6 Aralık 2011 Salı

Kuran Meydan Okuyor

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; "De ki: "Yemin ederim: Eğer insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir kitap meydana getiremezler."1
"Yoksa "Kur'ân'ı kendisi uydurmuş" mu diyorlar. De ki: "İddianızda tutarlı iseniz, haydi belâgâtte onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah'tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!"2
"Yoksa: "Onu kendisi uydurmuş" mu diyorlar? De ki: "Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz, haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah'tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın."3 "Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'ân'ın Allah'ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– çırası insanlarla taşlar olan o ateşten sakının."4 Yukarıda zikredilen ayetler, Kur’an-ı Kerim’in 1400 yıldır dünya-âleme meydan okuduğunu ifade eden ayetlerdir. Allah( c.c) bu meydan okuyuşu, aşama aşama insanlığın önüne sunarak; âdeta Hâlık’ın karşısında mahlûkun zayıflığını, Aziz olan Allah’ın karşısında âciz olan insanın durumunu gözler önüne seriyor. Rabbimiz muârızlara (Kur’an’a karşı çıkanlara); önce Kur’an’ın bütününün, daha sonra on suresinin, en sonunda ise bir suresinin benzerini getirmeleri hususunda meydan okuyarak, âdeta onları galeyana getirecek derecede bir üslup ve tekrar ile bir nazire (benzer) getirilmesinin yolunu açıyor.
Bu meydan okuyuşa karşı cılız bazı sesler karşılık vermek istemişler, ancak Kur’an’ın eşsiz belâgâti karşısında sus-pus olmuşlar, hâlihazırda söyledikleri edebî cümleleri dahi söyleyemez duruma gelmişlerdir. Tarih buna şahittir ki; Hz. Peygamber zamanında müseylimetül kezzabın (yalancı peygamber) birkaç fıkrasından başka, günümüzde ise bazı Hrıstiyan Evanjelistlerin uydurma safsatalarından başka bir ses çıkmamıştır, çıkamamıştır.
Oysa Kur’an bu meydan okumayı, ciddi bir iddia ortaya atarak ve ciddi bir yöntem göstererek ortaya koyuyor. ‘Elif, Lâm, Mim…’ İşte harfler… İşte kuracağınız heyetler… Bütün sosyologlar, psikologlar, edebiyatçılar, anayasa profesörleri, siyaset bilimciler, daha kim varsa insanlardan, cinlerden mürekkeb ne kadar uzman topluluk varsa, hepsini bir araya getirin! Bu işi ciddiye alın; bilim adamlarınızı, ilim adamlarınızı toplayın; Kur’an’ı tetkik etsinler, tahkik etsinler, etüd etsinler…
Ve onun bir benzerini getirebilirler mi? Düşünsünler, kafa yorsunlar. Eğer ciddi ve objektif bir şekilde Kur’an’ı incelerlerse onun mükemmelliğini, eşsizliğini görecekler; ‘Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar’ ilahî düsturunun gereği olarak, önce onlar “SUBHANALLAH” diyeceklerdir. Kur’an’ın kendine olan güveni tamdır, onun bu meydan okuyuşu hem kendine güveninden, hem de düşünen, akleden insanlara Kur’an’ın tesir edeceğine güvenden kaynaklanmaktadır. İnsan bir defa Allah’ın ve Kur’an’ın karşısında âcizliğini anlamaya görsün; o zaman aslında çok şeyi anlamış olduğunun farkına varacaktır. Araplar meşhur bir atasözlerinde; ‘aczî kenzî’ yani ‘acziyetimi anlamam en büyük kazancımdır’ derler. İşte Kur’an’ın belâgâti karşısındaki acziyet hâli, insanı zamanla Allah dostu, Kur’an aşığı yapacaktır.
Kuran-ı Kerim, Mekke döneminden Medine dönemine, nâzil olduğu asırda; edebiyata, şiire, belâgâte meftun olan Arap toplumuna, artık edebiyat anlamında söylenecek söz bırakmamıştır. Ondan sonra söylenen tüm sözler onun belâgâti karşısında ezilmiş, önemini kaybetmiştir. Arabın Kâbe’nin duvarına altın harflerle yazdığı en güzel şiirlerini, meşhur ‘Muallekat-ı Seb’a’larını indirterek, yerle bir etmiştir. Hud Suresi’nin “Ey yer suyunu yut ve ey gök suyunu tut, denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî dağının üzerine yerleşti. Ve, o zalimler topluluğunun canı cehenneme, denildi” âyeti, meşhur şair İmriü’l-Kays’ın kız kardeşine, ‘Muallaka-i Seb’a’yı Kâbe’nin duvarından indirtmiştir. Belâgâtten anlayan kadın, artık bu şiirlerin, Kur’an’ın yanında önemini kaybettiğini itiraf etmiştir.
Kur’an’ın ismidir el-Belâg.
Üstad Bediüzzaman belâgâti şöyle tanımlar: ‘Belâgât; muktezâ-i hâle mutabakattır. Yani hakikatli ve tam yerinde söz söylemektir.’5
• Kur’an surelerinin başlangıcındaki vurucu ifadeler; yeminler, tekidler, tahmidler, tehditler Kur’an’ın eşsiz belâgatidir.
“Vel Asr” ile başlayarak zamana yemin eden bir sure, su gibi akan zamanın, aleyhine çalıştığını düşünen insanoğlunun dikkatini çekmez mi?
• Surelerin ve ayetlerin birbiri arasındaki; uyum, insicam, irtibat, münasebet, Kur’an’ın eşsiz belâgâtindendir. Örneğin; Kevser Suresi ile Mâun Suresi arasındaki münasebet açık olarak görülmektedir. Mâun Suresinde, münafığın dört vasfı zikredilerek, onlarda; pintilik, namazı terk, namazda riya ve yardıma mani durumunun var olduğu bildirilir. Kevser Suresinde ise pintiliğe mukâbil, hayrı çok olan kevser, namazı terk yerine namaza devam, namazda riya yerine Rab için namaz kılmak, yardımı men etmek yerine kurban kesmek, onun etini tasadduk etmek olduğu bildirilmektedir. Böylece münafıkla mü’minin ahlâkı mukayese ve mükemmel bir şekilde sureler arası uyumla ortaya konulmaktadır.
• Kur’an’ın âdeta ahenkli bir musikî dinletisiyle insanı baş başa bırakarak, insana hitap etmesi onun eşsiz belâgâtindendir. Örneğin; fısıltının ve vesvesenin anlatıldığı Nas Suresini okurken sürekli kulağımıza bir fısıltı sesi gelmektedir. Yani surenin içeriği ile tilâveti arasında müthiş bir ahenk göze çarpmaktadır.
• Yine Kur’an’ın belâgâtindeki mükemmellik; Arapça bilen-bilmeyen, Müslüman olan-olmayan herkesi kendine çekmektedir.
Velid bin Mugire, Ahnes bin Şerik, Ebu Cehil gibi İslam düşmanlarına kendini dinletmesi, onları bile kendine hayran bırakması onun eşsiz belâgâtindendir. Yine Utbe bin Rebia’ya; ‘Ondan öyle şeyler işittim ki benzerini işitmiş değilim, bu sözler ne şiir ne sihir ne de kehânettir’, sözlerini söyleten, Müsteşrik Regis Blachere; ‘Hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı bazı surelerin okunmasından hisleniyor, ya Muhammed’in muâsırları hakkında neler düşünülmez’ sözlerini söyleten,Yahudi alim Hirshfield’e; ‘Kur’an hâiz olduğu ikna kuvveti,belâgâti ve inşası itibariyle kabına erişilmeyecek bir kitaptır’ itirafını yaptıran Kur’an’ın eşsiz belâgâtidir.
• Temel olarak bilinmesi gereken; iman, ibadet, ahlâk, muâmelat esaslarını duru, yalın, herkesin anlayacağı şekilde anlatırken,bu anlatımı yüksek bir ilmî üslup ile ortaya koyması onun eşsiz belâgâtindendir.
• Her konuda insanı âciz bırakan (mu'ciz ul-beyan) Kur’an, özellikle önemli konularda kullandığı özlü lafızlarla da insanoğluna konuyu derinlemesine ve hikmetli bir şekilde anlatarak Kelamullah, Kelimâtullah, Lafzatullah olduğunu tekrar tekrar ortaya koymaktadır.
İşte Kur’an’ın bu yönünü inkâr ederek; ‘Onun ahkâmını ve ahlâkını oluşturan kelimeler önemli değil, ruhunu alalım, şekil önemli değil manaya bakalım, hükümleri direkt olarak üstümüze alınmamıza gerek yok, o hükmün gayesine bakalım’ 6 diyen Fazlurrahman gibilerine, Elmalılı merhum, tokat gibi cevap veriyor; ‘Rabbin kelimelerini değiştirecek, O’na karşı hâkimlik, mümeyyizlik, musahhihlik edecek hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O’nun kelimâtını kaldırıp yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir, ne de benzerini getirebilir. Söz O’nun sözü, kanun O’nun kanunu, kitap O’nun kitabı, hüküm O’nun hükmüdür.’ 7
Dünya tarihinde hiçbir kitap bu kadar tetkike ve tahkike tâbi tutulmamıştır. İslam âlimleri ondan daha fazla istifade etmek için, ondan istihraçlar (çıkarımlar) ortaya koymak için, Kur’an muârızları ise onda bir tenâkuz, bir tağyir veya tenkid noktası bulabilmek için Kur’an’ı incelemişlerdir. Tahkik için onu tetkik edenler bitmez-tükenmez hazine olan Kur’an’ı incelemeye kıyamete kadar devam edecektir, Tenkit için onu tetkik edenler de - yenilen pehlivan güreşe doymaz hesabı- kıyamete kadar var olacaktır.
Tüm İslam muârızları geçmişten günümüze, gerek Hz. Peygamberin gerekse de Kur’an’ın ‘Raybel menûn’8 olmasını yani; zamanın hadiseleriyle yok olup gitmesini şiddetle arzulamışlardır. Durum bunun tam tersi olmuş; zaman yaşlansa da Kur’an gençleşmiş, zaman yaşlansa da Hz. Peygamber (sünneti-davası) genç ve dinamik bir şekilde ayakta durmaya devam etmiştir.
Kur’an’ın harflerle meydan okumasına sessiz kalanlar, ona ve onun yoldaşlarına düşmanlıkta hiç de sessiz kalmamışlardır. Haçlı seferlerini 21. yüzyıla kadar taşıyarak Kur’an güneşini söndürdürmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Cahız’ın dediği gibi; “Muâraza-i bil huruf mümkün olmadı, muharebe-i bissuyufa mecbur oldular” ( harflerle muâraza yapamayınca, kılıçla muharebeye mecbur oldular.)
Kur’an’a yeniden sahabe nesli gibi sarılan, ondan beslenen ve onun eğitiminden geçen, tüm meselelerde prensiplerini, kriterlerini ondan alan Öncü Bir Nesil ancak bu gidişatı durduracak ve ümmetin yeniden ayağa kalkmasını sağlayacaktır. Ümidimiz işte o Öncü Nesildir!
Not: Kur’an’ın belâgâti ve îcazı elbette bu kadarla sınırlı değildir, bildiğimiz bilmediğimiz daha bir çok mucizevî yönünün olduğu unutulmamalıdır.
1-İsrâ,17- 88
2-Hûd,11, 13
3-Yunus,10: 38
4-Bakara,2: 23,24
5-Bediüzzaman, Sözler: 25. Söz
6-Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi (Ebu Bekir Sifil)
7-Hak Dini –Elmalılı 3.cild
8-Tur ,30

24 Kasım 2011 Perşembe

Görevimiz Tebliğ Mi, "Diyalog" Mu?

                             
 Görevimiz Tebliğ Mi, "Diyalog" Mu?

Aslında bu soruya cevap vermeden önce ‘diyalog’ kelimesinden ne kastettiğimizi ortaya koymamız gerekiyor. Sözlük manası ‘karşılıklı konuşma, görüşme’ vs. olan diyalog, batının kelimelere farklı misyonlar yükleyerek oynadığı oyunun bir parçası olmuştur. Diyalog adı altında yapılan toplantılar ve etkinliklerde bu kelimenin gerçek manasına uygun olarak karşılıklı konuşma platformları oluşturmayan diyalog savunucuları, bizim bu meyanda yapılan toplantılara karşı çıkışımızı da ‘bunlar diyalog karşıtı,’ ‘bir Hrıstiyan ile 
Müslüman’ın konuşmasında ne sakınca olabilir’ şeklinde yorumlarken, ancak o zaman ‘diyalog’ kelimesini gerçek manası ile düşünebiliyorlar.
Diyalog projesini hayata geçirirken, Müslümanları da bu projenin bir parçası yapanlar, o kadar yaldızlı (zuhruf el-kavl) ve hüsnü kabul görecek bir kelime seçmişlerdir ki, bir taraftan bu kelimeye istedikleri misyonu yüklerken, diğer taraftan kelimenin aslî manasıyla savunmaya geçebilmektedirler. Tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerinde ‘özgürlük, meşrutiyet’ kavramlarını ayyuka çıkartıp, ümmeti batıya köle yapan zihniyetin oynadığı gibi bir kelime oyunu oynanmaktadır.
Diyalog kelimesiyle kastedilen, İslam geleneğinde de mevcut olan insanî ilişkilerde (komşuluk, ticaret, alış-veriş gibi…) ehl-i kitap ile bir arada yaşama durumu gerçekleşseydi, bu kelimenin hiçbir sakıncası olamazdı. Ancak pratikte uygulanan durum ve kelimenin önüne eklenen ‘dinler arası’ ifadesi bize bu kelimenin hiçte masum bir amaç için kullanılmadığını ortaya koyuyor.
‘Dinler arası diyalog’ kavramı, içinde su-i niyet barındıran, gayri İslamî bir kavramdır. Çünkü İslam’a göre ‘dinler’ yoktur, ‘din’ vardır. Diğer tüm dinlerin aslının İslam olduğunu, hâlihazırdaki hallerinin ise muharref ve iptal olmuş din sayılacağını birçok ayeti kerime ve sahih hadis ortaya koymaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
‘Allah katında İslam’dan başka din yoktur.’1
‘Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki, bulduğu din asla kabul edilmeyecektir.’2
‘Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve size din olarak İslam’ı seçtim.’3 Bu ayetle ilgili olarak; “Yahudiler, Hz. Ömer (r.a)’e şöyle dediler: “Siz bir ayet okuyorsunuz ki o, şayet bize inseydi o günü bayram ittihaz eder (her yıl kutlardık.)” Hz. Ömer (r.a) diyor ki: “Ben onun indiği anı ve yeri, indiği sırada Rasulullah (s.a.v)’ın bulunduğu noktayı biliyorum: Arefe günü inmişti. O zaman ben de Arafat’ta idim ve bir Cuma günüydü.”4 Bu rivayetten anlaşılıyor ki Allah (c.c) İslam’ı yegâne din olarak ilan ederken, bunu bir bayram sevinciyle karşılamamız için, bir arefe günü ve bir Cuma günü yani çifte bayram gününde ayetin inzâlini takdir etmiştir.
Tüm bu ayetler bize, Allah katında başka bir dinin geçerliliğinin olmadığını, bunun dışındaki anlayışların Kur’an’a muhalif olacağını açıkça göstermektedir. O halde ‘dinler arası diyalog’ kavramının İslam’da yeri yoktur. İslam’da yeri olmayan bir kavramın peşinden gitmek ise; Müslüman’ın yapacağı bir iş değildir. Çünkü Müslüman daima şuna inanmalıdır; bir konuda eğer Allah (c.c) veya O’nun Rasulü bir yol açmamışsa, muhakkak o yolun sonu bir uçurum veya çıkmaz sokaktır. Muhakkak o işin içinde bir çapanoğlu vardır. Böyle meselelerde bize düşen bir yol aramak değil, belirlenen yolu, yoldaki işaretlere göre tâkip etmektir, o kadar!
Diyaloğu Kimler, Hangi Gayelerle Başlattı ?
Diyaloğu başlatanlar Müslümanlar değildir, zaten yukarıda sıraladığımız ayetler ve İslam’ın diğer dinlere olan net bakışı, böyle bir davet metoduyla hareket etmemize müsaade etmezdi.Dolayısıyla projenin mimarları bizden değildir. İşte bu mimarlar yaptıkları projenin gayelerini de – hiç gizleme gereği duymadan- açıkça ilan etmektedirler.
Papa II. Paul 1991 yılında ‘Kurtarıcı Misyon’ isimli genelgesinde şöyle diyor: ‘Dinler arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.’
Yapılan projenin gayesini ortaya koyanlar bu gayeye nasıl ulaşacaklarını da çok iyi tasarlamışlardır. Projenin mimarlarından olan M.Watt, ‘Modern Dünya’da İslam Vahyi’ adlı çalışmasında, diyaloğun birinci şartı olarak; ‘taraflar benim dinim son dindir anlayışından vazgeçmelidir, taraflardan biri böyle derse, diyalog olmaz.’ diyor. Aslında Watt’ın söylediği taraf, Müslümanlar tarafıdır, çünkü İslam’dan başka hiçbir din, kendisi için ‘son din, tek hak din’ iddiasında bulunmuyor.
Aslında diyalog projesini yapanların asıl gayelerinin hiçbir şekilde diyalog olmadığını kendi ifadeleri ele veriyor. Bu toplantıların diyalog yani karşılıklı dinleri anlatma ortamını da oluşturmadığı ifadelerden açıkça ortaya çıkıyor.
Dinler arası Diyaloğun Takipçileri Ne Düşünüyor?
Bu projeye sonradan eklenen bizim insanlarımızın bu toplantılara katılma gayesi, bizim için, projeyi başlatanların gayesinden çok daha önemlidir. Çünkü tarih boyunca İslam düşmanları gerek oryantalist çalışmalarla, gerekse de askerî plânlarla, fikren ve fiilen sayısız projeler ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla bu yüzyılda da İslamî uyanışı yok etmek için bir takım çalışmalar yapmaları, ümmetin öngörülü insanları tarafından beklenen bir durumdur. Ancak hiç de beklemediğimiz bir durum ortaya çıkmıştır ki; o da bizim insanlarımızın bu projenin içerisinde işinin ne olduğu sorusudur.
Bu sorunun cevabını projeyi sahiplenenlerden öğrenelim:
‘Papa 6.Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog için Papalık misyonunun bir parçası olmak için burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.’
‘Amacımız üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla kardeşlik tesis etmektir’5
Bizi hayrete ve hayal kırıklığına düşüren bu ifadelerin yanı sıra, bu projeye ‘mal bulmuş mağribi gibi’ sahip çıkan bazı kimselerin hızını alamayıp ‘Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir, mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz.Muhammed’i kabul ve tasdik etmek ise kemâl mertebesidir. Ehli kitap ile amentüde ittifak halindeyiz’6 demeleri işin şirâzesinden çıktığının en açık kanıtıdır.
Yine bu toplantılarda asıl konuşulması gereken meselelerin hiç konuşulmuyor olması, diyaloğun, tebliğ açısından hiçbir kaygı taşınmadan yapıldığının göstergesidir.
İman-Küfür, Tevhid-Teslis‘in konuşulmadığı bu toplantılara baktığımızda Müslümanlara yapılan zulmün de konuşulmadığını anlıyoruz. Peki, bu toplantılarda ne konuşuluyor? Biz bu toplantıların Irak savaşının durdurulması için, pozitif bir katkısı olduğunu duymadık, görmedik. Yine bu toplantılarda Filistin meselesine parmak basıldığını işitenimiz olmadı. Bu toplantılar vesilesiyle Müslüman-Hristiyan (böyle bir kavram İslam literatüründe mevcut değildir) olanları duyduk ama Müslüman olanları duymadık. Hasbelkader Müslüman olanlar da varsa onlar da diyalog sebebiyle değil, belki bir kardeşimizin İslam’ı tebliği ağzından kaçırmasıyla olmuştur. Yani elde edilen nisbî bir fayda varsa, o da tebliğin sayesinde gerçekleşen bir faydadır.
Bu projenin çerçevesinde hareket eden kardeşlerimizin, cemaatlerin verdiği iftar davetlerine gelmeyip, Hrıstiyanlarla aynı sofrada iftar yapmaya can atmaları ise, işin başka bir boyutudur. Oysa bizim Peygamberimiz (s.a.v) ‘Ramazan ümmetimin ayıdır’ buyurur. Ramazan’dan gâye sadece oruç mudur? Ramazan ayı; orucuyla-iftarıyla, zekâtıyla-fitresiyle, sahuruyla-teravihiyle bütün bir ibadet olmakla beraber, tüm bu yönleriyle ümmeti de bütünleştirici bir ibadettir. Bu insanlarla başka yemek davetlerinde bir araya gelinebilir. Neden özellikle ümmete ait olan iftar davetlerinde bir araya gelinmeye çalışılıyor? Yoksa ümmetin ortak değerleri yok edilmeye mi çalışılıyor? Yoksa ‘ümmet’ kavramı yok mu sayılıyor, yok mu ediliyor?
Tüm bu durumlar, bizim onların projesine dâhil olduğumuzu ve dolayısıyla onların oyununa geldiğimizi gösterir ki, bu çok acı bir durumdur.
Dinler Arası Diyaloğun Dine Ve Ümmete Verdiği Zararlar
Bazılarının aklına, bu projeye dâhil olduğumuzda, oyunu kendi lehimize çevirmemiz daha kolay değil midir, diye bir soru gelebilir. Bu sorunun cevabını, şu an gelinen noktaya baktığımızda çok açık bir şekilde görebiliriz. Hrıstiyan inancında hiçbir tahribat yapmayan bu oyun, İslam’ın Müslümanlarda yerleştirdiği birçok temel meselenin köküne âdeta dinamit döşemiştir. Dine ve ümmete verilen zarar ve tahribat, ortaya çıkan ve gittikçe yaygınlaşan fikirlerle daha net bir şekilde görülecektir:
1- Bugün bir kısım Müslümanlar ‘Hrıstiyanlar da cennete girer’ diyor.
2- ‘Muhammedur Rasulullah’demeyen hoş görülebilir deniliyor.
3- Hoşgörü konusunda hızını alamayan bazı Müslümanlar ‘Üç dinden herhangi birine inanmak yeterlidir... Ehl-i Kitap ile amentüde ittifak halindeyiz’ diyor.
4- Üç din mensubunu kardeş yaparak İslam kardeşliği yok ediliyor
5- Küfre ve zulme nefret duygusunu yok ederek, muhalefet yönünü kaybetmiş bir ümmet oluşturuluyor.
6- Bu güne kadar hiç ortaya atılmamış yeni bir kavram ‘Müslüman Hrıstiyan’ kavramı ortaya çıkarılarak, insanlar cennetlik yapılıyor.
7- İslam’ı ve Müslümanları ılımlılaştırarak dini tahrif etme projesine can suyu veriliyor.
8- Cemaatlerle diyalog bırakılıp, kâfirle diyalog kurularak, vahdet oluşturma ve ümmet olma ideali baltalanıyor.
9- Onların dinini din olarak meşrulaştırırken, İslam’a davetin önü tıkanıyor ve bu şekilde ehl-i kitabın Müslüman olmasına mâni olunuyor.
10- Kur’an’dan ve Sünnetten fersah-fersah uzaklaşılıyor.
11- Bediüzzaman ve Risale-i Nur’dan fersah fersah uzaklaşılıyor.
12- Tebliğsiz diyaloğun neticesinde oluşan hoşgörü ile küfür, kalplerde ve zihinlerde meşrûlaşıyor.
13- Diyalog yoluyla haktan (İslam’dan) destek alan bâtılın, ayakta kalma çabaları başarıya ulaşıyor.
14- Ümmetin ortak değerleri (Ramazan-iftar vs.) yozlaştırılarak, ümmetin malı olmaktan çıkarılıyor ve böylece birlik zedeleniyor.
15- ‘Dinler arası diyalog’ misyonerlik faaliyetleri hususunda da onları cesaretlendiriyor.
16- Diyalog karşıtı olan Müslümanlara, ‘Harici, Karmati, Anarşist’ sıfatları verilerek, ağır ithamlarda bulunuluyor ve böylece Müslümanların arasına, (kafirin yaptığı bir proje yüzünden) tefrika girdiriliyor.7
Müslümana Düşen Görev; Tebliğ mi, Yoksa Diyalog mu?
Gelelim yazımızın başlığı olan “Görevimiz Tebliğ mi, ‘Diyalog’ mu” sorusunun cevabına: BİZİM GÖREVİMİZ TEBLİĞDİR. Çünkü Kur’an-ı Kerim, bize ehl-i kitabın oyunlarını, plânlarını deşifre ederken onlara tebliğ yapmamızı da öğütlemektedir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
‘Sen onların dinine uymadıkça Yahudi ve Hrıstiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.’8
‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyen küfre girmiştir.’9
‘O kitap verilenlerle, verilmeyen ümmîlere de ki: Siz İslam’ı kabul ettiniz mi?’10
‘Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmak istedi.’11
‘Kitap ehlinden bir bölümü, dedi ki: İman edenlere indirilmiş olana, gündüzün başında inanın, bitiminde ise inkâr edin.Belki onlar da dönerler.’12
De ki: ‘Ey ehl-i kitap, bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin! Allahtan başkasına kulluk yapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız, bir kısmımızı Rab’ler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘ Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.’13
Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi, Al-i İmran 64. Ayeti, ehl-i kitabın imanına delil getiren ve ‘Muhammedur Rasulullah’ ifadesini söylememeye gerekçe olarak gösteren kimselere cevaben şöyle der: “Ayette Rabbimiz Teâlâ ‘gelin’ (Teâle) buyuruyor, bu onları tevhide davettir. Demek kelime-i tevhide inanmıyorlar ki; Kur’an ‘gelin’ diye çağrıda bulunuyor. Elbette önce Tevhidin birinci cümlesine davet vardır. Çünkü, ehl-i kitabın en büyük problemi tevhid hususundadır ki bu problemin sebebi, onlardaki teslis (üçlü ilah anlayışı) akidesidir. Teslis ise şirktir. ‘Allah üçün üçüncüsüdür diyenler küfre düşmüştür’14 buyurur Rabbimiz Teâlâ. Yine bu ayette Muhammedur Rasulullah demeye gerek yoktur denilmiyor, sadece, acil olan maraz (şirk) giderilmeye çalışılıyor.”
Bunun yanı sıra tıpkı Kur’an gibi Hz. Peygamberin sahih sünneti de bize görevimizin tebliğ olduğunu hatırlatıyor. Peygamber Efendimizin tebliğ maksatlı mektupları ile diyalogcuların diyalog maksatlı mektuplarının arasında ki fark, tebliğ ile diyaloğun aynı şeyler olmadığını izhar ediyor.
Muhammed Hamidullah Hoca’nın (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ciddi araştırmalar ve tetkikler sonucunda bulduğu, Efendimize ait olduğu kanıtlanan mektuplarda, Efendimizin ehl-i kitabı İslam’a nasıl davet ettiğini anlıyoruz.
Bizans İmparatoru Heraklius’a:
‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Rumların başbuğu Heraklius’a: Allah’ın selamı hidayete girmiş bulunan kimse üzerine olsun. Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile (İslam’a) çağırıyorum. İslam’a gir, sonucunda selamet içinde olursun…’
Rum Piskopos’a Mektubu:
‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Ey Piskopos! Allah’ın selamı iman edenlerin üzerine olsun. Bil ki Meryem oğlu İsa, Allah(c.c)’ın saf ve temiz Meryem’e nasip edip verdiği ruhu ve kelimesidir.’15
Yine Hz. Peygamber (s.a.v); ‘Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Rasûlüdür diye şehâdet getiren kimseye Allah Teâlâ cehennemi haram kılar’16, “Ey Ebû Saîd! Her kim rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak da Muhammed’e râzı olursa, cennet ona vacip olur”17 ve ‘Beni duyup iman etmeyen Yahudi ve Hrıstiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.’18 buyuruyor.
Üstad Bediüzzaman’da İstanbul işgal altındayken, adeta alay edercesine diyalog kurmaya çalışan Angilikan Baş Piskoposluğuna verdiği cevapta ‘tükürün o ehli zulmün merhametsiz yüzüne’19 diyerek bu oyuna gelmeyeceğini ilan etmişti. Kendinden sonraki nesle ise Üstadın tavsiyesi çok daha çarpıcıdır. ‘Garp husumeti; İslam’ın ittihadına uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, bâki kalmalı’ diyerek Batıya nefretin kırılmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Sonuç:
Hâsılı kelam, Kur’an’ın ifadesiyle; gerek Kur’an gerekse de onun mübelliği olan Hz. Peygamber Mübin’dir (Yani Beyan: Her şeyi açıkça konuşan). Kur’an’ın en büyük müfessiri ve yaşayan Kur’an olan Hz.Peygamber (s.a.v) , ehl-i kitap’a karşı da açık konuşmuş, lafı evirip çevirme gereği duymamıştır. Bunun neticesinde ise başarılı olmuştur.Bugün bu açıklık,netlik sanki bu zamana gitmez veya davette başarıyı getirmez zannediliyor.Hâlbuki muhatabı da kafa karışıklığından kurtaran bu sarih ve net anlatım, insanların hakikati daha kolay ve daha çabuk anlamasına sebep olmaktadır.
Şu açıkça ortaya çıkmaktadır ki; her meselede olduğu gibi İslam’a davet konusunda da ihtilafı oluşturan en önemli etken, İslam’ın öğretisine bakmayıp, akla ve nefse göre hareket edilmesidir. Mühim ve ehliyet gerektiren bir konu olan ehl-i kitabı İslam’a davet konusu, Kur’an’a ve sünnete bakılmadan asla doğru tatbik edilemez. Aklın ve nefsin sınırları ve esasları belirgin değildir. Ancak, Kur’an ve sünnetin tebliğ esasları muhkemdir, nettir.
Bir proje yapılmış ve esasları belirlenmiştir. Böyle bir projeye sonradan dâhil olanların projenin esaslarını, ilkelerini belirleme imkânları yoktur. Müslümanların onların projelerine dâhil olmaktansa, kendi projelerini, Rablerinin Kitabından ve Peygamberlerinin pratiğinden almaları gerekmez mi? Batının emellerine hizmet eden diyalog yolunu takip etmektense, İslam’ın hedeflerine hizmet eden Tebliğ yolunu takip etmeleri gerekmez mi? l
1-Al-i İmran 19
2-Al-i İmran 85
3-Maide 3
4- Maide 3
5-Buhari-Müslim
6-F.Gülen-Papaya mektup: Zaman–10.02.1998
7-Zaman Gazetesi, F.Gülen ropörtaj
8-Ahmet Şahin Zaman–17.04.2000
9-Bakara 120
10-Maide 17
11-Al-i İmran 20
12-Al-i İmran 69
13-Al-i İmran 72
14-Maide 73
15-İslam Peygamberi-M.Hamidullah 1/338
16-Müslim. İman,47
17-Müslim. İmare 116
18-Hâkim
19-Tarihçe-i Hayat

6 Ekim 2011 Perşembe

Davetin İlkeleri





Dünya tarihine baktığımızda İslam’ın dünya çapında, en fazla gündem oluşturduğu bir dönemi yaşıyoruz. Evet, islam gündemde ve konuşuluyor. Ancak, konuşulan ne kadar gerçek İslam? Ve bu konuları kimler gündeme getirip onun üzerinde konuşuyor? Bu soruların cevabı açıktır. Birileri bizi konuşuyor, birileri bizim dinimizi konuşuyor, ama esasta konuşulan ne biziz ne de bizim dinimizin gerçekleri.
İşte bu hengâmenin içerisinde gerçek İslam’ı, gerçek İslam davetçilerinin ortaya koyması ve ona davet etmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Tıpkı Hz Musa (as) nın “atın atacaklarınızı, ben de atacağım”, yine Peygamberimiz (s.a.v.) ‘in “bitirdin mi Ya Velid “buyurduğu gibi, onlar atacaklarını attılar ve onlar söyleyeceklerini söylediler. Şimdi sıra İslam’ı tüm gerçekliğiyle anlatacak olan ve hiçbir şeyi örtüp-gizlemeden ortaya koyacak olan gerçek İslam tebliğcilerinde.
Bir plân, proje tâkip ederek İslam’ı negatif bir şekilde gündeme taşıyan gerek Batılı, gerek yerel güçler bu işi ne kadar ciddiye aldıklarını göstermektedirler. Sistematik ve ciddi bir programla yapılan bu yanlış İslam propagandalarını, ancak sistematik ve ciddi bir şekilde İslam’ı tebliğ edecek bir grup bertaraf edebilir. Bu grup, bu görevi yerine getirirken, her meselede olduğu gibi prensiplerini Kur’an ve sünnetten almak zorundadır.
DAVETTE İLKELİ OLMAK
Kur’an-ı Kerim İslam davetçilerine öncelikle prensipli ve ilkeli bir yol çizmektedir. Rabbimiz Teâlâ; “İstediler ki; sen onlara yumuşak davranasın, onlarda sana yumuşak davranacaklardır... Onlara itaat etme”1 buyuruyor. İşte Müslümanların en zayıf oldukları Mekke döneminde dahi onlara emredilen tavizsizlik ilkesi, davetçinin olmazsa olmaz prensibi olmuştur. Bu prensip çerçevesinde hareket etmeyen sözde davetçiler, İslam davetçisi olma vasfını kaybedecektir. Çünkü verdikleri tâviz, onları İslam’ın belirlediği çizgiden çıkaracaktır. Bunun neticesinde ise sapmalar başlayacaktır. “Verilen her taviz Rabbanî hareketten sapmadır” der Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi... Bundan dolayı Rabbanî olan bu dinin davetçileri, Kur’an’ın belirlediği davet ilkelerinden vazgeçip kendi ilkelerini ortaya koymamalıdır.
İslam davetindeki “tavizsizlik” ilkesinin yanı sıra, bir “hoşgörü –müsâmaha” ilkesi de vardır. Rabbimiz Teâlâ, “İyilik ve kötülük bir olmaz. Sen fenalığı en güzel şekilde sav o zaman göreceksin ki seninle aranda düşmanlık bulunan kişi, yakın bir dostun oluvermiş” buyuruyor. Müsamaha kaidesinin doğruluğu da birçok hallerde su götürmez bir gerçektir. Güzel bir söz üzerine, karşı taraftan bir tebessüm pek çok sefer görülmüştür. Ancak Üstad Seyyid Kutub’un ifadesiyle; “Böyle bir hoşgörü için güçlü olmak zarureti vardır. Tâ ki yapılan iyilik ve gösterilen hoşgörü, kötülerin gözünde zaaf belirtisi olarak tasavvur edilmesin. Çünkü kötülük yapan, karşılaştığı hoşgörünün zaaftan kaynaklandığını hissederse ona saygı göstermez ve bu hoşgörünün katiyen semeresi alınmaz.” Bununla birlikte aslında bu hoşgörü şahsî kötülük hallerine hastır, yoksa akîdeye yapılan saldırılar ve inanca karşı oynanan oyunlar için böyle bir hoşgörü söz konusu değildir. Kâfirin küfrünü hoş görmek Allah’a saygısızlıktır, vefasızlıktır.
Davetçiye zayıf iken de, güçlü iken de îtikattan ve dinin hükümlerinden tâviz verdirmeyen İslam, hoş görmeyi de ancak güçlü olana has kılarak davetin bir prensibini daha ortaya koymaktadır.
DAVETTE BAŞLANGIÇ SÖZÜ
Davetçilerin en çok zorlandıkları ve hata yaptıkları bir konu da “Nereden başlayacağım?” konusudur. Bu sorumuza Kur’an-ı Kerim peygamber kıssaları ile cevap veriyor. Allah (c.c) ‘ın tarihteki en sert kişiye, yumuşak söz söyle diyerek gönderdiği Hz. Musa’nın “kavlu leyyin” olarak tevhidi söylemesi ise işe nereden başlayacağımızın cevabıdır; çünkü İslam’ın en kolay hükmü tevhidtir. Tevhidi anlatmayarak muhatabına Müslümanlığı öğrettiğini söyleyen sözde davetçiler, kendilerini köklü olamayan ağaçtan meyve bekleyen sefih durumuna düşürmektedirler. Tevhid işin başı, tevhid işin kökü, tevhid İslam binasının temelidir. Temeli sağlam olmayan insan yetiştirenler veya böyle köksüz topluluklar (cemaatler) oluşturanlar, ne kadar büyürlerse büyüsünler en ufak bir sarsıntıda târumâr olacaklarını bilmelidirler. İnsanların ve ümmetin dünya –ahiret hayrını düşünen, sorumluluk sahibi bir davetçi; tevhidi anlatmaktan çekinmez, korkmaz, ancak insanların sağlam olmamasından korkar, endişelenir. Çünkü köksüz bir din anlatımı, hem davet edilene, hem de davetçiye (vazifesini yapmadığı için) zarar verecektir.
DAVETTE MUHATABIMIZ KİMLER?
Kur’an-ı Kerim; İslam’ı tebliğ edeceğimiz grupları ve fertleri ayrı ayrı ele almaktadır. Birçok ayetten anlaşıldığı üzere, İslam davetçisinin muhatap olacağı kitle çok şümullü bir kitledir. Bunlar özetle; ehl-i kitap, kâfirler, münafıklar, kalbinde hastalık olanlar, sert mizaçlı olanlar, daha ılımlı olanlar, akrabalar ve tüm insanlar. Tüm bu muhatap grupların içerisindeki en problemli grup olan münafıklara karşı Allah (c.c), plânlı bir davet yolu çizmektedir. Allah (c.c.) “işte bunlar, Allah’ın kalplerinde ne olduğunu bildiği kimselerdir, öyleyse onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara içlerinde olanla ilgili açık ve etkileyici söz söyle.”2 buyuruyor. Münafıklarla ilgili ayetlerde gecen teferruatlı ifadeler, bize bu grubun kendi içinde de farklı farklı gruplara ayrıldığından ve bu hastalığın farklı aşamalarla tezahür ettiğinden bahsediyor. Allah (c.c.) İslam davetçisine, hastalığın derecesine göre reçeteler sunuyor. Münafıkların fitnecilerine karşı sert muâmele etmemizi, tâbi olanlarına karşı aldırmamayı, zayıflığından dolayı münafık olanlara karşı ise etkileyici söz söylemeyi öğütlüyor.
Yukarıda saydığımız tüm muhatap gruplara karşı farklı ancak sistematik yollar gösteren Kur’an-ı Kerim, davetçi için genel geçer kurallar da ortaya koymuştur. Örneğin; “Hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et”3 ifadeleriyle gelen ayette davetçiye hikmeti öğütlemektedir.
Hikmet nedir? Hikmet; aceleci, duygusal, öfkeli davranmamaktır. Yine hikmet; tedrici, muhatabın hastalığına göre davranmak ve bir delile dayanarak konuşmaktır. Muhterem hocamız: “En hikmetli konuşma, öncelikle şirke vurmaktır” der. Bunun için tebliğde tevhid daima öncelenmelidir.
İşte tüm bu konular davetçiye davette 3 sacayağını gösterir:
1-Muhatabın durumuna göre bir davet reçetesi sunmak.
2-Uygun olan ilkeli tavrı sergilemek.
3-İmkânları (ilim, uygun ortam. vs.) sonuna kadar kullanmak.
İslam’a davet konusunu en ince ayrıntısına kadar ele alan ve tebliğcilerine detaylı bir yol sunan Kur’an-ı Kerim, artık tebliğ için hiçbir yol kalmadığında ise “Siz kendinize bakın” buyurarak tebliği kendimize yönlendiriyor. Kendi gücümüzü toparlamamızı istiyor ki, davete yeniden bir yol açalım. l
1- Kalem,8-9
2- Nisa,63
3- Nahl,125

16 Eylül 2011 Cuma

FÂİLİ MALUM SOMALİ KATLİAMI


Fâili Malum Somali Katliamı


Bugün dünya genelinde her ne büyük hâdise yaşanıyorsa, bunun bir arka plânı ve siyasî bir sebebi vardır. Amerika, Irak’ı ve Afganistan’ı vuruyorsa bu bir projenin gereğidir; Ortadoğu’da ayaklanmalar ortaya çıkıyor ve diktatörler devriliyor, yerine yenileri getiriliyorsa bu durumun da mutlaka bir arka plânı vardır. Türkiye, Ortadoğu’ya âbi yapılıyor ve bunun için tüm yollar açılıyorsa, Batı’nın bu durumda bir çıkarı ve beklentisi vardır. Bununla birlikte dünyadaki iktisadî durumun da bağlı olduğu, siyasî bir sebep muhakkak mevcuttur. Yani ortada bir maraz varsa illet de vardır. Eğer Müslümanlar illeti görmez; ârazlarla uğraşırsa problemler hiçbir zaman doğru teşhis edilmeyecek ve bu problemlere köklü çözümler geliştirilemeyecektir.

  Aslında İslam âleminin sayısız eksiklerinden belki de en büyüğü, Batılı güçlerin plânlarını deşifre edecek ve ona göre plânlı-güçlü bir hareket ortaya koyacak beyin insanlarının kıtlığıdır.

  Eğer dünyada yaşanan büyük bir hâdiseyi değerlendirirken ve o hâdiseye hal çaresi ararken, hadisenin köklerine, sebebine bakılmazsa bulunan çözüm hiçbir zaman kalıcı olamayacaktır. İşte Afrika’daki drama bir de bu gözle bakıp değerlendirmek ve “kalıcı bir çözüm için ne yapılabilir” sorusuna cevap aramak gerekmez mi? Ortaya çıkan bu büyük zulmün müsebbipleri(illet) göz ardı edilirse olay sıradanlaşmaz mı? Örneğin bir insan doğal şekilde ölse bu sıradan bir hâdisedir; ama o insanı bir başka insan öldürürse, bu sıradan bir olay olmaktan çıkar. Afrika’da yaşanan ölümler, sıradan ölümler değildir. Fâili malum cinayetlerdir, fâili malum toplu katliamlardır. Bu durumda şu 3 soru ortaya çıkıyor: Onları KİM bu ölüme sürükledi? Bunu NE için yaptılar? Ve bunu NASIL yaptılar?

   Aslında Batılı güçlerin bu koca kıtayı sömürmesi eskilere dayanmaktadır. 18. yüzyıla kadar, gerek Osmanlı’nın engellemesiyle, gerekse de sanayi devriminin henüz gerçekleşmemiş olmasıyla, Afrika’ya istediği gibi el atamayan Avrupa devletleri, 18. yüzyıl sonlarında ve ağırlıklı olarak 19. yüzyılda Afrika’ya pençesini geçirdi. Bu ülkelerden İngiltere, Afrika’nın sömürülmesinde payı en büyük olan ülkedir. Sömürgecilik tarihine bakıldığında İngilizlerin 37 ülkeyi sömürdükleri ortaya çıkmaktadır.(wikipedi) Bu pazarı kimseye bırakmak istemeyen İngilizler, bu sebeple Fransa ile “Yedi Yıl Savaşları” denilen kanlı bir savaş dönemi dahi yaşamıştır. Bu savaşlarda gâlip gelen İngilizler, dünyanın en büyük sömürgeci devleti olarak ortaya çıkmıştır.

    Bugün özelde Somali’de, genelde tüm Afrika’da yaşanan açlığın ve ölümlerin gerçek fâili, tarihin de şahitliğinde Batılı güçlerdir. Aslında bunu çok yakın zamanda İngiltere Başbakanı David Cameron itiraf etti. İngiliz Başbakan, 6 Nisan 2011’de Pakistan’da üniversite öğrencilerinin Keşmir sorununa ilişkin sorularını cevaplarken “Dünyanın birçok sorununa biz yol açtık.” dedi. Bu tarihi itiraf dahi Müslümanların Batı’nın çirkin yüzünü görmesine sebep olmuyorsa(!) işte asıl gaflet bu olsa gerek.

   Somali hâdisesindeki bu gerçekler, İslami medyanın dahi açıkça konuşmadığı konular durumunda. Hâdiseyi “kuraklık” neticesinde olan bir hadise gibi lanse etmeye çalışanlar, katili saklayan suçlu konumuna düştüklerinin acaba farkındalar mı?


    Suçlu kim?” sorusunun cevabını ortaya koyduktan sonra, “Ne için bu büyük suçu işlediler ve işlemeye devam ediyorlar?” sorusuna sıra geldi. 

Aslında Avrupa’nın kapitalist düşüncesi onu materyalizme kaçınılmaz olarak sürüklemiştir. Materyalizm çıkmazı Emperyalizmle aşılmaya çalışılmıştır. Güç, lüks, servet, teknoloji, petrol gibi tüm bu kavramlar Avrupa’nın daima iştahını kabartmıştır. Üstad Mevdudi bu konuda: “Servet kaynaklarının mümkün olduğu kadar çoğunu kapmak onları kendi çıkarları için zaptetmek ve servetlerini biraz daha artırmak için ölesiye bir çaba vardır. Bu mücadelede başarısız olanlar veya onun içinde yer almaya gücü olmayanlar, yardımcısız ve kendi hallerine bırakılırlar.” der.1 Yani aslında her şeyin asıl sebebi; madde üzerinde hâkimiyet sağlama düşüncesidir. Madde üzerinde hâkim güç olmayı kafaya koyanlar bunun, insanlar üzerinde hâkimiyet sağlamadan mümkün olamayacağını bilirler. İşte tam da bu durumun İslamî literatürdeki adı ‘Firavunlaşmak’tır. Oysa gerek insan üzerindeki hâkimiyet, gerekse de maddenin hâkimiyeti Malikü’l-Mülk olan Allah’ın hakkıdır. İnsana gerek mülk, gerekse de insanlık emanet olarak verilmiştir. Ve insan o emaneti Allah’ın adıyla yönetmek zorundadır. Çünkü insan, Malik’ül-Mülk yani mülkün gerçek sahibi değildir. İnsanın da mülkün de gerçek sahibi Allah (c.c)’tır ve O Allah (c.c) her ikisinin idaresi için de mükemmel kanunlar koymuştur. 

Örneğin Haşr Suresinde Allah(c.c): “Sakın sermaye birkaç kişinin elinde dolaşan güç olmasın.” buyurur.2 İslam’da ‘İstediğimi yaparım, istediğim kadar harcarım.’ mantığı yoktur. Allah(c.c) zekâtla, fitreyle, infakla, kefaret cezalarıyla sermayenin dağılımını oluşturmaktadır.  Bu kural(kanun) İslam ekonomi politikasının temellerinden biridir. Aynı zamanda faizin yasaklanmasıyla ekonomiye bir ayar daha yapılmaktadır. “İslam servet akışını fakirden zengine değil, zenginden fakire akacak şekilde düzenler.3 Oysa emperyalist Batı, servetin akışını fakirden zengine çevirerek sosyal ve ekonomik dengeyi tamamen bozmuştur.

   Peki, emperyalist Batı, bu tahribatı nasıl gerçekleştirdi?

18. yüzyılda başlayan sanayi devriminin ardından, 19. yüzyılda başlayan yeni pazarlar arayışı sömürgeciliğin artmasına ve yayılmasına sebep oldu. Afrika halkı “sömürülebilme yeteneğine4 bir günde sahip olmadı. “Her somut problemin arka plânında genelde bir siyasi proje vardır” hakikati burada da kendini göstermektedir. Afrikalı düşünür John Kenyetta şöyle diyor: “Batılılar Afrika’ya geldiğinde onların elinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bizden gözlerimizi kapatıp dua etmemizi istediler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların ayaklarının altında bize ait topraklar vardı.” İşte Batılı güçler Afrika’yı madden sömürebilmenin yolu olarak “misyonerlik” faaliyetlerini kullandılar. Edward Said “Oryantalizm” kitabında “Oryantalizm, Kapitalizmin bir parçasıdır.” der. Yani kapitalist güçlerin elinde olan misyonerler ve oryantalistler, emperyalizme manevi güç vermişler ve zemin hazırlamışlardır.

    Böyle siyasal bir taktikle (misyonerlik faaliyetleri) başlayan sömürgecilik, Batılı zenginlerin, fabrikatörlerin Afrika’dan aldıkları ham maddeyi işledikten sonra tekrar onlara satmasıyla palazlandı. Yine tarım makinelerinin geliştiği Avrupa’da, ucuz yolla ve bol ürün elde etme yöntemiyle üretilen tahıllar, yerel çiftçinin ürününden daha ucuz pazarlanınca, tarlalar ekilmemeye başlandı. Bunun neticesinde hem tarımda hem de hayvancılıkta dışa bağımlılık baş gösterdi. (Dikkat! Türkiye’de de ithal tarım ürünleri ve hayvan ithalatı, yerli çiftçiyi ve hayvan üreticisini pes etme noktasına doğru getirmektedir.)

    Tüm bu sürecin neticesinde, Afrika’nın bütün yer üstü ve yeraltı (altın, uranyum…) kaynakları sömürgeci Batının idaresine geçti. Allah(c.c)’ın Afrika halkı için yarattığı öz kaynaklar, açgözlü Batılıların elinde tarumar edildi.

   Çok değil, sadece 1992’de Somali’de iç savaş ve açlık yüzünden 500 bin insan öldü. Emperyalist Batı, girdiği ülkeleri hiçbir zaman sadece sömürmekle bırakmaz. Muhakkak o ülkenin haritasını değiştirir ve bir de fitne tohumu eker, öyle gider(şayet giderse.). Somali’de de aynı taktik uygulandı. Daha önceleri 23 milyon nüfusa sahip olan ülke parçalanınca, bir kısmını Kenya’ya bir kısmını Etiyopya’ya dâhil ettiler ve böylece ülkenin nüfusunu 11 milyona düşürdüler. Bu da yetmezmiş gibi ülke, Kuzey ve Güney diye de kendi içinde ikiye ayrıldı.

Şuan Somali’de;

• 11 milyon insan açlıkla mücadele ediyor.

• Sadece 3 ayda 29 bin çocuk açlıktan öldü.

• Somali’den Kenya’ya kaçmaya çalışan en az 500 bin insan yollarda hastalıktan ve açlıktan öldü.

• 5 yaşın altındaki çocukların %10’u 11 haftada bir ölüyor.

• Somali kıyılarına bırakılan zehirli atıklar yüzünden yüzlerce insan ölüyor.5

Yukarıdaki Somali verilerine mukabil Amerika’nın harcamalarına ve bu harcamaların aslında Afrika açısından neye tekabül ettiğine bakacak olursak:

• ABD’nin ürettiği bir savaş uçağının (20 milyon dolar) parasıyla 10 milyon insana yetecek derecede pirinç depolanabilir.

• ABD köpeklerine (Batıda insan nüfusuna yakın oranda köpek besleniyor.) konserve et değil de başka bir gıda verilse 50 milyon insan açlıktan kurtulacak.
Bunun yanı sıra çöpe attıkları et artıklarıyla ellerindeki hayvanların iki mislini beslemeleri mümkün.

• 1 Amerikalı 900 Nepalli’nin kullandığı enerjiyi kullanmaktadır. Her bir Amerikalı 900 insanın hakkını yemekte ve her bir Amerikalı dünyaya yük olmaktadır..6

    Nüfus plânlaması yapılmasını öğütleyen ABD’nin kendi nüfusunu planlaması aslında dünyanın yükünü hafifletecektir.

    Son yıllarda Amerika’daki en büyük sağlık problemi obezite –aşırı şişmanlık- olarak ilan ediliyor. Her bir Amerikalı dünya insanlarından çaldıklarıyla-gasp ettikleriyle şişmanlıyor. Aslında açlık ve yokluk birilerinin diğerinin elindekine de göz dikip açgözlülük yapmasından meydana geliyor.

   Her söyleminde insanlıktan, özgürlükten bahseden Batı’nın dünya insanlarına verdiği zarar ve yaptığı zulümlere bakıldığında, tüm bu söylemlerinde bir kandırmaca olduğu ortaya çıkmaktadır. Malik bin Nebi ,“İslam Davası” kitabında: “Avrupa kendi içinde Avrupa hümanizmini toprakları dışında sömürge hümanizmini tatbik etmektedir.” der. İşte Avrupa’nın hümanizminin özet bir tanımıdır bu. Bu sözde hümanist yaklaşımlarla aslında Batılı güçler, sömürenin de, sömürülenlerin ağıdını yakanların da kendileri olmasını istemektedirler. Bu şekilde insan gibi görünerek, aşağılık durumlarını örtbas etmeye çalışmaktadırlar.

    Müslümanların Afrika’da yaşanan bu büyük zulmün aslında kim tarafından yapıldığını ve bunun nasıl başladığını bilmeleri gerekiyor. Şunu da bilmeleri gerekiyor; şayet siyaseten Batıya bel bağlarsak ekonomik bağımlılık kaçınılmaz olacaktır. Amerika’ya güvenerek, gerek siyaseten gerekse de ekonomik olarak güçlenenlerin oluşturacağı gücün kalıcığı tartışmalı olacaktır. Müslüman, daima Allah(c.c)’a ve O’nun belirlediği esaslara güvenmelidir. Batının plânlarını iyi görebilmeli ve bu plânları bozmaya çalışırken Allah’ın da “hayrun mekirin- plan kurucuların en hayırlısı” olduğunu unutmamalıdır.

Onlar Afrika’da yıllardır gerek insan gerekse de kaynak avcılığı yapıyorlar. Ama şunu bilsinler ki, gün olur devran döner, AVCILARI DA BİR AVLAYAN BULUNUR ELBET. 

Afrika’yı peyderpey sömürenler bir anda –domino taşı etkisiyle(!)- ekonomik darboğaza girer ve tekerin artık tersine döndüğünü görürlerse hiç şaşırmasınlar. Gerek ABD, İngiltere, İsrail ve Yunanistan’da gerekse de daha birçok Avrupa ülkesinde gelişen ekonomik kriz, bu çöküşün emaresi olsa gerek.

1- (Mevdûdi-Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim)
2- (Haşr-7)
3- (Mevdûdi)
4- (Malik bin Nebi-İslam Davası)
5- BM verilerine göre
6- (Neden Bu Kadar Fakirler-Abdullah Arslan)

Rumeysa Sarısaçlı


15 Ağustos 2011 Pazartesi

DİNAMİK DİN DİNAMİK ÜMMET


Dinamik Din Dinamik Ümmet


İslam dini statik değil, dinamik bir dindir. Dini hayatın içinde yaşanılması gereken bir hayat tarzı olarak tanımlayan İslam, verdiği hareket ruhuyla gerek ferde gerekse topluma aksiyon kazandırmaktadır.

    Resulullah (s.a.v.)’a 40 yaşına kadar tefekkürle ve duygusal kalp ile dinamizm kazandıran Allah (c.c), ilk gönderdiği “Oku, yaradan Rabbinin adıyla, O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.”1  ayetleriyle de düşünsel dinamizm kazandırmıştır.

      Kalben ve fikren ayağa kaldırılan Hz. Peygamber (s.a.v.), daha sonra gelen “kalk ve uyar”2  ayetleriyle de fiilen ayağa kaldırılmıştır. Şu bir gerçektir ki, kalben ve fikren ayağa kalkmayanların ortaya koyacağı fiili dinamizm, ya ayağı yere basmayan ya da uzun soluklu olmayan bir dinamizm olacaktır. Günümüzde pek çok örneğini gördüğümüz “bir dönemlik hizmet adamlığı” bu sözde dinamizme en bariz örnektir. 

     “Artık uyku devri geçti.” buyurarak gaflet halinden hareket haline geçmeyi öğütleyen Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetini de tevhit ile harekete geçirmiştir. İslam dininin tevhid ile söze başlaması, bu dinin en önemli muharrikinin “La ilahe illallah” cümlesi olduğunu gösterir. Tevhidi gerçek manasıyla anlayan bir Müslüman’ın yerinde oturması mümkün değildir. Çünkü tevhid, insanın işinin, sorumluluğunun, davasının ne olduğunu ortaya koyan çok net ve sarih bir cümledir. Bugün tevhidi sadece “Allah vardır ve birdir, Allah yaratandır.” şeklinde anlayıp yerinde oturanların bu kelimenin gerçek manasına ulaşamadıkları aşikârdır. Çünkü “Allah vardır’’ anlayışı insanı harekete geçiren bir anlayış değildir. Oysa “Allah’tan başka ilah (otorite, kanun koyan) yoktur.” inancı insanı yerinde durdurmaz. “Madem Allah’tan başka ilah yoktur, o halde ilahlık taslayanlarla mücadele etmek gerekir.’’ diyenler harekete geçer. Toplumun gidişatına bakan, tevhidden ve Allah’a teslimiyetten uzaklaşan insanlığın uçurumun kenarında olduğunu gören Müslüman yerinde duramaz.  

         Tevhid ile harekete geçen muvahhidin Kur’an ile eğitilmesi, bu dinamizmin disipline edilmesi için olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü Kur’an, dinamik bir din öğretip dinamik bir Müslüman oluşturmaya çalışırken bu dinamizmi kontrollü bir hale dönüştürmektedir. “Vasat ümmet” olarak gönderilen bu ümmetin dinamizmde de ifrat tefrit dengesini koruması şarttır. İslam dini, müntesiplerine disiplinli dinamizm kazandıran bir din iken, neden ümmet-i Muhammed bu özelliğini kaybetti? Alparslan Kuytul Hocaefendi bu ümmetin parçalanmasının sebebi olarak dünya sevgisine işaret eder. Ne zaman ki Müslümanlar cihadı bıraktı, dünyaya daldı; Allah Birinci Dünya Savaşı ile bizi parça parça etti. Çünkü Allah (c.c): “Ey iman edenler, size ne oldu da ‘Allah yolunda seferber olunuz.’ emri verilince dünyanın cazibesine kapılarak olduğunuz yere çakılıp kaldınız.”3  buyuruyor. Aslında dünya, adeta koca bir bataklık gibi insanı içine çekmektedir ve hareketsiz, ruhsuz bir hale dönüştürerek insanın hareket kabiliyetini yok etmektedir. 

Bugün gerek İslam davasını, gerekse bir başka davayı omuzlayan insanların ortak özelliklerinden birisi de dünyanın metaını çok fazla önemsemeyerek çalışkan insanlar olmalarıdır.

         Yukarıdaki ayet-i kerimede “hareket”, nefr kelimesi ile ifade edilmektedir. Nefr, heyecan veren bir işten dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmak demektir. Bu ümmet, kendisine heyecan veren “İslam Medeniyeti’’ idealini gerçekleştirmek için heyecanla, coşkuyla, hedefine kilitlenmiş bir mermi şuuruyla harekete geçmelidir. Ebu Said Haraz: “Teslimiyet, sükûneti olmayan harekettir.” der. Müslüman dava adamı da “kalk” emrini almış asker gibi, Allah (c.c.) “Otur” diyene kadar oturmayan, mücadeleye devam eden kişidir.

 Bugün İslam davası için hareket etmeyenler, bir gün hareket mecburiyetinde bırakıldıklarında, koşsalar da iş işten geçmiş olacaktır.

  Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde parçalanmanın sebebi olarak dünya sevgisine işaret eden Alparslan Kuytul Hocaefendi, bu parçalanmanın hikmeti olarak da koca bir buz dağı gibi hareketsizleşen ümmetin daha kolay erimesi ve yeniden dinamizm kazanması için parçalanması gerektiğini vurgular. Dünyaya dalarak kendini adeta büyülenmiş bir insan gibi hareketsizleştiren ümmet-i Muhammed, bu parçalanma ile yeniden hareket kabiliyeti kazanmaya başlamıştır.

İşte bu uyanışı, İslam davasının önderleri iyi değerlendirmek zorundadır. 

 Rabbanî ve gerçekçi bir çalışma metoduyla, hareketi doğru mecraya kanalize edip İslam Medeniyeti ideali hedef olarak gösterilmelidir. Eğer İslam dini, sadece büyük laflar eden, ancak insanlığı kurtarmak için bir medeniyet kurmayı hedef gösteren bir din olmasaydı Kur’an-ı Kerim sadece kuru bir teori kitabı, Hz Peygamber (s.a.v.) de ancak büyük bir teorisyen olurdu. Oysa Allah (c.c), Resulüne “İslam Medeniyeti’’ projesini gerçekleştirmeyi hayatta iken nasip etti. Resulullah  (s.a.v.) 23 yıllık peygamberlik hayatında, 27 defa gazveye çıkmış, yaklaşık 50 defa da seriyye göndermiştir.

Bu gayretinin neticesinde kısa bir sürede Arap Yarımadası’nı fethetmiştir. Böyle bir peygamberin ümmetine yakışan da peygamberi gibi dinamik bir ümmet olmaktır. Dinamik bir ümmet oluşturmak için daima mücadele eden Hz. Peygamber, cihadı her meselede başköşeye oturtmuştur. “Müminin ruhbanlığı cihattır.”4  buyurarak tekarrubun (Allah’a yaklaşma) dahi cihad ile olacağını vurgular. Hareketsiz münzevi bir hayat yaşayanın Allah’a yaklaşma hayali gerçekçi olmayacaktır. Kalabalıkların arasında yalnız kalabilmek, onlarca hizmet meşgalesi içerisinde Allah için yorulduğunu bilmek, bir insanın hidayet bulması için sarp yokuşu (akabe) tırmanırcasına nefesini tüketmek, yeni bir insan kazanıldığında, yeni bir gelişme olduğunda, Allah’ın hâkimiyetinin sağlanacağı ümidini tazelemek kadar insanı mutlu eden bir duygu yaşanabilir mi? Hasıl-ı kelam, İslam ümmetinin, İslam’a ve Hz. Peygamber’e yakışır bir dinamizm sergilemesi, bu ümmetin kendini bulması ve kendine gelmesi için olmazsa olmazdır. Aksi takdirde dibe vuran onurumuzu ayağa kaldırmak asla mümkün olmayacaktır. 

1- Alak, 1-5
2- Muddesir, 2
3- Tevbe, 38
4- EI-Müsned 5/179. Mevari-du’z

Rumeysa Sarısaçlı