20 Kasım 2017 Pazartesi

PEYGAMBER EFENDİMİZİN MANEVİ HALİ



Peygamber Efendimizin Manevi Hali

Bu yazımızda Efendimizin manevi halinin tezahürlerini anlatmaya çalıştık. Derya mesabesindeki maneviyatını anlatmakta aciz kaldık. Bazen kalp bir nebze anlar ama dil, kalem anlatamaz. Kalem ve kelam anlatamasa da yüreklerimizin anlaması ümidiyle yazmaya çalıştık…

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem için Kur’an-ı Kerim ‘üsve-i hasene’1 yani ‘en güzel model insan’ buyurur. Aslında bu ayeti kerimede Efendimizin örnekliği, birkaç meseleyle sınırlandırılmamış veya sadece şekil olarak örneklikten bahsedilmemiştir. Ancak bugün sanki böyleymiş gibi, O’nun manevi halinden bihaberiz. Elbette Efendimizin maddi hayatı, şekli hayatı, manevi âlemini, haleti ruhiyesini derinden etkilemiştir. Ancak siyer kitaplarımız, biraz da anlatılması zor olması hasebiyle, Efendimizin manevi halini fazlaca anlatmamış, belki de anlatamamıştır.

Hakikaten de Efendimizin namazını, orucunu, cömertliğini, güzel ahlakını, cihadını anlatabiliyoruz. Ama manevi halini anlatmakta zorlanıyoruz. Çünkü maneviyat soyut bir durum… Bir diğer sebepler silsilesi ise, manevi yönden eksikliğimiz, hislerimizin zayıflığı, kalbimizin kiri-pası, çağın getirdiği hastalıklar ve daha birçok durum… Tüm bu problemli durumlar, O’nu anlamamıza ve anlatabilmemize engel oluyor.

O’nun manevi halini anlatacağımız bu yazımızda, aslında O’nun duygularından ziyade o duyguların belirtilerini anlatmaya çalışacağız. O’nun duygularını, kalbinde yaşadığı büyük aşkı, ruhunun derinliklerini anlayabilmek, O’nun duygularını yaşamakla mümkündür. Efendimizin yüreğinde adeta okyanus kadar büyük ve derin duygular yaşanmaktadır. Bizse bu okyanusun kıyısında dolaşan, belki ayağını bir nebze o suya değdirebilen kimseler olmamız hasebiyle, O’nun derinliklerinde neler olduğunu tam olarak bilemiyor, hissedemiyoruz. İşte biraz da bu sebepten dolayı, Efendimizin Allah’a olan aşkının, ihlasının, maneviyatının göstergelerini anlatmaya çalışacağız.

PEYGAMBERİMİZİN TÜM DÜNYAYA MEYDAN OKUMASI

Efendimizin tek başına bütün dünyaya meydan okuması, manevi halinin göstergesidir. Elbette ki bunda Allah Azze ve Celle ile vahiy yoluyla irtibatı önemli bir etkendir. Peygamberlerin normal insanlardan en önemli farkı, onlara vahiy geliyor olmasıdır. Kur’an-ı Kerim Efendimizin bu durumunu ‘Ben de sizin gibi bir beşerim. Ama bana VAHYOLUNUYOR’2 ayetiyle özetler. Evet, bizim gibi etten kemikten, duyguları olan, nefsi olan bir insan ama Allah O’nunla irtibatta… O’nun bu durumu aramızda büyük bir fark oluşturmaktadır. Ancak Efendimizin maneviyattaki yüksek derecesini sadece vahye bağlamak, kendi maneviyatsızlıklarımıza mazeret bulmaktan başka bir şey değildir. O, sadece vahiy vasıtasıyla değil, her halinde her durumda Rabbini düşünen, her yaptığını Allah için yapan, Allah’ı görüyor gibi yaşayan bir insan olması hasebiyle de bu yüksek dereceye ulaşmıştır.

Efendimizin taşıdığı ağır yükü, söylenmeden, sabırla, istikrarla, ye’se kapılmadan ve de başarıyla taşıması, manevi gücünün kuvvetini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kur’an-ı Kerim O’nun yükünün ağırlığını bizzat anlatır:

‘Muhakkak ki biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz’3
‘Biz senin yükünü hafifletmedik mi? Ki o yük, senin zahrını (belini) çatırdatacaktı’4
‘Ey Rasul Rabbinden sana indirileni tamamen tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur…’5

Bu kadar ağır bir sorumluluğu taşıyabilmek ancak güçlü bir maneviyatla mümkündür. Yoksa insan bir yerde portar; bir yerde pes eder; en azından söylenir. Hiç birisi olmadı. Her daim ne yapılırsa yapılsın, Allah’ın sözünden milim çıkmadı. Mekke’de bir avuçken sızlanmadı, Taif’te taşlanırken ye’se kapılmadı, Hicret ederken söylenmedi, Bedir’de pes etmedi, Uhud’da ‘bittim’ demedi… Hayatının hiçbir anında yorgunluk emaresi göstermedi. Hiçbir önemli işi bahane edip, başka önemli bir işi ihmal etmedi. Bu kadar sabır, dirayet, itidal, ihtimam, istikrar O’nun manevi gücünün neticesidir.

“NAMAZ GÖZÜMÜN NURU”

Efendimizin namaza ‘gözümün nuru’ demesi, ibadetten ne kadar tad aldığının göstergesidir. İmanın tadını anlattığı hadiste de imandan ne kadar tad aldığını anlıyoruz.6 Belki bu hadisleri okurken Efendimizin sadece bize nasihat ettiğini zannediyoruz. Halbuki O, yaşadığı, hissettiği şeyleri konuşan birisiydi. İmanın lezzetini yüreğinde hissetmiş, bu lezzetin nasıl elde edileceğinin yollarını da ümmetine anlatmıştı. Lezzet alınarak yaşanılan iman duygusu, maneviyatın zirvesidir. Efendimiz bu zirveye ulaşmış ve ümmetine de ulaşmanın yollarını madde madde anlatmıştır.

‘Mü’minin ruhbanlığı cihaddır’7 buyurur. Ruhbanlık, Allah’a yaklaşmak için manevi, münzevi bir hayat yaşamaktır. Hadis, Mü’minin malını ve canını ortaya koyarak vereceği mücadelenin, aslında ruhunu etkilediğini anlatır. O manevi ruh olmasa şöyle diyebilir mi: ‘Ben isterdim ki Allah yolunda öldürüleyim, sonra tekrar diriltilip tekrar öldürüleyim, sonra tekrar diriltilip tekrar öldürüleyim.’8 O manevi hal olmasa başka ne kişiye şöyle dedirtebilir: ‘Muhammed hiç tükenmeyecek gibi veriyor’… Allah yolunda o kadar çok veriyordu ki, bazen olmasa bile borç alıp, ihtiyacı olanlara dağıtıyordu. Hz. Ömer: ‘Ey Allah’ın Rasulü yokken vermek zorunda değilsin ki’ deyince ona yüzünü çeviriyor; ‘Ver ey Allah’ın Rasulü, Arşın sahibinin azaltacağından korkma’ diyen sahabeye tebessüm ediyordu. Can vermeyi, mal vermeyi bu kadar sevmek ne ile mümkündür? Elbette manevi bir âlemin içerisinde olmakla mümkün.

PEYGAMBERİMİZİN MADDİ DÜNYAYA BAKIŞI

İnsan maddi alemden uzaklaştıkça manevi âleme yaklaşır; belki de dalar… Efendimizin: ‘Dünyanızdan bana ne, ben şu dünyada, bir ağacın gölgesinde gölgelenip gidecek atlı gibiyim.’9 ‘Ey Ömer bırak dünya onların, ahiret bizim olsun’10 sözleri, maddi dünyaya bakışını özetliyor. Dünyada yaşayıp da dünya lezzetlerinden bu kadar uzak kalabilmek, başka bir lezzet âleminin içerisinde olmakla mümkün… Oysa Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu hayatı yaşarken dünyanın ticaretine dair, evlilik hayatına dair, komşuluğa- akrabalığa dair ve daha birçok meseleye dair çözümler getiriyor, hükmediyor, istişareler yapıyordu… Bu nasıl oluyor? Bazen O’nu anlamaya çalışırken aciz kalıyoruz… Nasıl başardı? Bu dengeyi nasıl kurdu? O manevi halin içerisindeyken dünyaya dair bu kadar dengeli hükümleri nasıl verdi? Manevi âlemden sıyrılıp, dünya meselelerine nasıl çözümler üretti? Veya tam tersi, bu kadar karmaşık dünya meselelerinden sıyrılıp manevi âlemde daim kalabilmeyi nasıl başardı? Tüm bu sorulara “O MUHAMMEDUN RASULULLAH idi” diyerek cevap verebiliyoruz… O kadar…

Efendimiz’in yetiştirdiği talebelerinin maneviyatı ve daha sonraki asırlarda gelen binlerce evliyanın- mücahidin maneviyatı, O’nun maneviyatının kuvvetine delildir. O güçlü maneviyat, tıpkı güneş gibi yanındaki- yönündekileri, hatta kendisinden asırlar sonra gelecek ümmetini dahi ısıtıyor, ışığı, çağlar sonrayı aydınlatıyordu. O’nun şahsı manevisi, ruhaniyeti, maneviyatı bizleri etkilemeye, feyiz vermeye devam ediyor; kıyamete kadar da devam edecek biiznillah. Maneviyat önderlerimiz… Hz. Ebu Bekir’den Hz. Ali’ye, Hz. Hatice’den Hz. Zeynep’e, Hasan Basri’den Süfyan-ı Sevriye, Rabia Hatun’dan Nene Hatun’a, Bediüzzaman’dan Seyyid Kutub’a, Hasan el Benna’dan Mevdudi’ye binlercesi… Aşkın, muhabbetin, insan ruhundaki en önemli damarın, maneviyat damarının devam etmesine vesile olan gönül erleri… 1400 yıldır Rasulullah’ın talebeleri ondan feyiz almaya, O’nun maneviyat okulunda okumaya devam ediyorlar…

EFENDİMİZİN NASİHATİNE KULAK VERELİM

O maneviyatıyla tam bir örnektir. O’nu ruhsuz bir postacı gibi görenler var… Yazıklar olsun onlara! Biz onu Rehber-i Ekmel olarak görüyoruz. Bu hayatın şeklini de, ruhunu da O’ndan almalıyız, alacağız. O’nun getirdiği şeriati O’nun yaşadığı şekilde yaşamaya ve hâkim kılmaya çalışmak, O’nun içinde bulunduğu atmosferi yaşamamıza vesile olacaktır. Bazen şekil ruhu, bazen de ruh şekli etkiler. Bazen şeriat maneviyatı kuvvetlendirir, bazen de maneviyat şeriati yaşamaya destek verir. Hem şeriat hem tasavvuf her ikisi de Allah’a yaklaşmaya vesiledir… Kutsi hadiste buyurulduğu gibi: ‘Kulum bana farz ibadetlerle yaklaşır…’11 Allah’ın ve Rasulü’nün belirlediği farzlara ittiba, haramlardan imtina, yani şeriatte hassasiyet, maneviyatımızı güçlendirecek, Rabbimize yaklaştıracak temel etkenlerdir. Önemli olan, tüm bunları yaşarken Efendimizin nasihatine kulak vermektir. ‘İhsan, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görüyor.’12 Hayat-ı İslam’ı yaşarken Allah’ı görüyor gibi veya Allah seni görüyor gibi, her daim Allah’ı dikkate alarak, gayrısını da dikkate almayarak, dünyada ama ahireti aklından çıkarmayarak yaşamak… İmanı yaşarken, ibadet ederken, ahlaklı olmaya çalışırken, Allah yolunda mücadele verirken, insanların teveccühünü beklemeden yaşamak. Yani İHLASA ULAŞMAK… Riyayı def edip ihlasa ulaşmak, maneviyatımızı güçlendirmede en önemli etkenlerden olacaktır.

MANEVİYAT EN ÖNEMLİ AZIĞIMIZ

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in maneviyatını anlatmaya çalıştığımız şu yazıda konuyu hakkıyla anlatamadığımızın farkındayız. Çünkü O’nun manevi halinin izharı, o halin icmalinden ve dahi kemalinden çok çok azdır. Elbette o kemali, O’nun engin yüreğinde yaşadıklarını bilebilmemiz mümkün değil. Ancak yüreklerimiz ve ruhumuz manevi âleme bir nebze girdiğinde O’nun yüreğinin duygularını bir nebze olsun belki hissedebiliriz… O zaman belki biz de namaza gözümüzün nuru deriz, ölümden korkmayız, dünyayı umursamayız ve ölüm bize gelinceye kadar var gücümüzle çalışabiliriz. Maneviyatımızı güçlendirmeye mecburuz. Muhterem Hocamızın dediği gibi, ‘yol uzun ve yokuş çıkıyoruz…’ Herkes kendi hayat yolculuğunu hayırlı bir şekilde tamamlamak zorunda… Bu yolculukta yolun sonuna kadar gidebilmemiz için maneviyat en önemli azığımızdır… Rabbim, bedenimizi, kalbimizi, ruhumuzu, ömrümüzü kendi yolunda seferber edebilmemizi cümlemize nasip eylesin.

Kaynak

1. Ahzab, 21
2. Fussilet, 6
3. Muzzemmil, 5
4. İnşirah, 2-3
5. Mâide, 67
6. “Üç haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o kişi, imanın tadını tadar: Allah ve Rasûlünü, her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek” (Buhari, İman; 9-14)
7. Mecamu’z-Zevaid, 5/278
8. Buhari, Müslim
9. Tirmizi, Zühd; 44
10. Buhari, Libas; 31 – Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe; 165
11. Buhari, Rikak; 38
12. Buhari, İman; 1- Müslim, İman; 1

20 Ekim 2017 Cuma

ZİKİR, TEVBE, GÖZYAŞI…




Zikir, Tevbe, Gözyaşı…


Maneviyatımız kuvvetlendikçe güçleneceğiz. Güçlendikçe de zilletten kurtulmaya, ayağa kalkmaya ve dünyayı değiştirmeye başlayacağız… Bu ayki yazımızda birkaç manevi azığı bir arada yazmaya çalıştık.

Zikir… Allah’ı anmak…

Rabbimiz Teâlâ buyuruyor ki: ‘Onlar otururken, ayakta iken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki): Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru’1 Bu ayetten anlıyoruz ki, insan her halinde ve sürekli, adeta oturup-kalkıp Rabbini anmalıdır. Hayatın hiçbir halinde/ahvalinde Rabbini hatırlamayı ihmal etmemelidir. Çünkü hayata anlam katan, o hayatın ‘Allah’ denilerek yaşanmasıdır. Anlamsız hayatlarımıza anlam katar zikrullah… Kıymetsiz hayatlarımızı kıymetli yapar zikrullah… Bir de ayetten anlıyoruz ki kuru bir zikir değil bizden istenen. Zikir fikirle birleşmeli. Çünkü tezekkürle tefekkür bir araya geldiğinde, insan kendine geliyor ve halini düzeltmeye çalışıyor.

Şu bir gerçektir ki, tefekkürsüz bir zikir, kuru bir zikirden öteye gitmeyecek ve hayatı da değiştirmeyecektir. Zikirsiz bir tefekkür de hikmetsiz bir tefekkür olacak ve yine hayatı değiştiremeyecektir. Allah’ı zikrederek yeri-göğü tefekkür eden, yeryüzü üzerinde yaşayan en şerefli varlık olan insanı da tefekkür edecek ve: ‘Rabbim, sen beni boşuna yaratmadın’ diyerek yaratılış gayesini hatırlayacaktır. İnsan yaratılış gayesini bildiğinde günahlarının, hatalarının, eksiklerinin farkına varır ve tevbe eder, ateşin azabından korkar, kendine ve ameline zerre kadar güvenmez.

Peygamber efendimiz nasıl zikrederdi?

Her konuda olduğu gibi zikir konusunda da en büyük örneğimiz Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’dir. O, Rabbini nasıl zikrettiyse doğrusu öyledir; O’nun yapmadığını yapmak haddi aşmaktan başka bir şey değildir. Efendimizin zikir haline baktığımızda çok sessiz, sakin, içten içe olan bir zikir hali görüyoruz. Araf 205. Ayeti Kerime’de tarif edilen zikir halinin aynısı, Efendimizin halinde mevcut. Ayette Rabbimiz buyuruyor ki: ‘Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret, gafillerden olma.’

Yine Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zikir hayatına baktığımızda, hayata dair her işte Allah’ı zikrettiğini görüyoruz. Yataktan kalkarken başlıyor zikre, elbisesini giyerken, evden çıkarken, bineğe binince- inince, bir Müslüman kardeşini görünce- ayrılınca, mescide girdiğinde- çıktığında, misafirliğe gittiğinde, sevinince- üzülünce, abdest aldığında, namazdan önce- sonra, sohbetten önce- sonra, eve geldiğinde, yemeğe başladığında- bitirdiğinde ve yatağa girdiğinde, zikir dilinden düşmüyor.

Tevbe… İstiğfar… Pişmanlık…

Farz namazı kıldıktan sonra 3 defa ‘Estağfirullah el Azim’ demeyi öğütleyen, Mekke’yi feth ettikten sonra ‘Estağfirullah’ diye diye şehre giren, ‘Kalbime bazen bir şeyler gelir, günde 100 defa istiğfar ederim’ diyen bir peygamberimiz var. Efendimizin istiğfarına baktığımızda, tevbenin sadece günahlardan sonra yapılan bir arınma çabası olmadığını, ibadetlerden sonra veya bir başarıdan sonra da bulunulması gereken bir hal olduğunu anlıyoruz. Elbette günahımız çoktur ve bu günahlardan arınmanın temel yoludur tevbe. Ancak tevbe, esasında sürekli içinde bulunulması gereken bir halin de adıdır… İnsan devamlı bir tevbe halinde olmalıdır. Estağfirullah, estağfirullah diyerek yaşamalıdır. Yollarda yürürken adım başı estağfirullah demelidir. Hani her günahından sonra odaya bir taş atan adam var ya… Bizim durumumuz ondan çok daha beterdir. Biz, her bir günahımız için bir odaya taş atmaya kalkışsak, attığımız taşlarla kim bilir kaç oda, kaç ev dolar? Çünkü hiçbir şeyin hakkını yeterince vermiyoruz, yapmamız gerekenleri hakkıyla yapmıyoruz. Rabbimizin verdiği envai çeşit nimetin farkında değiliz ve verdiği nimetlerden dolayı hakkıyla şükretmiyoruz. İnsan olma, akletme, sağlıklı olma, hidayet bulma, O’nun yolunda cihad edebilme nimetlerinin kıymetini bilmiyoruz, bunlara yeterince şükretmiyoruz. Şükürsüzlüğümüzün tevbeye ihtiyacı var… Yaptığımız ibadetlerde yüzlerce eksik, binlerce gaflet hali, belki de riya var. İbadetlerimizin tevbeye ihtiyacı var… Günah zannetmediğimiz çeşit çeşit günahımızın, tembelliklerimizin, para, zaman, sıhhat israflarımızın tevbeye ihtiyacı var… Hatta Rabia Hatun’un dediği gibi, bizim tevbemizin bile tevbeye ihtiyacı var.

Gözyaşı…

Necip Fazıl’ın Reis Bey kitabında, mahkeme reisi ile idamlık genç arasında bir diyalog geçer. Diyalogda idamlık genç der ki: ‘Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız. Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz…’ Ümmet olarak o kadar acılı ve çileli günlerden geçiyoruz ki, ağlamamak elde değil. Gerek şahsi gerekse de toplum olarak o kadar çok hatamız ve günahımız var ki, ağlamamak elde değil. Yükümüz ağır, ömrümüz kısa, ölüm meleği ise ensemizde, ağlamamak elde değil. Eğer ağlayamıyorsak anlayamıyoruz demektir. Neyi mi anlayamıyoruz? Yetim kalan çocukları, çocuğunu kaybeden anne babaları, evleri başlarına göçenlerin ıstırabını, yurtlarını terk etmek zorunda kalanların çilesini, gurbetin acısını… Ağlayamıyorsak anlayamıyoruz demektir… Günahlarımızın çokluğunu, ömrümüzün bitmekte olduğunu, hesabın zorluğunu, cehenneme girmenin dehşetini, cennete girebilmenin ucuz yolla olamayacağını anlayamamışız demektir… ‘Aşk ağlatır…’ derler eskiler. Âşık olmadığımızdan ağlayamıyoruz. Ağlayamayınca anlayamıyoruz. Allah aşkıyla dopdolu olan yüreğin nasıl kaynadığını, âşık olanın dünyaya karşı umursamazlığını, aşkla yapılan cihadı, mücadeleyi, fedakârlığı, sabrı, bu aşkın bütün dünyayı değiştireceğini, bu aşkla ancak bu davanın ağır yükünün taşınabileceğini… Ağlayamıyorum diyen sahabeye ağlaması için, yüreğinin yumuşaması için, yetime şefkati, fakirlerle yemek yemeyi tavsiye eden Efendimizin nasihatine, hepimizin kulak vermesi gerekiyor. Biz de ağlayamıyoruz. Ağlayamamak tabibe muhtaç bir derttir. Nasıl ki kalbin damarları tıkandığında tabipler onu açmak lazım diyor. Ağlayamayan kalbin de tıkanmış manevi damarlarını açmak lazım. O damarları, tazyikle coşan bir suyun tıkanan bir yeri açması gibi, güçlü bir duyguyla, yani aşkla açmak lazım.

Rabbimiz Teâla buyurur: ‘Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz…’2
Efendimiz buyurur: ‘Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız’3

Rabbimiz ‘AĞLAYIN!’ diyor… Efendimiz ‘AĞLAYIN!’ diyor. Ümmetin halini, günahlarını gör de ağlama! Böyle bir şey mümkün değil! Yüreği taş kesilmeyenler ağlar.


Rabbimiz Teâla ağlayamayan, yüreği taştan da katı olanlar için buyuruyor: ‘Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır…’4 Rabbimiz kalplerimizi, kendi sevgisiyle- korkusuyla ve ümmetimizin sevgisiyle-derdiyle yumuşatsın. Kalbimizden hüznü, gözümüzden yaşı eksiltmesin.
Ağlayamıyorsak, anlayamıyoruz demektir

Ümmet olarak o kadar acılı ve çileli günlerden geçiyoruz ki, ağlamamak elde değil. Gerek şahsi gerekse de toplum olarak o kadar çok hatamız ve günahımız var ki, ağlamamak elde değil. Yükümüz ağır, ömrümüz kısa, ölüm meleği ise ensemizde, ağlamamak elde değil. Eğer ağlayamıyorsak anlayamıyoruz demektir.

Kaynak

1.Al-i İmran, 191
2. Necm, 60-61
3.Tirmizi, Zühd
4.Bakara, 74

Rumeysa Sarısaçlı

23 Eylül 2017 Cumartesi

İSLAMCILIK NE DEMEK? KİMLER İSLAMCIDIR?





İslamcılık Ne Demek? Kimler İslamcıdır?


Bu yazımızda üzerinde çokça tartışılan bir kavramı ele aldık… İslamcılık kavramını, birilerinin yönlendirmesiyle değil, İslam’ın perspektifinden bakarak tanımlamaya çalıştık… Bu tanıma dâhil olanları ‘gerçek İslamcılar’; dâhil olmayanları ise ‘sözde İslamcılar’ olarak isimlendirdik… Bununla beraber, kimler İslamcı, kimler değil sorusuna da, özetle açıklama getirmeye çalıştık…


İslamcılık kavramı, aslında bizim kavramımız değil. Bu kavram, İslam’ın ideallerini sahiplenenlere, birileri tarafından koyulmuş, sonradan çıkma bir kavram. Şayet bu idealler bütün Müslümanlar tarafından sahiplenilseydi böyle bir kavram da ortaya çıkmazdı. Yani her Müslüman İslamcı olsaydı İslamcılık diye ayrı bir sıfattan bahsedilmesi durumunda kalınmazdı.
İslamcılık, İslam’a ve İslam’ın tüm ideallerine sahip çıkan, bu idealleri Kur’an sünnet çizgisinden sapmayarak hâkim kılmaya çalışan Müslümanlara verilen bir sıfattır. İslam’ın en büyük ideali ise, tevhidi yeryüzünde hâkim kılma idealidir. Muhterem hocamızın beliğ ifadesiyle: ‘Allah’ın dünyasında Allah’ın dediğinin olmasını’ gerçekleştirme ideali… Dünyanın doğusunda batısında, kuzeyinde güneyinde, İslam Medeniyetini hâkim kılma ideali… Tüm dünyada iyiliği yayma, kötülüğü def etme ideali… İnsanı yeniden fıtratına döndürme ideali… Haramlara engel olma, farzları yerleştirme ideali… Akan kanı durdurma, mazlumun gasbedilen hakkının hesabını sorma, adaleti sağlama ideali…

İSLAM MEDENİYETİ NE ZAMAN KURULACAK?


Dolayısıyla gerçekten İslamcı olan bir hareketin sancağında ‘tevhid’ yazacaktır. İnsanları kula kulluktan kurtarıp, bir olan Allah’a kul yapma ideali, İslamcının en büyük ve vazgeçilmez hedefidir. Öncelikle kalplerde Allah’ın hâkimiyetinin sağlanması, bir süre sonra toplumun durumunu değiştirecektir. Toplumun durumu yani yaşam tarzı değiştiğinde ise, yönetim ‘Allah’ın otoritesinin hâkim olduğu’ bir yönetime evrilecektir. Kalplerde tevhid, toplumda tevhid ve devlette tevhid yerleştiğinde, o memlekette ‘İslam Medeniyeti’ kurulmuş olacaktır.

İslamcılık kavramını ortaya atanlar, bunun tanımını yaparak ve bu tanıma girenleri de bilahare belirleyerek, bir nevi yönlendirme yaparak, ‘İslamcılık budur’ ‘İslamcılar da bunlardır’ demeye çalışmaktadırlar. Yani birileri, bizim ideallerimizi sahiplenmeyenleri İslamcı gibi göstererek, ‘İslamcı Müslüman’ profilini kendi istedikleri gibi çizmektedirler. Böylece Müslümanlar, yanlış İslamcılık tanımına ve tavsifine ikna edilmektedirler. ‘İslamcılık bu; İslamcılar da bunlar… Sen de bunların bir parçasısın; bunların bir parçası olmak istemiyorsan, İslamcı olma!’ mesajı verilmeye çalışılmaktadır.
İslamcılığı tanımlayıp, bu tanıma, hedefi İslam Medeniyeti olmayan ve metodu da gayrı meşru olan, parti vs. gibi grupları dâhil edenler, bu gruplar İslam’a aykırı bir şeyler yaptıklarında veya herhangi bir alanda başarısızlık gösterdiklerinde, ‘İslamcılık iflas etti’ demeye başlıyorlar. Birileri bir kavram ortaya atıyor, tanımını kendisi yapıyor, istediği grubu bu kavrama dâhil ediyor, sonra da bu gruplarla işleri bitince, kavramı da, grupları da buruşturup çöpe atıyor…

Bugün İslamcı olarak addedilen örneklere kısaca baktığımızda, bunların birçok temel konuda İslam’ı referans almadıklarını açıkça görüyoruz.
Örneğin Kürt sorununa gerçek İslamcı bir lider ‘Kur’an hakem olsun…’1 diyerek, tamamen İslami bir çözüm yolu önerirken, sözde İslamcı bir lider ‘sonuna kadar savaş’ diyerek, bırakın İslami bir çözümü, problemi daha da derinleştirerek insani çözümü dahi bırakabiliyor. Gerçek İslamcı ile sözde İslamcı liderler ve hareketler arasında, daha birçok temel meselede taban tabana zıtlıklar olmaktadır; olacaktır.

İSLAMCI VASFINI KAYBEDENLER

Bir hareket İslam’ın hedeflerini bırakmış, başka hedefler tayin etmişse, o hareket veya grup İslamcı olma vasfını kaybetmiştir. İslam Medeniyeti ideali yerine batı medeniyetini dillendirenler, hatta ‘Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapacağız’ diyerek onların medeniyetlerine entegre olanlar, İslamcılıkla uzaktan yakından alakası olmayanlardır. Bunlar, sanki İslam’ın bir medeniyet projesi yokmuş gibi, adeta aşağılık kompleksi içerisinde batı medeniyetini kanıksamaktadırlar. Oysa aşağılık batı medeniyetinin kodamanları, bizim ilkesizlerimizi, kendi içlerine almadıkları gibi, aba altından sopa göstererek, oyalamayla beraber alay etmektedirler. Sahte İslamcıların düştüğü bu durum, dünyadaki İslam algısına zarar vermekte ve Müslümanları ve memleketimizi de rezil etmektedir.

Bir hareket, parti veya grup, bayrağına tevhidin dışında herhangi söylem veya ideolojiyi yazdığında, İslamcı olma vasfını kaybedecektir. Dolayısıyla demokrasi, milliyetçilik, ahlakçılık, hümanizm gibi ideoloji veya söylemleri metot olarak benimseyenler, İslamcılıktan çıkmışlardır. İslamcı, takip ettiği metodu da İslam’dan alandır.
Örneğin bir parti, liberalizmi, demokrasiyi ve laikliği benimsemişse, bu parti İslamcı bir parti değildir. Maalesef insanımızın İslami duyarlılığı birçok parti tarafından kullanılmaktadır. Halkın nabzına göre şerbet sunma niteliğindeki bazı söylemlerle İslamcıymış gibi görünen bu partiler (bunlar, halka dönük konuşmaların dışında, entelektüel çevrelere verdikleri demeçlerde, ‘İslamcı’ olmadıklarını özellikle vurgulamaktadırlar), sırtını İslamcılığa dayayıp, ondan güç alıp, halktan destek almaya çalışmaktadırlar. Aslında bu şekilde, İslamcılık kisvesi istismar edilmektedir.
Ahlakçılık söylemiyle ortaya çıkarak, sadece toplumun ıslahını hedefleyenler, İslam’ın devlet idealinden vazgeçenler, İslamcı vasfını kaybetmişlerdir. İslamcılık bir bütündür. Kişi veya herhangi bir hareket, bir konuda İslamcı başka bir konuda gayrı İslamcı olamaz, olmamalı… Esasında salt ahlakçı söylemle yola çıkan bu gruplar, hiçbir zaman toplumun ahlaki seviyesini de yükseltememişlerdir. Tevhid kökünden beslenmeyen kuru ahlakçılık, pansuman çözümden öteye gitmeyecektir. Bugün memlekette başörtüsü serbest olmasına, imam hatiplerin orta kısmı tekrar açılmasına rağmen, gençlerimiz hızla İslam’ın ruhundan, şeklinden uzaklaşmaktadır.

KENDİLERİNİ HÂKİM KILMAYA ÇALIŞANLAR İSLAMCI VASFINA SAHİP DEĞİLLERDİR


Devletin içine sızarak, tavizler vere vere makamları kapmaya çalışanlar, İslam’dan ziyade kendilerini hâkim kılmaya çalışarak devlete talip olanlar, İslamcı vasfına sahip değillerdir. İslamcı, devlete taliptir ancak, bu şekilde ve bu gaye ile değil… Tıpkı muhafazakârlaşma gibi, sistemle yakınlaşma da İslamcılığı ve İslamcılıkta var olan muhalif ruhu öldürecektir. Laik devleti kanıksayanların, bu devlette yer edinmek için çaba gösterenlerin, bu devleti İslami hassasiyete sahip olanların nazarında meşrulaştırmaya çalışanların İslamcı olduğunu söylemek, İslamcılığı yok etmekten başka bir gaye güdemez.

Kimileri de İslamcılığı radikalizm olarak göstermeye çalışmaktadır. Bunlar, terörist olarak nitelendirebileceğimiz kimi grupları İslamcıymış gibi gösterip, İslam’dan ve İslamcılıktan uzaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Örneğin bir Amerikan projesi olduğu artık açıkça bilinen IŞID, İslamcı gösterilmeye çalışılmaktadır. Bir anda ortaya çıkan, İslam’a ve Müslümanlara bu kadar zarar veren, her yönüyle düşmanın ekmeğine yağ süren bu terörist yapıyı dahi İslamcı olarak gösteriyorlar ya, bu durum bir Müslüman için akla zarar bir durumdur. İşin en sıkıntılı tarafı ise, bu grupların İslamcı olduğuna, özellikle medya yoluyla, İslamcılıktan bihaber olan Müslüman halk da inandırılmaktadır. Böyle gruplar gösterilip, ‘bize destek olmazsanız radikaller gelir’ denilerek, ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etme çabası’ da gözden kaçmamalıdır.

YEGANE YÖNTEM ‘RABBANİ METOD’


Yine İslam’ın hedeflerini ütopya olarak, bu hedeflere ulaştıracak yegâne yöntem olan ‘Rabbani metodu’ da bu çağda uygulanamaz olarak görenler, halkımızı, içi boş, sahte İslamcılığa sevk etmektedirler. Hedef gayrı İslami, yol gayrı İslami… Bu durumun kaçınılmaz sonu, İslamsız bir İslamcılığa sürüklenme olacaktır. Bu sürüklenme, Müslümanların her konuda ezilmesinin, yenilmesinin ve İslam düşmanlarının da saltanatlarını sürdürmesinin devamını sağlayacaktır. Bu ümmetin bu kadar zulüm altında dayanmasının mümkünâtının kalmadığı bilinmelidir. Bunun farkında olarak, gerçek İslamcıların daha fazla çalışma, adeta rahat yüzü görmemecesine çalışma mecburiyeti, akıllardan çıkmamalıdır.

Sözde baharlarla gerçek baharı engellemeye çalışanlar, sözde cemaatler ile cemaatlerden insanları soğutanlar, sözde İslamcılarla da İslamcılığı bitirmeye çalışmaktadırlar. Oysa yeryüzünde tevhid hâkim olmadıkça İslamcılık bitmez… Zulüm bitmedikçe İslamcılık bitmez… Kula kulluk devam ettikçe İslamcılık bitmez… İslam Medeniyeti kurulmadıkça İslamcılık bitmez… İslam var olduğu müddetçe, yani kıyamete kadar İslamcılık bitmez.

İNSANLAR ELLERİNİ VİCDANLARINA KOYSUNLAR…


Sözde İslamcıların sonlarını, yok oluşlarını veya birileri tarafından yok edilişlerini gördüğümüz şu dönemde, gerçek İslamcıların özgüvenle, gür seda ile İslamcı söylemleri haykırma zamanı gelmiştir. Yapılan hatalardan veya başarısızlıklardan, gerçek İslamcılık ve gerçek İslamcılar suçlu değildir. Bunu öyle gösterenlerin gayesi, gerçek İslamcıları bezdirme veya İslamcı olabilecek kitleyi durdurma gayesidir. Buna müsaade etmemeliyiz…

Sözde İslamcılar iktidar olmadan önce İslam, bu memlekette, İslamcı olan olmayan birçok kaygılının umudu idi… Bugün gelinen noktada insanlar, ‘İslamla da olmuyormuş’ demeye başladılar. Oysa hakkaniyetli her insan şunu görmelidir: İslam bu memlekette en az yüz yıldır iktidarda değil. Namaz kılanların, hanımı başörtülü (tesettürdeki yozlaşma, ahlaktaki yozlaşma, debdebeli ve lüks hayatlar yaşayan görgüsüzlerin sayısının artması, İslamcıların başta olmadığının bir diğer açıdan göstergesidir…) olanların başta olması, İslamcıların başta olduğunu göstermez. İnsanlar ellerini vicdanlarına koysunlar, İslam’ı ve gerçek İslamcıları suçlamasınlar.

Kaynak

1) https://www.youtube.com/watch?v=JAYblshm68E

24 Ağustos 2017 Perşembe

KUDÜS BİZİMDİR




Kudüs Bizimdir


Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki: “Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, hemen gel de öldür onu!’ diye haber verecektir…”1

Ahir zaman dediğimiz şu çağda, Efendimizin hadisi şerifinin tecellisine, bilfiil şahitlik ediyoruz. Yahudi ve onun avanesi ile mücadelenin, Efendimiz’den sonraki en şiddetli dönemini yaşıyoruz. Evet, Yahudi ile mücadele bizimle başlamadı. Belki daha da eskilere gidip mevzuyu Hz. Musa’dan almak gerekir ama konuyu uzatmamak adına, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem döneminden kısaca bahsedip, günümüze getirmek en doğrusu. Medine döneminde anlaşmalı (Medine Vesikası) olduğumuz Yahudi kabileleri, Efendimize ve içinde bulundukları İslam devletine defalarca hıyanet etmişlerdir. Yapılan anlaşmalara uymama veya kendi teklifleriyle oluşturulan sulhu dahi önce kendileri bozma, Yahudi tıynetinde var olan bir hastalıktır.
Bizler, 21.yüzyılın çileli Müslümanları, 700 küsur ayette İsrailoğullarından bahseden Kur’an’ın teşhis ettiği ve adeta adını da koyduğu ‘Yahudilik’ hastalığına birebir şahitlik etmekteyiz.

Bu hastalıklı milleti detaylı olarak anlatan Rabbimiz, nasıl mücadele edeceğimizi de detaylı olarak bildirmektedir. Yine Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de bu mücadelenin nasıllığını pratik olarak aldığı kararlarla ortaya koymuştur. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Medine’deki Yahudi kabilelerini tüm entrikalarına, fitne faaliyetlerine rağmen mağlup etmiş ve teslim olmalarını sağlamıştır. (Ben-i Kaynuka- Ben-i Kurayza- Ben-i Nadir ve elbette Hayber Yahudileri…)

Evet, Müslümanların kadim ve azılı düşmanı olan Yahudi’yi alt etmenin yolu da, hemen her konuda olduğu gibi, elimizdeki en önemli iki kaynağın rehberliğine başvurmaktan geçiyor. Kur’an ve sünnet. Ümmet olarak Kur’an’a dört elle sarıldığımızda Yahudi’nin oyunu bozulacaktır. “Onlar bir tuzak hazırlar, Allah da bir tuzak hazırlar; Allah tuzak hazırlayanların en hayırlısıdır”2 ayetinin de bildirdiği gibi… Bu ayetlerle Kur’an, ümmete kurulan tuzakları anlattığı gibi, bu tuzakların yerlerini ve mahiyetlerini göstererek, bu tuzakları alt etmenin yollarını da göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim Yahudi’nin Müslümana düşmanlığının ve merhametsizliğinin derecesini ayetleriyle bildiriyor. “İnsanlar arasında inananlara, en şiddetli düşman olarak, Yahudiler ve Allah’a eş koşanları bulursun…”3 buyuran Rabbimiz dün de bugün de geçerli olan evrensel ve çağlar üstü bir düşmanlığı çok açık bir dille bildiriyor. Yahudi, geçmişten bu yana Müslümanın BAŞDÜŞMANIDIR. Bu hakikatten yola çıkarak Yahudi’den dostluk ve merhamet beklemenin ne kadar beyhude olduğu anlaşılacaktır. Yahudi’ye hoş görünüp veya Yahudi’yi hoş görüp, kendi menfaatlerinin bekasını sağlamaya çalışanlar, hiç olmazsa böyle ayetlere bakıp, akıllarını başlarına almalıdırlar. Müslümanlar kimin dost kimin düşman olduğunu karıştırırlarsa, Yahudi vurmaya, biz de ölmeye devam ederiz.

Yahudi’nin Müslümanlar için en azılı düşman olduğunu anladıktan sonra, düşmanın gücünün ne boyutta olduğunu anlamak zorunluluğu da vardır. Yahudiler, Efendimiz döneminde olduğu gibi maddi alanda çok güçlüler, sinsiler, çok yandaşları var… Şu anda her taşın altından bir Yahudi firması veya Yahudi yandaşı zihniyetler çıkmaktadır. Bir fıkrada anlatıldığı gibi… Bir Yahudi bir Müslümana: ‘Siz Müslümanlar her taşın altında bir Yahudi arıyorsunuz’ diyor. Müslüman cevabı yapıştırıyor: ‘Çünkü her taşın altından siz çıkıyorsunuz.’ Hakikaten de hemen her sektörün içinde var olan, siyasetten-ticarete, sanattan-edebiyata, gıda-ilaç-silah sanayisinden-tarım sektörüne, her dalda oynayan Yahudiler, her alanda Yahudi olmayan toplumları kendilerinin kölesi durumuna getirmek için özel bir çaba sarf etmektedirler. Üstad Bediüzzaman iktisat risalesinde Yahudilerin ekonomide hırs, hile ve riba yöntemleriyle hareket ettiklerinden bahsetmektedir. Aslında Yahudilerdeki hırs ve hile, sadece iktisat alanında değil, her alanda kendini göstermektedir.

Rabbimiz Teâlâ bir ayetinde: “Kendilerine kitap verilenlerden birtakım kimseler, sizi saptırmak ister. Oysa onlar kendilerini saptırırlar da farkına varamazlar”4 buyurur. İşte Yahudi’nin her işe elini atmasını sağlayan hırsı, hilesi ve Müslümanlara oynadığı oyunlar onu deşifre etmeye başlamıştır. Ümmet-i Muhammed artık eskisinden çok daha uyanık bir şekilde oynanan birçok oyunun içerisinde Yahudi ve onun yandaşlarının olduğunu sezebiliyor. Tüm bu entrikaları Müslümanlar hatta Müslüman olmayanlar dahi dile getirmeye başladı. Başta rivayet edilen hadisi şerifteki, dağın taşın ‘arkamda Yahudi var’ demesi gibi, dünya âlem ‘bu işte Yahudi parmağı var’ diye haykırıyor. Diğer taraftan da Yahudi’nin çoluk çocuk tanımadan yaptığı zulümler yaşanırken de, Müslüman olan-olmayan herkes: ‘Yahudi zalim!’ diye haykırıyor. Bu zulümler her ne kadar çok acı olsa da, ciğerimizi yaksa da tüm dünyada bir uyanışa sebep olmaktadır. Filistin davası ve yaşanılan zulümler, İslam âlemini uyandırmakla beraber, tüm dünyada İslam’a karşı bir ilgi oluşturmaktadır. Bu insanların hepsi Müslüman olmuyor belki ama zulme karşı bir kamuoyu oluşuyor. Bir nev’i, Arapların ‘Küfür devam eder ama zulüm devam etmez’ atasözü gerçekleşmeye başlıyor.

Yine Rabbimiz Teâlâ, Yahudilerden bahsettiği ayet-i kerimesinde: “Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah’tan çok sizlersiniz; çünkü onlar anlamayan bir topluluktur”5 buyurur.

Bu ayetle düşmanımızın en zayıf noktası bize bildiriliyor ki o da: MÜSLÜMAN KORKUSU. YAHUDİ ÇOK KORKAKTIR. ÇOCUKTAN KORKAR; ÖLÜMDEN KORKAR; DÜNYA MENFAATLERİNİN GİTMESİNDEN KORKAR… 

Sadece dünyası olan Yahudi’nin kaybedeceği çok şey olduğundan dolayı çok korkak bir yapıya sahiptir. Yahudi’yi alt edecek olan Müslümanın ise en kuvvetli noktası, İMAN ve CESARETİ olmalıdır. Bu iki yönden güçlenen Müslümanlar, sadece Yahudi’nin zulmünü önlemeyi değil, dünyadaki bütün zulümleri önlemeyi başaracaklar ve dünyayı değiştireceklerdir. Şu bir gerçektir ki: cesurlar korkakları yenecektir. Çünkü cesur olanlar ümit ederler ve ümit edenler de cesarete devam ederler. Ümmet olarak ümitvarız ve bundan dolayı da Yahudi ve onun entrikalarından korkmuyoruz!

Evet, öyle büyük bir zulüm yaşanıyor ki ümmet olarak ciğerimiz yanıyor. Özellikle ümmetin geleceği olan çocuklara yapılan katliam, hepimizi derinden yaralıyor. İlk kıblemiz, Mescid-i Aksamız halen işgal altında. Yahudi bir yasak koyuyor : ‘50 yaş altı Müslümanlar girmeyecek’ diyor ve biz Aksa’ya giremiyoruz. Bunlar bir Müslüman olarak hepimizin kanına dokunuyor. Ama bunlar olacaktı. Hendek’te anlaşmayı bozarak ihanet eden Beni Kurayza’ya Efendimizin verdiği cezayı, Hayber’i kaybetmenin yaşattığı kuyruk acısını unutamayanların, daha da ötesi Allah’a bile iftira atarak düşmanlık edenlerin, Müslümanlara düşmanlık etmesi çok normal bir durumdur. Normal olmayan ve kanımıza dokunan durum şudur ki, Yahudi’nin bu düşmanlığı yaparken yalnız olmaması. Bugün ‘İsrail’e muhtacız, İsrail dostumuz, İsrail meşru bir devlettir’ diyerek Yahudiye bilfiil destek olan dost bildiklerimiz var. İşte biz ne çekiyorsak bu dost bildiklerimizden çekiyoruz. Bunlar, Yahudi’nin açtığı yaralara tuz basarak acımızı katmerliyorlar. İşgalci ve zalim İsrail devletini meşru gören ve dahi göstermeye çalışan bu sözde kardeşlerimiz hızlarını alamayıp, bilinen en meşhur İsrail markasının açılışını yaparak, Filistin direnişini madden ve manen kırmaya çalışıyorlar.

Bazen şer gibi görünen şeylerde hayır vardır. Özelde Filistin davasına, genelde tüm Müslümanlara yapılan bu ihanetler, samimi yüreklere şok etkisi yapmışa benziyor. Yahudi’ye verilen her bir taviz, davaya yapılan her bir ihanet yavaş- yavaş, yavaş-yavaş gözümüzü açıyor. Müslümanlar sorguluyor… Uyanış başlıyor… Uyananlarımız artıyor… Yahudi’yi güçlü yapan, kendisi değil, onlara destek veren, işbirlikçilerdir. Bunlar deşifre oldukça Yahudi gücünü kaybedecektir… Yine Yahudi’ye cesaret veren dini, davası ve yüreği değil, bizim uyuyanlarımızdır. Uyananlarımız arttıkça Yahudi kaybetmeye başlayacaktır. 

Ve Kudüs… Gazze, Batı Şeria, Ramallah, Beytül Lahim ve Filistin’in her bir karış toprağı yeniden BİZİM OLACAKTIR!

1- Müslim, Fiten
2- Âl-i İmran, 54
3- Maide, 82
4- Âl-i İmran, 69
5- Haşr, 13

Rumeysa Sarısaçlı

27 Haziran 2017 Salı

FITRATI BOZANLAR




Fıtratı Bozanlar


Bu ayki yazımızda, eşcinsellik ve cinsiyet değiştirme konularını anlatmaya çalıştık. Bu yazımız, Avrupa’da zaten meşru olan, son yıllarda ülkemizde de meşru hale getirilmeye çalışılan, bu gayrı fıtri ve dahi gayrı ahlaki problemlere, bir tepki yazısıdır…

O kadar gurur duyacağımız bir dinimiz var ki… Bu din bizim özümüzü, yaratılıştaki tertemiz fıtratımızı korumaya çalışırken, aslında insan kalabilmemizi de sağlıyor. Dinimizin her bir hükmü bizi bir taraftan geliştirmeye, yetiştirmeye, olgunlaştırmaya çalışırken, bir taraftan da bozulmaktan, zarar görmekten korumayı murad ediyor. Allah Azze ve Celle’nin ‘Rab’ sıfatı bu terbiyeyi çok güzel anlatır. Rab: ‘İnsanı halden hale çevirerek olgunlaştıran’ demektir. Olgunluk, bazen bir şeyleri yapmakla, bazen de bir şeylerden kaçınmakla elde edilebilecek bir erdemdir. İşte Rabbimizin emrettiği farzlar ve nehyettiği haramlar, insanı olgunluğa ulaştırmayı murad eden hükümlerdir.

Dinimizin belirlediği emirlere gönülden ittiba etmek ve nehiyler hususunda ise gönülden imtina etmek, kişiyi olgunlaştırdığı gibi, Allah’ın yarattığı en güzel kıvamı (ahsen-i takvim) da muhafazayı sağlar. Fıtrat dini olan İslam, bu kıvamın yani fıtratın bozulmasına asla müsaade etmez. Dinin ortaya koyduğu kırmızıçizgiler (haramlar), bozulmayı, haddi aşmayı, ifsadı önlemeyi murad eder. Aslında güzel dinimiz fıtratı korurken, insanın ve insanlığın ONURUNU, ŞEREFİNİ ve NAMUSUNU korur. Onursuz ve namussuz bir hayat tarzı yaşamamıza müsaade etmez.

Rabbimiz Tealâ Kur’an’da, şeytanın uşaklığını yapanların, onun telkinleriyle fıtratı bozacağını anlatır. ‘Allah, onu lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: “Andolsun, kullarından ‘miktarları tespit edilmiş bir grubu’ (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim.” Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.’ 1 İnsan fıtratının bozulmasıyla envaiçeşit hastalıklar türedi… Bunların içerisinde, Allah’ın yarattığı cinsiyetten memnun olmayıp cinsiyet değiştirenler, ‘Ben kendimi erkek gibi hissediyorum’ diyen kadınlar veya ‘Ben kendimi kadın gibi hissediyorum’ diyen erkekler türedi… Kadınlara temayül eden kadınlar veya erkeklere temayül eden erkekler türedi… Oysa bu insanlar, yaratılışları normal insanlardı. Aslında bu tür hastalıkların bir kısmı hormonal bazı problemlerden, bir kısmı ailelerin yanlış eğitiminden, bir kısmı da farklı bir hayat tarzı yaşama özentisinden oluşan hastalıklardır. Hormonal problemler, tıbben çözülmesi mümkün olan problemlerdir. Diğer sebeplerle oluşan hastalık durumları ise, işin psikolojik tarafıdır. Aslında böyle hastalıklı bir psikoloji, imanla ve kişinin düzelme isteğiyle düzelebilecek bir durumdur. Ancak fıtratını bozmuş olan bu kimseler, içine düştükleri gayrı fıtri ve haram durumu meşru görerek, kendileri için, fıtri hayat tarzının önünü kapatmaktadırlar. Yani bu kimseler, kendi iradeleriyle böyle bir hayat yaşamayı tercih etmektedirler.

Oysa fıtratı bozmak, büyük bir zulümdür. Dolayısıyla bunlar, öncelikle kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah’ın yarattığı şekli değiştirmeye çalışarak veya kendi cinslerine temayül gösterip Allah’ın yasakladığı haramlara girerek, bedenlerine de ruhlarına da büyük bir zulüm yaşatmaktadırlar. Bunlar aynı zamanda bu durumun bir hastalık olmadığını, yaratılışta var olan bir durum olduğunu söyleyerek, bunu normalleştirmeye çalışmakta ve toplumu da ifsat etmektedirler.

İnsanın bedeni kendine ait değildir, emanettir… Dolayısıyla bedenini haramlarla kirletenler veya bedeninden memnun olmayıp onu değiştirenler, emanete zulmedenler; emanete hainlik edenlerdir. Özellikle cinsiyet değiştirenlerin birçoğu, tercih ettikleri cinsiyet devam edebilsin diye, ömür boyu ağır hormon ilaçları kullanmak zorunda kalıyorlar. Kullanılan bu ilaçlar, bozuk psikolojilerini daha da bozuyor. Aslında bu şekilde akla da, kalbe de, ruha da büyük zararlar veriliyor. Araştırmalara göre cinsiyet değiştirenlerin birçoğu, bir süre sonra büyük pişmanlıklar yaşıyorlar.

Yine bu gayrı fıtri ve gayrı meşru hayatları yaşayanlar, insan neslinin devamını baltalarken, toplumun en önemli nüvesi olan aile mefhumunu da yok etmektedirler. Bu durum toplumu ifsat etmektedir. Aile müessesesinin zarar gördüğü bir toplum yıkılmaya mahkûmdur. Bugün batının içine düştüğü en büyük çıkmaz budur. Batıda, evlenenlerden çok boşananların olması, eşlerin birbirlerini aldatması, eşcinsel evliliklere izin verilmesi veya göz yumulması, evlilik yoluyla değil de sperm bankaları veya yumurta bankaları yoluyla çocuk edinilmesi gibi durumlar, batıyı uçurumun kenarına getirmiştir. Kendini bu duruma getirmiş bir toplumun iflah olması mümkün değildir.

Bundan 2 yıl önce Avrupa’da yaşayan kardeşlerimizi ziyarete gittiğimizde, Avrupa’nın bu konularda ne kadar çok dibe vurduğunu bizzat müşahede ettik. Her yerde bilbordlarda bir yazı dikkatimizi çekti. Almanca yazan cümleyi kardeşlerimize sorduğumuzda, cümlenin manasının: ‘Sen ne zaman homo olduğunu açıklayacaksın?’ olduğunu öğrendik. Ahlaken dibe vurmuş Avrupa’yı daha da batırmaya çalışan bir zihniyetin olduğunu anladık. Onlar Müslümanlarla uğraşmaya devam etsinler… Yine orada yaşayan kardeşlerimizden birisinin sorduğu soru adeta kanımızı dondurdu. Kardeşimiz bir arkadaşının, bize bir konuda sorusu olduğunu söyledi. Soru aynen şöyleydi: ‘Oğlum ameliyatla cinsiyet değiştirip kadın olmak istiyor, eğer buna rıza göstermezsek intihar edeceğini söylüyor, bu durumda ne yapalım?’ Bu soruya ne cevap verilir? Müslümanların çocukları dahi bu duruma geliyor… Yerin dibine batsın sizin gayrı fıtri, ahlaksız medeniyetiniz… Yine Alman devleti tarafından bir şeyler bahane edilerek alınan Türk çocuklarının, Alman ailelere evlatlık olarak verildiğini anlatan kardeşlerimiz, evlatlık için başvuran 10 ailenin 7 tanesinin, ya kadın kadına evli, ya da erkek erkeğe evli olduklarını söylediler… Sadece 10 gün içerisinde gördüğümüz bu kadar acayip durum, Avrupa’nın kendi eliyle kendini yok edeceğini anlamamıza yetti. Avrupa’nın en büyük düşmanı ‘Batı medeniyeti’ dir. Atalarımız ne güzel demiş: ‘Ağacın kurdu kendindendir.’

Bir de bu gayrı fıtri ve dahi ahlaksız hayatları yaşayanlar içerisinde, bu hastalıklı durumları meşru hale getirmeye çalışanlar var. Onlar, insanlığın başının belası mahlûklardır. İşte Ramazan ayında yapılan LGBT yürüyüşleri, bu meşrulaştırma çabalarının bir örneğidir. Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan çok daha beter olan bu yürüyüşler, devletin izni ile gerçekleşmektedir.Bugün devletin başında olanlar namaz kılanlar olmasaydı, acaba bu halk bu yürüyüşlere bu kadar sessiz kalabilir miydi? Veya onlar bu kadar cesur olabilirler miydi? Maalesef halkımız, memlekette neler olduğunun, ülkenin ne hale getirildiğinin farkında değil. Veya daha acısı, belki de farkında ama sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu ahlaksızlıklara meşruiyet kazandırma çabalarına sessiz kalındığında, en büyük zararı genç neslimiz görecektir. Gençlerimiz arasında bu hastalılar yaygınlaştığında, bizim iflah olmamız, belimizi doğrultmamız mümkün olamayacaktır. ‘Lut kavminin çocuklarıyız’ pankartını açarak Allah’a ve Müslümanlara kafa tutanlar; Allah’ın gazabını çekmek için her türlü ahlaksızlığı ve tuğyanı yapanlar; ‘Receple Şaban’ın aşkına Ramazan engel olamaz’ diyerek kutsallarımızla alay edenler… Bunlara sessiz kalmak, ‘Zulme rıza zulümdür’ hakikatine göre de, bu büyük zulme ortak olmaktır.

Şunu iyi bilelim ki, Allah’ın gazabı her zaman afetlerle gelmez. Bir toplumun gençlerinin bozulması, bir toplumda aile kurumunun hasar görmesi, o toplumun helâkının resmidir. Toplumumuzun ve neslimizin böyle bir helâka sürüklenmesine seyirci kalamayız. Rabbim Ümmet-i Muhammed’in evlatlarını, bu çirkin illetlerden muhafaza eylesin. Özellikle çocuklarımızı yetiştirirken fıtratlarına uygun bir şekilde yetiştirmeliyiz.Onların fıtratını en iyi şekilde muhafaza edecek olan İslami eğitimi de ihmal etmemeliyiz. Ve bir de onları hayırlı bir çevrede ve hayırlı arkadaşlar edindirerek büyütmeye gayret göstermeliyiz. Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak etmesin (âmin).Kur’an’ı Kerim eşcinsellikten, Hz. Lut’un kavminde görülen ‘çirkin bir iş’ diye bahseder. Bu çirkin işi yapanlarla mücadele eden Hz. Lut’un çilesi uzun uzun, bunların çirkef ahlakı detaylı bir şekilde anlatılır. Ve sonunda onların, nasıl bir akıbete uğratıldıkları da bildirilir…

Rabbimiz Teala buyuruyor:“Elçilerimiz Lut’a gelince fenalaştı. Onlara karşı içi daraldı. “Bu çetin bir gündür” dedi.Kavmi ona doğru üşüşerek geldi. Bundan önce o kötü işleri yapıyorlardı. O şöyle dedi “Ey kavmim! İşte kızlarım. Sizin için bunlar daha temizdir. Allah’tan korkun, konuklarımın içinde beni rezil etmeyin. Aranızda aklı başında bir adam yok mu?”“İyi bilirsin ki, bizim senin kızlarınla bir işimiz yok. Ne istediğimizi pekâlâ bilirsin” dediler.“Ah keşke size karşı bir gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığınabilseydim” dedi…2

“Lut dedi ki; “Siz âlemin erkeklerine gelirsiniz öyle mi? Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri de bırakırsınız ha? Yok, siz haddi aşmış bir topluluksunuz.”“Bak Lut!” dediler. “Hele bundan vazgeçme, çaresi yok, sürgün edilmişlerden biri olursun.”Lut dedi ki: “Sizin bu ettiğinize gerçekten hınç besleyenlerden biriyim…”3

“Lut, kavmine şöyle demişti: “Siz o çirkinliğe gerçekten geliyorsunuz. Sizden önce âlemde hiç kimse onu yapmamıştır.”“Demek ki şimdi siz gerçekten erkeklere geliyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda o fenalığı yapıyorsunuz?”Kavminin cevabı sadece şu oldu: “Doğrulardan isen haydi Allah’ın azabını bize getir”… 4

“… Ne zaman ki emrimiz geldi, oranın üstünü altına getirdik. Üzerine, pişmiş çamurdan yığınla taş yağdırdık.”5


1. Nisa Suresi 118-119

2. Hud Suresi 77-80

3. Şura Suresi 160-170

4. Ankebut Suresi 28-30

5. Hud Suresi 82

Rumeysa Sarısaçlı 

29 Mayıs 2017 Pazartesi

‘YENİ TÜRKİYE’ DEDİKLERİ




‘Yeni Türkiye’ Dedikleri



Ülke olarak farklı bir süreçten geçiyoruz. Bu sürece birileri ‘Yeni Türkiye’ diyor. Bu yazımızda ‘Yeni Türkiye’ söyleminin neler iddia ettiğini ve neler getirdiğini anlatmaya çalıştık…

Türkiyemiz… Ümmetin umudu ülkemiz… Memleketimiz…

Ülkemizde özellikle son birkaç yıldır, gerçekten tarihi bir süreç yaşanıyor. Yaşanılanlar o kadar karmaşık ve sıkıntılı ki söylemleri, olayları doğru tahlil edebilmek ve doğru tanımlayabilmek büyük bir marifete dönüşmüş durumda. Tüm bu durumu bizim cenah açısından değerlendirirken bir tarafın sürekli iddialarla, yaldızlı sözlerle, ütopik ifadelerle konuştuğunu ve hayatın içerisinde yaşanılanları, reel durumları görmezden geldiğini görüyoruz.

İşte bu bağlamda siyasiler, ‘Yeni Türkiye’ söylemiyle kitlelerin zihinlerini, hayallerini, ideallerini peşlerinden sürüklemeyi başarabiliyorlar. Maalesef insanımız halen, söylem-eylem mukayesesini yapabilme olgunluğuna erişebilmiş durumda değil. Bu sebeple, ülkede, söylenenler ile yapılanların birbiriyle tezat oluşturduğunu, gidişatın zannedildiği gibi olmadığını anlatmak hayli zor. Ancak anlaşılmasak da anlatmak zorundayız…

Son 3 yıldır sıkça dile getirilen ‘Yeni Türkiye’ söylemi, esasında içeriği ve kastı tam da anlaşılamayan bir söylem. Adeta bir yaldızlı iddia… Birileri ‘Yeni Türkiye’de her şey değişecek’ diyor ancak, bu her şeyin neleri kapsadığı net bir şekilde bilinmiyor. Bu söylemin kimi zaman parti programlarında, kimi zaman seçim vaatlerinde, kimi zaman da birebir konuşmalarda çeşitli iddialardan veya temennilerden öteye geçmediğini görüyoruz. Bu yaldızlı ifade, 2023 hedefleri ile daha da parlatılmaya, 2071 hedefleriyle ise büyük bir ideal haline getirilmeye çalışılıyor…

İddiaya göre, ‘Yeni Türkiye’de adalet tesis edilecek, refah seviyesi yükselecek, ileri demokrasi gelecek, kimse kimseyle kavga etmeyecek, komşularla sıfır sorun olacak, toplumun tüm katmanlarıyla -sivil toplumla sıkı bir diyalog halinde olunacak, kimse ötekileştirilmeyecek, fikir özgürlüğü korunacak, Kürt sorunu veya Güneydoğu sorunu hallolacak ve Türk-Kürt kardeşliği yeniden tesis edilecek vs. vs…

Atalarımız ‘âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ demişler. Bugün gelinen noktada söylenenleri bir kenara bırakıp pratikte neler olduğuna daha da ötesi bizzat neler yaşadığımıza baktığımızda ‘Yeni Türkiye’nin nelere gebe olduğunu anlayabiliriz. Ülkenin Adalet bakanı (Bekir Bozdağ) dahi, ‘insanların adalete güveni kalmadı’ diyor. On binlerce insan, sorgusuz sualsiz, birilerinin ihbarı ile bir damga vurularak hapislere dolduruldu. Yüzbinleri aşan rakamlarla ifade edilen görevden alma, meslekten ihraç etme, mal varlığına el koyma gibi, aileleri de hesaba katarsak yüzbinleri etkileyen bir kıyım yaşanıyor.

Birileri ve bir şeyler bahane edilerek yapılan büyük kıyımın başlangıcında, Cumhurbaşkanı Erdoğan: ‘at izi it izine karıştı’ dedi. Bugünlerde ise: ‘bunlara acırsak acınacak duruma geliriz’ diyor. Kimse yarın ne olacağını bilmiyor, bütün dindar insanlar tedirgin durumda. Çünkü bu kimselerle zerre alakası olmayan insanlar, adı sanı bilinmeyen, tanınmadık- bilinmedik birilerinin ihbarıyla içeri alınıyor. Oysa bundan tam 3 yıl önce şöyle söyleniyordu: ‘Bu ülkenin başbakanı olarak açıkça ifade ediyorum ki, Dicle’nin kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır.’(20 Mayıs 2014- twitter) Bugün koyun postuna bürünmüş kurtlar veya aleni kurt olduğu bilenen düşmanlar nice zulümler, kıyımlar yapıyor…

Şimdi, Tüm Bu Zulümlerden KİM MES’UL?

Yeni Türkiye’de düşünce özgürlüğü olacağı iddia edildi. Oysa şu günlerde Türkiye’de muhalif bir ses neredeyse kalmamış durumda. Yapılanları biraz olsun eleştiren gazeteci ise işine son veriliyor, eleştiriyi artırırsa hapse atılıyor… Gelecek vadeden, etkili bir siyasetçi ise bir şekilde önü kesiliyor veya hapse atılıyor… Akademisyense ünvanı, görevi elinden alınıyor… İslam’ı anlatan hocaların ise, kitlelere ulaşması engelleniyor, seslerinin duyulmaması için envaı çeşit yöntem uygulanıyor… Önceleri sadece eleştiren hocalara yapılan engellemeler -daire daha da genişletilerek- İslam’ı biraz olsun anlatan tüm hocalara yapılmaya başlandı… Şu anda memlekette, biraz olsun İslami duyarlılığı olan insanların sesi çıkmaz oldu.
Yeni Türkiye’de Türk- Kürt kardeşliği muhafaza edilecek denildi… İnsanların büyük beklentiye girdiği ‘barış süreci’, ne olduğu anlaşılmadan bir anda bitirildi. Yeni Türkiye’de milliyetçi bir döneme geçildi. Bunun üzerine bombalar patlamaya, terör tırmanmaya ve bunun akabinde karşılıklı olarak ırkçı söylemlerle beraber, nefret dili tekrar devreye girdi. Karşılıklı olarak köprüler atıldı, eski günler dahi aranır oldu… Geçmiş Türk atalarının geleneksel kıyafetleriyle merasimler düzenleyenler, aslında yeni Türkiye’ye dair mesajı çok açık bir şekilde vermekteydiler. Türklük vurgusu hemen her platformda dile getirilmeye başlandı. Bu vurgularla Kürtler için, yeniden bir ‘ötekileştirilme’ dönemi başlamış oldu.

Her ne kadar ciddiye alınmayacak bir iddia gibi görünse de, bizim cenahın safdillerinin dile getirdiği bir iddia var ki akla zarar… Hızını alamayan bazı saflarımız ‘Yeni Türkiye’ söyleminin içinde (siyasiler dile getirmese de) ‘hilafet’ vaadinin dahi olduğunu iddia etti, halen de ediyor… İslami eğitimden uzak yetişmiş halk kitleleri safdilliğin de ötesinde her yapılanı hayra yormaya, İslami açıdan alenen yanlış olan durumları dahi ‘vardır bir bildiği’ anlayışıyla değerlendirmeye başladı.

Laikliği tavsiye edenler, Mavi Marmara dramını göz ardı ederek ‘giderken bana mı sordunuz’ diyerek, yüreği yanık insanların yüreğini, Yahudi’nin kurşunundan daha fazla dağlayanlar, Mavi Marmara’da olanlara ‘manyak tipler’ diyenlere en ufak bir ses çıkarmayanlar… Cemaatleri bitirmeye ahdeden, alenen İslam ve Müslüman düşmanlığı yapan ulusalcı komünistleri, kritik yerlere yerleştirenler… Alttan alta hatta üstten üste, yani aleni olarak yüzlerce vakfı, derneği kapatarak İslami faaliyetlerin kökünü kazıyanlar veya kazınmasına göz yumanlar… Hiçbir kurumda, adeta namaz kılan dahi bırakmak istemezcesine dindarları kıyımdan geçirenler… ‘Anayasada İslam vurgusuna gerek yok, bunlar boş şeyler, bir yerde İslam yaşanıyorsa mesele bitmiştir…’ diyerek, Yeni Türkiye’nin yeni anayasasında böyle bir ifadenin olmasını dahi gereksiz gören, diğer taraftan ‘İslam yaşanıyorsa yeterli’ deyip İslam’ı hâkim kılma idealini yok edenler… Bunlar mı İslam’ı hâkim kılacak? Kardeşlerim bu gidişat bizi nasıl bir Türkiye’ye götürür bilinmez ama İslam’ın hâkimiyetine götürmeyeceği kesindir.

İnsanımız yine aldanıyor, aldatılıyor… Asgari müştereğimiz olan kardeşliğimiz dahi yok ediliyor… Kardeşliğin gereği olarak uyarılar yapanlar düşman ilan ediliyor… Derin bir kutuplaşma yaşanıyor… Her bir soru işareti oluşturan durumda, ‘vardır bir bildiği’ mantığı devreye giriyor ve gerçekler görünmesin isteniyor… İslami kesim deve kuşu misali başını kuma gömdükçe gömüyor… Gerçekleri haykıranların, ‘Kral çıplak’ diye bağıranların sesleri duyulmasın diye gürültüler yapılıyor, şiddet uygulanıyor, kulaklara pamuklar tıkanıyor… Kralı da kralcıları da aldatan düzenbaz terziler, her yerde kol geziyor… Maalesef Yeni Türkiye’nin yakın zamanda eski Türkiye’yi (2002 öncesini) aratacağı, daha eski Türkiye’ye (1930’lu yıllara) doğru hızla gidildiği görülüyor. Temennimiz odur ki bu gidişata dur denilsin. Aksi halde hem İslamcıların hem de ülkemizin kaybedeceğinin farkına varılsın.

Allah’a emanet olun..

Rumeysa Sarısaçlı

24 Mart 2017 Cuma

ECDADIN İZİNDEN ÇANAKKALE’YE



Ecdadın İzinden Çanakkale’ye


Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılında, Çanakkale ziyaretimiz esnasında gördüklerim, duyduklarım ve hissettiklerim…

260 günde 253 bin şehidin verildiği topraklar…

Çanakkale’nin Eceabat ilçesindeyiz. İlçe oldukça sakin. Şehitliği ve savaşın gerçekleştiği alanın her deresini, her tepesini, her metrekaresini merak ediyorum.
Kilitbayır köyünü geçiyoruz… Namazgâh Tabyası. Cuma ve Bayram namazları burada kılınıyor. Hamidiye Tabyası… En ağır silahlar bu tabyada bulunuyor.

Çanakkale’yi anlatan Rehberimiz Ahmet Hoca’nın anlattıklarıyla gezdiğimiz her yer anlam kazanıyor… Yüzbaşı Hilmi Bey, savaşa 1 hafta kala askere 3 kural koyuyor. Abdestsiz kalmayacaksınız, bozulduğunda derhal tekrar alacaksınız; topların arkasında devamlı tekbir getireceksiniz; topların arkasında bir kişi devamlı Yasin okuyacak… Ne güzel bir tedbir, ne güzel bir tevekkül… Aslında savaşa dair öğrendiğim tüm bu detaylar, Çanakkale’nin, tüm zorluklara ve düşman karşısındaki zayıflığa rağmen, nasıl zafere dönüştüğünün açıklaması.

Mecidiye Tabyası… Seyid Onbaşı’nın temsilinin olduğu alandayız. Taşıyıcı vinç bozulunca 276 kiloluk top mermisini defalarca ‘La havle ve la kuvvete illa billehil Aliyyil Azim’ diyerek, topun ağzına yerleştiren ve meşhur İngiliz gemisi Ocean’ı hedef alıp yaralayan Seyid. ‘Osmanlı’nın namusu, bayrağı, evladı bu mermiyi kaldırmama bağlı’ diyerek mermiyi yüklenen Seyid… Seyid Onbaşı o mermiyi kaldırınca yanında olan Niğdeli Ali Çavuş daha sonra şöyle der: ‘O koca mermiyi taşırken Seyid’in kemikleri kırılmadı ama o kemiklerin sesini işittim.’

Zafere Ulaşmak

Rehberimiz Çanakkale’yi ‘imanla teknolojinin savaşı’ olarak tanımlıyor. Dönemin süper güçlerinin bir araya gelerek, adeta yenilmez ordular kurarak saldırdıkları savaşın adı Çanakkale. Rehberimiz Çanakkale savaşına dair bir çok anekdot anlatıyor. O anlatırken ben o günle bugün arasında ve o ruhla bu ruh arasında gidip geliyorum. Devamlı bir mukayese ve devamlı bir muhasebe içerisindeyim. Her anlatılan örnekte, bugün var olan eksiklerimiz bir bir çıkıyor ortaya. En büyük eksiğimiz: İman, hakiki iman… Ve cesaret, imandan kaynaklı, hakka tevekkülden kaynaklı, şehadet aşkından kaynaklı cesaret… Bugün ne kadar da uzaklaşmışız bu duygulardan. Bu duyguları yeniden kazanmadıkça, yenilmeye devam edeceğiz. Ümmet olarak hakiki imana ulaşmadıkça, ölüm korkusunu atmadıkça, gözü kara bir şekilde mücadelenin göbeğinde olmadıkça, zafere ulaşmamız mümkün olmayacak.

Komutan Cevat Paşa: ‘Bu İngiliz’in hançeri boğazımızdayken bana ne hanım ne de evlat lazım’ diyor. Ordunun elinde kalan 26 mayını 17 Mart gecesi limana paralel bir şekilde yerleştiren ve 18 Mart günü İngiliz ve Fransız donanmasına ağır kayıplar verdiren büyük komutan Cevat Paşa… Bugün okullarda okutulan tarih kitaplarında maalesef bu komutanların adı dahi geçmez. Savaşı kimler yapmış ama kimlerin devasa heykelleri dikilmiş ve kimler kahraman gibi gösterilmiş? İnsanlarımızın bu gerçekleri, gerçek tarihimizi ve gerçek kahramanları öğrenmesi gerekiyor. Bu anlamda tarihin gerçeklerini ortaya çıkarmak ve gençlerimizi ecdadını bilen ve onların izinden giden bir nesil olarak yetiştirmek zorundayız. Bu vazife, ecdadın kemiklerinin sızlamaması ve çektikleri çileye değmesi için hepimizin boynunun borcudur.

Rehberimiz, belli belirsiz, aslında hiç de dikkat çekmeyen bir taşı göstererek burada 200 şehidin yattığını söylüyor. Bizim şehitlik olarak gezdiğimiz yerlerin, bir temsilden ibaret olduğunu, sembolik şehitlikler olduğunu, hakikatte şehitlerin başka yerlerde yattıklarını anlıyoruz. Elbette tüm şehitlerin nereye gömüldüğü bilinemeyebilir ancak, hiç olmazsa bilinen yerler unutulmasın diye biraz daha ihtimam gösterilebilirdi. Daha 100 yıl önce gerçekleşen bir savaşın dahi orijinal kalıntıları, şehitlerin emanetleri muhafaza edilmemiş. Her zamanki gibi, sembolik şehitlikler yapılarak, göstermelik bir ihtimamın olduğunu anlıyoruz.

Kuralsız ve Namert Düşman

Gezi boyunca savaşın ne kadar zor ve ne kadar büyük acıların yaşandığı bir ortam olduğunu anlıyorum. Savaşın soğuk yüzü Çanakkale’nin taşında toprağında kendini gösteriyor. Bu savaşta 90 bin kişi bulaşıcı hastalıktan ölüyor… Bir asker savaşa 3 hafta dayanabiliyor. Haftalarca siperde kalan, uyumayan askerin zamanla sinirleri bozuluyor. İşte Mecani Seyyar hastanesi bu sebeple kuruluyor… Fransızlar bizim seyyar hastanemizi bombalıyor ve 20 bin askerimizi şehit ediyorlar. Oysa savaşın bile bir kuralı, ahlakı, namusu vardır. Bizim düşmanlarımız bizimle, dün de bugün de ahlaksızca ve merhametsizce savaşmışlardır. Dün Çanakkale’de seyyar hastanemizi bombalayanların torunları, bugün Suriye’de çocuk hastanesine varıncaya kadar bombaladılar. Kuralsız ve namert düşman, bu ümmete büyük acılar yaşatmıştır.

Gıdanın yetersizliğinden, vitaminsizlikten gencecik yiğitler 40 kiloya düşüyor. Düşman uçaklarla 4 taraflı binlerce zehirli çivi atıyor. Askerlerin kangren olan ayakları, narkoz verilmeden testereyle kesilirken, sesleri çıkmasın diye keçe ısırmaları isteniyor. Bazen acıdan sıkılan diş o keçede takılı kalıyor (orada bulunan küçük müzede, o zehirli çivileri de, kangren olan bacak kesilirken, ısırılan keçeye takılmış dişleri de gördüm) 12 bin askerimiz ayağını bu zehirli çiviler yüzünden kaybediyor.
Bir savaşın istatistiğini söylemek, sonucunu söylemek çok kolay. Ama o savaş esnasında kim bilir neler oldu? Her gün, her saat, her saniye kim bilir ne zorluklar yaşandı? Aslında savaşın ne demek olduğunu ve nasıl geçtiğini anlatan, tüm bu detaylar…

1 metrekareye 6 bin mermi düşüyor…

Çataldere…

7 gün Çataldere’den kan akıyor.

Bomba sırt, kırmızı sırt, bayrak sırtı, kanlı sırt… Bu 4 sırtta kıyamet kopuyor. Her taraf şehit… Her taraf şahit…

Kanlı sırt… Liseli, üniversiteli binlerce genç şehit oluyor. O yıl İstanbul’un meşhur Galatasaray Lisesi, Kabataş Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi ve Anadolu’da bulunan birçok lise, mezun veremiyor. 

Bu konuda İngiliz General der ki: ‘Çekildik… Çanakkale’yi geçemedik ama Türk milletinin genç neslini, eğitimli neslini, çiçeğini yok ettik. Dolayısıyla geleceğini yok ettik. Bellerini zor doğrulturlar.’ Oyuna getirilerek içine çekildiğimiz 1. Dünya Savaşı, Çanakkale’de bir nesil kaybetmemize sebep olmuştur. Dün Çanakkale’de gencecik yiğitlerimizin bedenlerini yok eden Avrupa, bugün çirkef medeniyetiyle gençlerimizin ruhlarını toprağın altına gömüyor, öldürüyor. Kaybımız katmerli bir şekilde devam ediyor. Oysa bu vatan topraklarından bir Cideli Mehmet Çavuş geçmiş… Mehmet Çavuş: ‘Komutanım hava da fazla soğuk değil, silahımın tetiğini çekiyorum çekiyorum patlamıyor, şu merete bir de sen bak’ diyor. Komutan: ‘Oğlum senin silahında bir sorun yok, sağ elinin işaret parmağıyla orta parmağını kör bir mermi kökünden götürmüş’ diyor. Cideli diyor ki: ‘Komutanım adam olana 8 parmak yeter. Yeter ki bizim torunlarımız, düşman esaretinde yetişmesin, düşmana benzemesin.’ Aaaah Cideli… Aaaah dedemiz, ecdadımız…

Kırmızı sırt… 57. Alay şehitliğindeyiz… Kendi cenaze namazını kılan ve topyekûn şehit olan 57. alay… Bu nasıl bir ruh? Anlayamıyoruz… Ölmeden önce ölmek, tam da böyle bir şey olsa gerek. Ölümüne mücadele etmek, öleceğini bile bile savaştan kaçmamak, düşmanın üzerine cesaretle yürümek böyle bir şey olsa gerek.
Şehitliği gezerken Musul’dan, Kerkük’ten, Libya’dan, Mısır’dan, Sudan’dan, Afganistan, Kosova, Tunus, Yemen, Kudüs’ten ve daha birçok ülkeden, çeşit çeşit ırktan buralara kadar gelinip, Osmanlı yenilmesin, ümmet parçalanmasın diye seferber olunduğunu anlıyoruz. Biz daha 100 sene önce, birimizin başına bir şey geldiğinde, hemen dertop olan bir ümmettik. Rabbimiz belki de bu kardeşlik ve dayanışmanın hürmetine Çanakkale’de düşmanın yenilmesini sağladı.

Çanakkale Ruhu

Düşman orduları bugün de topyekûn ve envai yollarla saldırmaya devam ediyor. Düşman Çanakkale yenilgisinden büyük dersler çıkarmışa benziyor. Bu ümmetin zor zamanda nasıl birlik olduğunu, birbiri için nasıl can verdiğini gördüler. Bunu önlemek için aramıza fitne tohumları atarak, ırkçılık hastalığını yayarak, kardeşliğimizi öldürdüler. İşte bugün, bize asıl yenilgiyi bu noktada yaşattılar. Yeniden bir Çanakkale ruhu dirilmedikçe, yani yeniden kardeş olmadıkça, yeniden var gücümüzle zulme ve küfre karşı koymadıkça, ayağa kalkabilmemiz ve muzaffer olabilmemiz mümkün olmayacak.
Böyle kutsal zaferleri, imanın zaferlerini yeniden yaşayabilmek temennisiyle…


Rumeysa Sarısaçlı

26 Şubat 2017 Pazar

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMDE AKRABAYI DAVETİN ÖNEMİ



 Toplumsal Dönüşümde Akrabayı Davetin Önemi


İslam Medeniyeti hedefiyle yola çıkan her bir davetçinin, Allah’a davete en yakınları olan akrabalarından başlaması hem Rabbimizin ilahi emri hem de Peygamberimizin Nebevi Hareket Metodu’nun gereğidir. O yüzden tevhidi şuura sahip Müslümanlar olarak, ilahi mesajı akrabalarımıza ulaştırmakla vazifeli olduğumuzu yeniden hatırlamalıyız. Efendimizin akrabaları konusundaki hassasiyeti bizi teşvik ederken, bu ilgi sonucunda akrabalarının O’na olan desteği de ümitlendirmelidir.

YAŞLI-GENÇ, KADIN-ERKEK, ZENGİN-FAKİR, TÜRK-KÜRT…
Toplumsal dönüşümü başaramayan bir hareketin sonuca ulaşması mümkün değildir. Halkı arkasına alamayan bir hareketin ise bunu başarması mümkün olamayacaktır. Bugün gerek dünyada gerekse de ülkemizde, İslami hareketin sonuca ulaşamamasında bu eksiğin etkisi büyüktür. Halk ile bağını koparan bir hareketin halkı değiştirmeye, toplumu İslamlaştırmaya ve sonunda İslam Medeniyeti’ni kurmaya talip olması gerçekçi bir talep olamayacaktır. Esasında hareket metodunun da bir merhalesidir kitleselleşme… Şümullülük esasımız bunu anlatan bir esastır. Yaşlı-genç, kadın-erkek, zengin-fakir, makamlı-makamsız, Türk-Kürt toplumun tüm kesimlerine hitap etmek ve tüm bu kesimleri eğiterek sağlamlaştırmak, sonuç alıcı bir dönüşüm sağlayacaktır. Toplumun bir kesimine hitap ederek, İslam toplumu oluşturmak mümkün olmayacaktır. Toplumun marjinal kesimi sayılacak zenginleri arkasına alanların, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmesi mümkün olmamıştır, olamayacaktır. Yine İslami bir eğitim vermeden, toplumun kahir ekseriyetinin, yani halkın desteğini alanların ise, elde ettikleri değişim, gerçekçi ve devamlı bir değişim değildir.
Yine gerçek bir İslam toplumu oluşturmak için, Tevhid anlayışını ve İslami yaşantıyı çekirdek aileden başlayarak akraba çevresine, komşularımıza, yaşadığımız şehre, ülkemize ve tüm dünyaya anlatmak, öğretmek ve hâkim kılmak gibi bir görevimiz vardır. Müslüman, sekülerizmden bu noktada da kurtulmalıdır. Tevhidi şuuru sadece kendi içinde yaşamanın, dini vicdana hapsetmenin, seküler zihniyetin empozesi olduğu unutulmamalıdır.


İNSANLARI İHMAL, TOPLUMU İHMALDİR
Özellikle yakınımızdaki insanları ihmal, toplumu ihmaldir. Rabbimiz kan bağımız olan insanlara akraba demiş yani en yakınlarımız… Akrabayı davet ve onlarla ilgilenme Kur’an’ın bizzat bildirdiği bir husustur. İslam davetçilerinin davette en fazla ihmal ettiği toplumsal kesim ise, akraba çevresi olmaktadır. Çünkü özellikle yolun başında, en büyük tepkiyi onlar gösterir, karşımıza en büyük engelleri onlar koyar. Davete karşı tepkisel konuşmalarına ‘Ben senin çocukluğunu bilirim’ diye başlayan akrabalarımıza gerçekleri anlatmak hayli güç olacaktır. İşte daha ilk adımda, bu meyanda gelen tepkiler üzerine İslam davetçileri, akrabalarına anlatmayı yıllarca ihmal etmişlerdir.

Oysa Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem daha ilk günden itibaren akrabalarını Tevhide davet etmiştir. Hz. Hatice ve Hz. Ali, kendisine ilk iman eden akrabalarıdır. Özellikle de: ‘En yakın akrabalarını uyar’1 ayeti nazil olduktan sonra, Peygamberimiz evinde yemekler tertip edip tüm akrabalarını davet etmiştir. Bu yemek davetlerinden her ne kadar sonuç alınamasa da, örnekliğiyle, çabasıyla, akrabaya ihtimamın önemini anlatmıştır.

Ebu Hureyre anlatıyor: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ‘Sen Önce, en yakın akrabalarını uyar’ ayeti indirilince ayağa kalkıp: ‘Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi Allah Teâlâ’dan satın alın. Yoksa ben Allah’ın azabından kurtarmak için size, hiçbir fayda veremem. Ey Abdulmuttalib oğulları! Allah’ın azabından kurtarmak için size hiçbir fayda veremem. Ey Abbas İbn Abdulmuttalib! Ben Allah’ın azabından kurtarmak için sana hiçbir fayda veremem. Ey Halam Safiyye! Ben Allah’ın azabından kurtarmak için sana hiçbir fayda veremem. Ey kızım Fatıma! Benden dilediğini iste! Ancak Allah’ın azabından kurtarmak için sana hiçbir fayda veremem’2 dedi.”

MÜCADELE EDENİN KADERİDİR AKRABA İLE İMTİHAN
Tevhid davasını anlamış bir Müslümanın, akrabaya anlatmanın önemini bilmekle beraber, bazı gerçekleri de bilmesi önemlidir. Davamızı akrabalarımıza anlattığımızda, tıpkı diğer insanlarda olduğu gibi, içlerinden destek olanların da köstek olanların da olacağı gerçeğini unutmamalıyız. Bu yolda mücadele edenin kaderidir akraba ile imtihan. Akrabalarımızın gösterdiği bu tepkiler ve engellemeler, bazen dine olan düşmanlıklarından, bazen dünyevi anlamda geleceğimizden duydukları kaygıdan, bazen de cehaletten kaynaklanmaktadır. İşte böyle durumlardan dolayı Hz. Ali Radıyallahu Anh: ‘Akrabanın düşmanlığı, akrep sokmasından beterdir’ der. Yani akraba ile imtihan, en zorlu imtihanlardandır. İslam’a düşman olan veya İslami çalışmaların önemini anlamayan cahil bir akraba ile imtihan, İslam davetçilerinin önünde ciddi bir engel olacaktır.

Bu durumun tam tersi de doğrudur. Bazen de yolun başında destek olan bir akrabamız vesilesiyle birçok zorluğa, daha kolay göğüs gerebiliriz. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatında her iki durumun da yaşandığını görüyoruz. O’nun hayatında 4 çeşit akraba profili görüyoruz. İman etmemekle beraber Efendimize daima düşmanlık yapan ve bu düşmanlığı adeta bir misyona, negatif bir propagandaya dönüştüren Ebu Leheb örneği… Ebu Leheb örneği bir davetçi için, özellikle davet vazifesini yaparken, sonuç alıcı çalışmaya darbe vuracak ve moralleri bozacak bir durumdur. Efendimizin ağır yükünü daha da zorlaştıran Ebu Leheb ‘bu benim yeğenimdir…’ diye söze başlayınca, tebliğ ortamını darmadağın edebiliyordu. Tabii olarak Siyer kitapları Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in amcası ile yaşadığı zorluğu birkaç cümlede anlatır geçer. Ancak davasını her fırsatta anlatmaya gayret eden Efendimiz, kim bilir bu durumdan dolayı ne kadar zorlanmıştır; kim bilir ne kadar zor durumda kalmıştır. ‘Ebu Leheb’in iki eli kurusun; kurudu da…’3 ayetleri Allah Azze ve Celle’nin, onun Efendimize yaşattıklarına ne kadar öfkelendiğinin ispatıdır.

İNSAN AKRABALARININ DESTEĞİNE DAHİ İHTİYAÇ DUYUYOR
Yine iman etmeyen ama her türlü desteğini seferber eden amcası Ebu Talib örneği… Mekke’de Efendimizin bir nebze olsun davasını rahatça anlatabilmesi, Ebu Talib’in, Efendimizin arkasında durmasıyla olmuştur. Akrabalardan taraf destekçisi olmayan Lut Aleyhisselam’ın ‘Keşke size karşı gücüm (arkam) olsaydı’4 sözünü ne kadar ciğerden söylediğini anlıyoruz. İnsanın eşinin dahi kendisini anlamaması, arkasında durmaması, daha da beteri düşmanlık etmesi kadar büyük bir zorluk olabilir mi? Lut Aleyhisselam’ın yaşadığı buydu… İnsan, Peygamber dahi olsa, akrabalarının desteğine ihtiyaç duyuyor. Rabbimiz Teâlâ, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e ilk günden itibaren ailesinden destekçilerin olmasını murad etmiştir. Mekke’de iman ettikten sonra, Uhud’da şehid olana kadar, Efendimizin ve davanın destekçisi olan Hz. Hamza gibi… Her ne kadar Bedir’den sonra iman etse ve son muhacir olsa da, iman etmeden önce de sonra da Efendimize desteğini esirgemeyen Hz. Abbas Radıyallahu Anh gibi…

Peygamberimizin tüm bu akrabalarından öte bir destekçisi olmuştur ki, onun desteğini kelimelerle anlatmak zor. Efendimiz onun hakkında: “İnsanlar beni inkâr ettiğinde o bana iman etti, insanlar beni yalanladı¬ğında o tasdik etti, insanlar beni engellediğinde o beni malına ortak etti”5 buyurur. Fahri Kainat’ın mübarek eşi, annemiz, Allah’ın selam gönderdiği kadın, Hz. Hatice Radıyallahu Anha… Efendimiz Hira’dan indi, ona anlattı, onunla dertleşti. O da Allah’a ve O’nun Rasulüne iman etti. Hayatı boyunca Efendimize destek oldu. 3 yıllık boykot dönemlerinde varını yoğunu seferber etti. Bu dünyadan göçerken, dünyevi olarak hiçbir şeyi kalmayan bir insan olarak göçtü.

PEYGAMBERİMİZ AKRABALARINI İHMAL ETMEZDİ
Efendimiz tebliğde, davette ilk günden itibaren akrabalarına öncelik tanıdı. Hiçbir zaman onları ihmal etmedi. Akrabalarını, gerek iman etmeleri, gerekse de takvalı bir hayat yaşamaları hususunda daima ikaz etti. ‘Benim hanımım anlamaz; kadınlara anlatmanın ne önemi var’ demedi. Önce hanımına anlattı. Ve O mübarek kadın O’nu anladı; hem de nasıl anladı. ‘Çocuk ne anlar tevhidden’ demedi. Hz. Ali’ye anlattı. Ve O çocuk, küçücük yaşında davayı anladı… Küfürde inat eden amcası Ebu Talib’den ümidini hiç kesmedi. Hayatı boyunca kendisine destek olan Ebu Talib’i, son nefesinde dahi yalnız bırakmadı. ‘Acaba iman eder mi?’ diye, tebliğe telkine devam etti. Elinde (daha takmadan) bir gerdanlık olan kızı Fatıma’yı görünce: ‘kızım ister misin peygamberin kızı ateşten bir kolye takmış desinler, ister misin?’6 diye sorarak, kızının muttaki olmasını öğütledi.

Efendimiz, tevhid davasını akrabalarının anlaması için elinden geleni yaptı. Acaba bizler ne kadar anlattık? Acaba onların anlamaları için elimizden geleni yaptık mı? Tüm bu sorulara ekserimizin: ‘Az anlattık, başkalarına anlattığımız kadar dahi akrabalarımıza anlatmadık’ diyeceğini zannediyorum. Öncelikle akrabaya anlatmamızı öğütleyen Rabbimize kulak verelim, Efendimizin bu konuda gösterdiği gayreti örnek almaya çalışalım ve akrabalarımıza anlatmayı ihmal etmeyelim inşallah. Rabbimiz buyuruyor: ‘Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ehlinizi koruyun’7
Kaynak

1- Şuara, 214
2- Buhari
3- Tebbet, 1
4- Hud, 80
5- Ahmed, 6/118
6- Nesai, Zinet 39
7- Tahrim, 6

Rumeysa Sarısaçlı