Uzun süredir aklımda
biriktirdiğim, bazı noktaları aklıma geldikçe ajandama karaladığım, birkaç ay
önce yazmayı planladığım halde elim değmediği için düzenleyemediğim bir konuyu
yazdım. Cemaatlerle ilgili meşhur ‘Diyanet raporu’ ve bunun üzerinden konuşulan
‘cemaatleri ne yapmalı’ sorusu.
Her ne kadar islamcılar adam
akıllı konuşmasa da birçok kesim bu konuyu konuştu, halen de konuşuyor.
Bir kaç islamcı aydın hariç, islami kesimin
hocalarından (konuştuğu halde benim duymadığım, bilmediğim varsa
onlar istisna) herhangi bir yorum veya açıklama gelmedi. Gruplar, cemaatler(Bu
raporla ilgi Yeni Asya grubunun özellikle Risale-i nur ve kendileriyle ilgili
bölüme itiraz ettikleri bir yazı gazetede yayımlandı), hocalar ne düşünüyor da
konuşmuyor bilemiyorum ama belki de böyle konularda aleni konuşmaların
kendilerini daha fazla ortaya çıkaracağını ve baskıyı artıracağını düşünüyor
olabilirler. Oysa birileri sizin hakkınızda planlarını ifşa ediyorsa, sizin de
hiç olmazsa bu planlara karşı mücadele edeceğinizi söylemeniz veya eğer raporda
veya bir takım iddialarda size uymayan taraflar varsa bunlara cevap vermeniz gerekmez
mi? Gerçi mücadele etmeyecekseniz de susarsınız. Belki de bu suskunluk bunun
göstergesidir; o kadarını bilemiyorum.
Öncelikle
Diyanetin yayımladığı söylenen raporla başlayalım. Rapor 226 sayfalık...
Bahsi Geçen Rapor Diyanetin mi?
Bu soruyu sormamın sebepleri var.
Esasında Diyanetin hiçbir resmi yetkilisi bu raporu sahiplenmedi hatta
reddediyor. Diyanetin bu raporu reddetmesi çok doğal, çünkü raporun eski Diyanet
İşleri Başkanı Mehmet Görmez döneminde yazıldığından bahsediliyor, oysa
Görmez’in cemaatlere bakışı bu kadar dar bir çerçeveden değil. Görmez’in daha
önce ‘Nasıl bir Cemaat?’ başlığıyla yazdığım yazıda da örnek verdiğim, cemaatlerle
ilgili meşhur ifadelerini hatırlayalım: ‘Bir cemaat
kendisini ümmetin bir tuğlası olarak görüyor ise elini öpmek lazım. Birliğe
hizmet ediyorsa, tefrikaya girmiyorsa, İslam’ın kürsüsünü bölmek ve parçalamak
için kullanmıyor ve dilini tekfir kılıcı olarak kullanmıyorsa saygı duymak
lazım. Bizi birleştirecek adalettir, ahlaktır’. Sözü geçen rapor ve
Görmez’in cümlelerini karşılaştırdığımızda bir çelişki durum ortaya çıkıyor. Ve
akla şu soru geliyor: “Peki ama hangi Diyanet?” yani hangi anlayışın raporu;
sorunun içinde şu soru: “Diyanetin içinde bir başka diyanet mi var?”
Yazıda rapordan bahsederken yine de ‘diyanet raporu’ diye
bahsedeceğim.
Rapor Ne Söylüyor?
Rapor uzunca bir girişten sonra
Türkiye’deki küçük- büyük, hak- batıl bütün cemaat, tarikat ve grupları
kendince (genelde kendi perpektifine göre) kategorize ediyor. Aslında diyanetin,
tüm dini grupları, bu gruplara hiçbir şey sormadan ve kaç ilim adamının
incelediğini, bu ilim adamlarının ilmi ve fikri görüşlerinin ne olduğunu
belirtmeden hazırladığı rapor bu şekliyle başlı başına bir mesaj veriyor. ‘Kriter,
kıstas, mihenk taşı benim’ mesajı. Aslında bu haliyle, raporla ilgili çokça
sözedilen ‘diyanet, resmi bir din anlayışı oluşturuyor’ iddialarını
kuvvetlendirmiş oluyor. Yine temel ve problemli bir mesaj daha veriyor, raporu
bir bütün rapor gibi göstererek sapla saman, kuru ile yaş, hakla batıl
birbirine karışsın isteniyor. Çünkü hemen tüm bahsi geçen cemaat, tarikat, grup
veya münferit hoca, bir sıfatın veya problemli bir akımın altında
gruplandırılıyor. O gruptan olan-olmayan birbirine karıştırılıyor. Tıpkı ‘hakla
batılı birbirine karıştırıp hakkı gizleme’ gibi bir durum var. Hak olan
cemaatle batıl olan cemaat aynı başlıkta toplanarak hak olan gizlenmeye veya
batıl gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Raporda dikkat çeken bir diğer mesele
ise hemen her konunun sürekli FETÖ’ye bağlanması. Bu durum hem bu rapordan hem
de bu raporun kullanılacağı alanlar ve projelerden işkillenmemizi sağlayacak fazlalıkta.
Cemaatler Neden Bitirilmek İsteniyor?
Bu yazıda sorulara cevap ararken
bazen eleştirilerimle beraber onların cevaplarını, bazen kendi cevaplarımı,
bazen de soruların içindeki sorularla oluşan cevapları yazdım. Yukarıdaki
sorunun cevabını da bu yolla bulmaya çalışacağım.
Raporda sürekli "Fetö'ye" atıfta bulunularak aslında cemaat/tarikatlerle ilgili "paralel devlet endişesi"ne vurgu yapılmak isteniyor. Esasında cemaatlerle ilgili endişenin,
sadece ‘parelel devlet' endişesinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Meselenin bu
kadar basit olduğunu zannetmiyorum. ‘Paralel devlet endişesi basit bir endişe
mi’ diye sorabilir birileri. Hayır, elbette basit bir endişe değil. Ama bu
konunun kendisiyle ilgili çok soru işareti var kafamda. Çünkü şunu biliyorum
‘hiçbir devlet belli bir gayesi olmadan bir cemaatin devletin içine bu kadar
sızmasına müsaade etmez’. Burada, sadece gelip geçici roller oynayan
hükümetlerin bu cemaatleri zaman zaman kullanması argümanı bana çok basit geliyor.
Evet bu argüman, bilinen, konuşulan, görülen bir argümandır. Ancak hükümetlerin
fevkinde olan kurum ve kişilerin bu görülen duruma bu kadar sessiz kalmalarının
ve bu kadar müsaade etmelerinin altında bir sebep arıyorum. Aklım beni bu
sebebi aramaya sevkediyor. Bir devletin içine bir (paralel) devlet sızacakta
bunu o devlet 50 sene görmeyecek veya buna o devlet 50 sene göz yumacak. Bu
durum aklın alacağı bir durum gibi gözükmüyor. Birileri buna ‘hata yapıldı’
gibi basit bir cevap verebilir. Başka cevaplar da verilebilir. Güçlüler cevap
vermede mahir olsalar da, düşünen insanların kalplerini ve akıllarını mutmain
etmede mahir olamazlar. Bir devlet 50 sene uyuyamaz. Bir devlet 50 sene hata
yapamaz; yapıyorsa devlet olarak ayakta kalamaz. Bu işte başka bir iş var…
‘Neden göz yumuldu’ sorusu o
kadar can alıcı bir soru ki. Bir devlet için, ‘Göz yummak’ müsamaha mıdır?
Yoksa bir planın gereği bir strateji midir? Bu soruların cevabını bilmiyorum; esasında
bu konuyla alakalı cevaplardan çok sorularla kafamda bir şeylerin
şekillendiğini görüyorum.
Bir de meselenin şöyle enteresan ve çok önemli bir yönü var ki, kendilerini hiçbir zaman ‘cemaat’ olarak nitelendirmeyen bir
yapının yaptığı söylenen bir darbe kalkışmasından kaynaklı, cemaatleri bitirme
veya 'denetleme' adı altında kıpırdayamaz hale getirme noktasına nasıl gelindi? Yine hiç sorulmayan ama, az da olsa bazı cevapları içinde barındıran bir soru.
Bir şeyler bahane edilerek
Türkiye sanki farklı bir döneme girdirilmek isteniyor. 2. Devrimler dönemi gibi.
‘Tekke/ zaviye kanunu’ farklı bakış açılarıyla değerlendiriliyor. Perinçek, Diyanet raporunu da kritik alarak, bu
kanunu hatırlatıyor ve kanuna göre ‘hepsi kapatılmalı’ diyor. İsmail Saymaz
daha bir tersten ve farklı düşünüyor, revize edilmeli diyerek ‘tekke zaviye
uygulanmayan bir kanundur, tıpkı şapka kanunu gibi ve tarikatlar bunun
uygulanamaz olma durumundan istifade ederek çoğalmışlardır’ diyor. Ve ölümü gösteren
Perinçek’e karşı adeta sıtmaya razı olunması gerektiği sonucuna vardıracak
‘direkt kapatılmasınlar, (adeta kıpırdayamaz hale getirircesine) denetlensinler’
diyor. Aslında ‘denetlenme’ konusu önemli bir konu ve aslında hali hazırda yürürlükte
olan, uygulanan bir konu. 3 kadının yürüyüşünden bile haberdar olan devlet,
cemaat ve tarikatlarda olan her durumdan da haberdardır ve buraları gizli- açık
zaten denetlemektedir diye düşünüyorum.
Ancak daha önce İsmail Saymaz’ın kitabıyla ilgili yazdığım yazıda da değindiğim gibi ‘özellikle sapıklığı aleni olan bir takım
tarikatlara neden göz yumuldu?’ sorusundan kendimi alıkoyamıyorum. İsmail
Saymaz’ın gördüklerini, bulduklarını, devlet neden görmedi. Veya Adnan Oktar
örneğinde olduğu gibi ‘tüm Türkiye’nin gözü önünde yaşanan gerçekler neden
görmezden gelindi? Görenler, ‘bunlar normal değil diyenler’ neden dinlenmedi;
hatta onlara davalar açıldı ve Türkiye Cumhuriyetinin mahkemeleri görenleri
neden suçlu buldu? Adnan Oktar Alparslan Kuytul’dan nasıl tazminat kazandı!
Sanki kronik bir problem bir kaç
olayla anlaşılmış, daha önce uyunmuş gibi davranılıyor. Ve toptancı bir
mantıkla, anormal sert bir yaklaşımla, daha birkaç yıl öncesinden 180 derece
farklı bir bakış açısıyla, herkesi şaşkına çevirecek muameleler yapılıyor.
Birilerine kızmış gibi görünüp memleket yakılıyor.
Tüm bu durumlara yine soruyla
cevap bulmaya çalışalım. Neden, her şey sanki yeni farkedilmiş gibi, bir anda
tüm cemaatlere adeta darbe yapmaya kalkışılması neden? Yoksa sebep, özü dine
temayüllü olan bu necib milleti dine yönelişlerden bir türlü kurtaramayanların,
biraz korkuyla, biraz mide bulandırarak, biraz güven sarsarak, bir 50 sene
dinden, dinin konuşulduğu, dini eğitimin verildiği yerlerden uzaklaştırmak mı?
Kafamda sorular dönüp duruyor.
Cemaatler Elbette Denetlenmeli Ama…
Yine de sorulardan kurtulup yazmaya
devam etmek lazım. ‘Denetleme’ konusuna tekrar dönecek olursak. Konuyla ilgili
çeşitli köşe yazılarında veya tartışma programlarında, uzman olan olmayan bazı
insanların önerdikleri denetleme çeşitlerinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan
bir kaçı, dini(ilmi) denetim, mali denetim, üye sayısı denetimi, amaç denetimi… Dini
denetimi diyanet, mali denetimi Vakıflar Genel Müdürlüğü veya maliye, üye
sayısı denetimi VGM tarafından yapılsın deniliyor. Amaç denetimi denilen ne
idüğü belirsiz, muğlak veya her manaya çekilebilecek anlam ihtiva eden denetim çeşidini
ise kimin yapacağı belli değil (belki de belli). Bu denetim çeşitlerinden mali
denetim hariç hepsi tartışma götürür...
Amaçtan kastedilen nedir? Şayet
devletin içine sızma amacı taşıyan, bununla ilgili gizli ajandası olduğuna
dönük delillere ulaşılan bir cemaat/ tarikat varsa, devletin buna karşı reaksiyon
göstermesi, bununla ilgili tedbirler alması normaldir. Ancak, toplumu ıslah,
gençliği suçlardan kurtarma, çirkef batı medeniyeti gibi nefislerin hakim olduğu değil, İslam medeniyeti gibi Allah'ın hakim olduğu bir toplum oluşturma
amacı da sorgulanacak ve denetlenecek mi? Bu konuda can alıcı soru bu!
Özellikle Alparslan Kuytul Hocaya
hazırlanan son iddianamede de geçen, suç gibi gösterilen, birçok hakkaniyetli insanı şaşırtan ve
öfkelendiren ‘İslam Medeniyeti’ ideali sorgulanacak, denetim altına alınacak ve
bu ideali istemek ve bu uğurda çalışmak suç kapsamına girdirilecek mi? Oysa bir
Müslümanın ‘batı medeniyeti’ karşısında ‘islam medeniyeti’ idealini savunması,
amaç edinmesi doğal bir istek değil midir? ‘Medeniyetleri inançlar kurar’ der Alparslan
Kuytul Hoca. Bozuk Hrıstiyanlığın, hatta ateizm/deizm karışığı bir anlayışın
kurduğu ve bunu tüm dünyaya empoze politikasıyla dünyayı ifsad ettiği batı
medeniyeti karşısında, bozulmamış kitabıyla, çağlara meydan okuyan, uygulanmış,
hikmetli özellikleriyle ‘islam medeniyeti’ ni istemek normal, hatta her
Müslüman ve dahi antiemperyalist Müslüman için de olması gereken durum değil
midir?
Bu konuda yazılan yazılardan en
detaylısı Sinan Baykent’in yazısı. Sayın Baykent'in yazısı, tarihi süreci biraz
farklı kavram ve kelimelerle anlatmış ve bu durumdan dolayı güç anlaşılan bir
yazı. Yine Türkiye siyasal tarihinin en azından son 50 yılını iyi bilmeyenlerin
pek de anlayamayacağı, hatta onların bile 2 defa okuyarak anlayabileceği
şekilde yazılmış bir yazı. Ancak benim, meselenin bazı noktalarını anlamamda istifade
ettiğim bir yazı oldu. Yazıdaki cemaatlere operasyon düşüncesinde olan güçlerle
ilgili dayandırılan sebeplere çok çeşitli itirazlar yapılabilir veya bazı
sebepler mantıklı bulunmayabilir ama şunu anlıyorsunuz: Sebep olsun olmasın,
mantıklı bir dayanağı olsun olmasın birileri cemaatleri bitirmek istiyor… Yine
yazıda itiraz ettiğim bir konuyu burada yazmadan geçmeyeceğim. Siyaset
kurumunu dini gruplardan temizleme düşüncesi anlatılırken, imzalanması gereken
bir deklarasyondan bahsediliyor ve bahsi geçen deklarasyonda bir cümle dikkat
çekiyor: ‘Hiçbir tarikat ve cemaat mensubuna devlet memuriyeti verilmeyecek’. Bu
nasıl olacak? Devlete sızma amacı olmadığı bilinen, legal bir cemaatin mensubu
devlet memuru olamayacak mı? Memur olmak veya başarılı olanların yönetici
olması ‘devlete sızmak’ olarak mı kabul edilecek? Bu cemaatlerin mensupları
devlette en düşük seviye olan memur da mı olamayacak? Böyle bir durumda
insanlar cemaatlere yaklaşır mı? Yoksa zaten yapılmak istenen bu mu?
Esasında FETÖ davalarında da bunu görmedik mi? Yıllarca devletin legal gördüğü, bir çok konuda resmi izinler verdiği bir yapının içindeki değişik pozisyonlarındaki insanlar toptan suçlu ilan edildi. Memurlar, öğretmenler, öğrenciler, adeta onların yanından geçen insanlar içeri alındı. Hatta onların akrabaları memuriyet mülakatlarından geçemedi. Bu toptancı ve halkı cemaatlerden uzaklaştırıcı mantık, yeni kurallarla yerleştirilecek mi?
Esasında FETÖ davalarında da bunu görmedik mi? Yıllarca devletin legal gördüğü, bir çok konuda resmi izinler verdiği bir yapının içindeki değişik pozisyonlarındaki insanlar toptan suçlu ilan edildi. Memurlar, öğretmenler, öğrenciler, adeta onların yanından geçen insanlar içeri alındı. Hatta onların akrabaları memuriyet mülakatlarından geçemedi. Bu toptancı ve halkı cemaatlerden uzaklaştırıcı mantık, yeni kurallarla yerleştirilecek mi?
Yazıda denetim konusundan da detaylı olarak bahsediyor…
Yine ‘insanlar özgür bırakılmalı’
deniliyor. Ancak ‘İslam medeniyeti idealinin’ bile suç görüldüğü, meşru bir
cemaat mensubunun memur bile olamadığı bir ülkede hangi özgürlükten
bahsedilebilir ki.
Sayın Baykent, Alparslan Kuytul
Hoca ile ilgili de bir paragraf açmış. ‘devlet aygıtına dair hesaplar gütmeyen
cemaatler de var’ diyerek yazdığı bölümde, Alparslan Hocayı ve hareketi örnek
vermiş. Bu harekete açılan dava sürecinde, herhangi bir şiddet, devlete sızma,
casusluk vs. gibi eylemlerinin olmadığı anlaşılmıştır diyerek, hakkaniyetli bir
yaklaşım ortaya koymuştur.
Sonuç
Cemaatler veya tarikatlar asli
vazifelerinin toplumu düzeltmek, hayırlı bir nesil yetiştirmek olduğunu
unutmamalıdırlar. Devletin içine sızmak gibi gizli bir ajandaları hiçbir zaman
olmamalıdır. Medeniyetimizin mimarı Efendimiz (sav) asla böyle bir metodla
hareket etmemiştir. Bu tür gayrı İslami metodlar asli gayeden uzaklaştırdığı
gibi, bir takım dış güçlerin de cemaate yön vermesi gibi sapmalara sebep olur. Hiçbir cemaat herhangi bir dış gücün tesirinde de kalmamalı, böyle
güçlerden medet de ummamalıdır.
Cemaat veya tarikatlar hiçbir
zaman holdingleşmemelidir. Bu durum, cemaatleri asıl gayesinden uzaklaştırdığı
gibi, halkın İslam’a ve İslamcılara bakışını da zedeleyecektir.
Devlet, gerek cemaat/ tarikatlar
konusunda, gerekse de bunların içindeki insanlar konusunda toptancı mantığı
bırakmalıdır. Bu mantık güveni sarstığı gibi, ülkedeki huzur ortamını da
alaşağı etmektedir. Güvenin ve huzurun olmadığı bir ülkenin geleceği yoktur.
Zira her vatandaş böyle bir ülkeden uzaklaşıp kurtulmanın yoluna bakacaktır.
Ülkede özgürlükler
artırılmalıdır. Biz İslami kesimin insanları olarak, bu ülkede her fikrin
konuşulması, tartışılması taraftarıyız. Hiçbir konuda iyiye, doğruya, hayra,
karşılıklı konuşmalar/tartışmalar yapılmadan ulaşılamaz. İslamcı da fikrini
söylesin, solcu da, Kemalist de. Fikrin bile beyan edilemediği, herkesin
susturulduğu bir ülkede renk kalmaz, tek tip insan oluşur. Bu durum o ülkenin
donması, durması ve tükenmesi demektir.
Din, bir toplumun birleştirici en
önemli unsurudur. Güçlü devlet- güçlü toplum böyle birleştirici unsurlarla
teşekkül eder. Devlet, dini değil dinsizliği tehlike olarak görmelidir.
Hocam çok teşekkürler yeni okuyabildim yazınızı Allah razı olsun
YanıtlaSilElinize emeğinize sağlık hocam çok güzel yazmışsınız Allah razi olsun ...
YanıtlaSil