman Tunahan Hazretlerine…
Aslında sadece bu büyük âlimler değil, halkın içinde bulunan ve tek yaptıkları Kur’an öğretmek olan hocalar da çok büyük korkular ve zulümler yaşadı. Üstelik bu zulümleri yaşayan tanıkları bulmak, daha 5–10 sene öncesine kadar da mümkündü. Bundan 7–8 sene önce bir arkadaşımın akrabası olan, Cumhuriyet döneminde insanlara Kur’an öğretmiş, bu nedenle de adına ‘Hoca Nine’ denilen 95 yaşındaki bir neneyle tanıştım. Hafızası mükemmeldi. Hoca Nine’ye, o dönemde nasıl Kur’an öğrettiğini, ne zorluklar yaşadığını sorduğumda, çok samimi ve içten duygularla bana yaşadıklarını şöyle anlattı: ‘Kızım, Adana’nın yarısına (yani Kur’an öğrenmek isteyenlerin yarısına) Kur’an’ı ben öğrettim ama çok zorluklar yaşadım. Rahmetli babam evimizin altındaki odayı bana tahsis etti. Talebelerime tek tek gelmelerini öğütledim. O zamanlar iki kişiyi bir arada görseler şüphelenirler, karakola götürürlerdi. Böyle bir şey olmasın diye çok dikkat ederek, yıllarca Kur’an öğrettim. O dönemde Kur’an öğreten birçok kimse hapse atıldı. Kızım, ben hiç evlenmedim, bizim burada bir kızın hapse girmesi de ayıptır. O nedenle çok dua ettim hapse girmeyeyim diye. Allah’a şükür Rabbim, öyle bir durum da yaşatmadı ama çok zorluklar, çok korkular yaşadık, yine de devam ettik Kur’an’ı öğretmeye…’. Bilmem, birileri bu yazıyı okur ve hoca nineyi yaptıklarında dolayı mezarından çıkarır ve yargılar mı, hiç belli olmaz.
Âlimler ve hocaların başına bunlar gelince, sadece Kur’an okumayı öğrenmek bile bu kadar zorlaşınca, halkın başına neler geldi? Bu sorunun cevabını kendi ninemize, annemize, çevremize baktığımızda bulabiliyoruz. Geçen gün ninemin namazda bir şeyi yanlış yaptığını gördüm ve bunu ona söyledim. Ninem: “Kızım, ben hiç hoca görmedim. Rahmetli babam sadece bir haftalığına köye bir hoca buldu, gizli saklı getirdi. O bir haftada ne öğrendiysek, çocukluğumuzdan beri, o şekilde kılıyoruz namazımızı. Biz sizin gibi hoca görmedik, kitap da okumadık.” Yine annemden; askerler evlerde kitap araması yaparken dedemin bir ilmihal kitabını saklamak için, var gücüyle evin kocaman bir taşını söküp kitabı oraya gizlemesini ve böylece tevkif edilmekten kurtulması olayını dinledim. Böyle bir memleket bizim memleketimiz. Eminim herkesin büyüklerinden dinlediği böyle olaylar vardır.
İşte gerçek âlimlerimiz, hocalarımız yok edilip toplumumuz cahil bırakılınca, topluma sözde hocalar, yani, aslında cahiller yön vermeye başladı. Efendimiz (s.a.v.): “Allah Teâlâ insanlardan ilmi çekip almaz, ancak âlimleri çekip alınca ilmi de çekip almış olur. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorar, onlar da (ayet, hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetvâ verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar” buyurur. Hadiste bildirilen durumun aynısıdır bizim başımıza gelenler.
Cahil bir toplum oluşturmak için birinci adımda âlimleri yok ettiler, ikinci adımda sahte hocalar yetiştirerek, topluma onlar yön versin istediler. Tevhidi anlatmayan, ölü yemeklerinde insanlar âdeta ölü kalsınlar diye dini değil mıymıntılığı anlatan, peygamberlerin ortak ahlâklarından olan, ‘Ben sizden de bir ücret talep etmiyorum’ ahlâkının yerine, para karşılığında hocalığını satan sözde hocalar. Bu hocaların varlığı toplumu düzeltmek bir yana daha beter, toplumun hocaya, ilme, İslam’a bakışını bozdu. Durum böyle olunca, temel doğrular dahi yanlış bilinmeye başlandı. İslam’ın tevhid hakikatinin yerine, yanlış bir tevhid anlayışı yerleştirildi. İşte bizim toplumumuzun en büyük problemlerinin başında gelen; ‘hakikatleri bilmemekten ziyade, yanlış bilmek’ durumu böylece ortaya çıktı. Yanlışı düzeltmek her zaman, doğruyu anlatmaktan zordur. Bugün gerçek hocaların önünde duran asıl zorluk da budur. Bu yüzden, topluma yön verecek olan hocalarda bulunması gereken en önemli özellik; hakla batılı birbirinden ayıran insan olma özelliğidir. Çünkü hakla batılı öncelikle zihnen birbirinden ayıramayan bir hocanın ilmi şüphelidir, zaten hakla batılı ayıramayan kişinin, kendisi dalalettedir.
Toplum olarak içinde bulunduğumuz tüm bu kafa karışıklığı problemlerine rağmen, bugünün gerçek hocaları, işe en temel meseleden yani tevhidden başlayıp toplumun yeniden ihyası için çalışmaya koyulmalıdır. Bu kadar bozulmuş ve yanlış eğitilmiş bir toplumu düzeltmek, özellikle işin başında hiç kolay olmayacaktır. Bu zamana kadar bildikleri yanlışların doğru olduğunu zannedenler, doğruların da yanlış olduğunu zannedecek ve gerçeklere direneceklerdir. Ancak ‘sadece gerçekleri konuşsunlar diye kendilerinden söz alınan’ gerçek hocalar, bu direnci kırmaya ve gerçekleri anlatmaya devam etmelidirler. Yanlışların doğrular karşısındaki direnci köksüz bir direnç olacak ve Hak her zaman, batıla galip gelecektir.