29 Mayıs 2020 Cuma

DİKKAT! PROVOKATÖR VAR!

            Her dönemin moda suçlamasıdır provokasyon. Tabi bir de kanunda1 yeri olunca birine hasım olan diğerini kolaylıkla provokasyon yapmakla suçlayabiliyor. Provokasyon: 'Birilerini suç sayılacak bir eyleme itmek, kışkırtmak, tahrik etmek, kin ve düşmanlığa sevk etmek' demek.
             Bu kavram özellikle son dönemde, islami camia içindeki bazı gruplar için çokça kullanılmaya başlandı. Halka, islami bir partinin başta olduğunu yutturmaya çalışanlar, iç düşman ve provokatör olarak, İslamcı grupları gösterme yoluyla, halkı bu gruplardan uzaklaştırma çabasına girmekte.2 Bunu yaparken de, ya bu grupları provoke eden dış güçlerin olduğunu, ya da onların bizzat kendilerinin; hedefleriyle, fikriyatıyla, metodlarıyla provokatör olduğu iddia edilmektedir.
             Aslında 'provokatör, provokasyon' ithamı, daha çok İslami camianın diline pelesenk olmuş, moda ve kabul gören bir itham. Birileri cesur bir şekilde zulme ses çıkardığında, düzen taraftarları ve bizim muhafazakarlar hemen onu fitneci, provokatör olarak ilan eder. İslamcılara, seküler cenahtan gelen bu refleks anlaşılır bir durumdur da, muhafazakârların bu ani ve canhıraş refleksi göstermesi, kolay anlaşılır bir durum değil. Bu durumu anlamak için, özellikle son 18 yılda dönüştürülen, muhafazakârlığın3 da mübalağasını gördüğümüz kitlenin haleti ruhiyesine bakmak lazım. Bugün muhafazakârlar, sistemi muhafazanın da ötesinde, sistemin hayrını- şerrini müdafaa etme aşamasına geçmiş durumdalar. Bu durum, sisteme entegrasyonu, kendi ideallerine yabancılaşmayı ve tüm bunların sonucunda da geçmişte savundukları birçok değere, karşı refleksleri beraberinde getirdi.
             Oysa bir kitleyi uyandırmak, bir zulmü izhar etmek, bir halkı bilinçlendirmek ayrı, provokasyon ayrı şeylerdi. Ama birileri medya yoluyla bunun adına ‘provokasyon’ bu insanlara da ‘provokatör’ dediğinde toplum koro halinde aynı ithamları etmeye başladı.
             21 Mayıs gecesi yaşanan vahim olayların sosyal medyadaki görüntüleri ortaya çıkınca, İslami cenah yeniden ‘provokasyon’ kelimesini tekerleme gibi söylemeye başladı. Oysa görüntüler yürekleri sızlatacak, polisin aşırı güç kullandığını gösteren, vicdanı olan herkesin ‘bu insanlar bunu hak edecek ne yapmış!’ diyeceği vahametteydi. Tepkiler –çoğunlukla- böyle olmadı. İyi niyetliler:‘Furkan gönüllüleri provoke olmasın’; kötü niyetliler de: ‘Adana’da Provokasyon’; meseleyi anlayamayanlar da sessiz kalarak nötr kalmayı tercih etti. Oysa o gece orada olan avukat, provokasyonla alakası olmayan olayı şöyle anlattı: (sosyal medyada görülen görüntüler de teyid ediyor): 10 genç bir parkta teravih namazı kılmak istemiş, polisler kılamazsınız deyince bunlar da vazgeçiyor. Buna rağmen polis arkadan bunlara müdahale ediyor ve karakola götürüyor. Bunun dışında aslında en sert muamele, toplu namaz kılmaya çalışanlardan ziyade, yatsı namazını münferiden camide kılmak isteyen veya karakola gelip durumu sormaya gelenlere yapılmış. Sonuçta 40’ı aşkın insanın gözaltına alınmasıyla ve gözleri morartılmış, ağızları burunları kanatılmış insanların görüntüleriyle sonuçlanmış bir olay gerçekleşiyor. Devamında ise bu insanların yakınları ve Alparslan Kuytul Hoca bu gençler karakoldan çıkana kadar dışarıda bekliyor. Beklerken sosyal mesafeye dikkat edilerek topluca sabah namazları kılınıyor.
             Şimdi bu olayda kim provokatör! Bu gençlere bu derecede şiddet kullanan, ağızlarını burunlarını kıran polis mi, bu gençler mi? Bu gençler bu provokasyona, canlarının acısına, uğradıkları zulme rağmen en ufak bir mukavemet göstermiyor. Şimdi bu durumda kim provokatör! Velev ki bu gençler bir yasağı çiğnemiş olsun. Bunun cezası belli değil mi! Cezasını kesersin, olur biter. Bu polislere bu muameleyi yapma cesaretini verenler ve adeta onları provoke eden kimler! Şimdi bu durumda provokatör kim!       
             Tabi bir gün sonra tüm internet haber siteleri, ulusal medya, olayı çok farklı göstererek tam tamlı başlıklarla haber yaptı. Yandaş medyada ‘Alparslan Kuytul Hoca’ ve ‘Furkan Gönüllüleri’ provokasyon peşinde koşuyor gibi lanse edilmeye çalışıldı... Bu yazıyı hazırlarken tüm bu yazıları tekrar gözden geçirdim ve şunu gördüm; bu ülkede ‘araştırmasız gazetecilik’, ‘iftiracı gazetecilik’, ‘provokatif gazetecilik’ diye bir basın ahlaksızlığı yayılmış ve dahi yerleşmiş. Yalanın- iftiranın bini bir para; şimdi provokatör kim!
             Olayın sabahında tüm bu provokatif gazete/gazeteciler yaptıkları haberlerde, yazdıkları yazılarla 15 Temmuzdan hemen sonra darbeyi lanetleyen bir miting dahi düzenleyen Alparslan Kuytul Hoca’ya, ‘15 Temmuzda neredeydin, şimdi namaz için meydana çıkıyorsun’ deyip, millete yalan söyleyerek milleti cemaate karşı provoke etmeye çalıştılar. Şimdi gerçek provokatör kim! Türkiyede (tevafuken) canlı yayında darbeyi lanetleyen ilk kişi olan Alparslan Kuytul Hoca’ya ‘darebeye hayırlı olsun dedi’ iftirasını4 atma alçaklığını göstermeye devam ederek, milleti provoke etmeye çalıştılar. 10 Dakikalık konuşmanın 20 saniyesini alarak, onu da başlığa taşıyarak milleti provoke etmeye çalıştılar. Bu durumda gerçek provokatör kim!
            Alparslan Kuytul Hoca, hayatı ortada, ömrü bu vatan topraklarında geçmiş, oldukça şeffaf bir hayatı olan bir Türkiye insanıdır. Ömrü ilmi çalışmalarla geçmiş, binlerce ders, yüzlerce konferans vermiş, yüzlerce talebe yetiştirmiş bir alimdir. Ancak onu diğer hocalardan ayıran bir özellik vardır ki, siyasal erki rahatsız eden tarafı da odur; o da ülkesinde olup biten olaylara karşı duyarsız kalmama özelliği Alparslan Kuytul Hoca, kimliğine meşrebine bakmadan, her daim mazlumun yanında olan zulme karşı duyarlı bir alimdir. O, zalimin karşısında dururken de aynı bakış açısıyla durur. Bunu yaparken, çoğunlukla yüksek perdeden konuşur. İşte birçok insan, onun bu yüksek perdeden koşmasına takılır. Buna takılma aslında küçük düşünmektir. Duruşunda, düşüncesinde kusur bulamayanlar, onun ciğerden yaptığı konuşmasındaki yüksek tona kusur bulur. Hayır! Bu bir kusur değildir! Bu, bağrı yanık bir adamın haykırışıdır.
             Yani ben bir adam görüyorum, zulüm görünce öfkeleniyor; fıtratı öyle dayanamıyor. Ama bu öfke onu kine, adaletsizliğe, illegaliteye sevketmiyor. İnsanları provoke etmiyor, tahrik etmiyor, insanları uyandırıyor, harekete geçiriyor.
             Furkan hareketinin 30 yıla yakın süredir ortaya koyduğu İslami faaliyetlere bakıldığında illegalitenin içerisinde olmadığı dikkatleri çekmektedir. Esasında bundan dolayı, açılan yüzlerce dava da aleyhlerine sonuçlanmamaktadır. Yine bu hareketin hiçbir şekilde marjinalize olmadığı, halktan kopuk, aykırı bir harekete dönüşmediği ve  mensuplarının da hiçbir olayda provoke olmadıkları dikkat çekmektedir. Çünkü bu hareketin metodu, her çağa, her çağın insanına hitap eden, iyi anlaşıldığında aklın da mutmain olduğu Rabbani metoddur. Provokatif metodlarla Rabbani metod arasında temelli farklar vardır. Rabbani metod yapıcı diğeri anarşist/yıkıcıdır. Rabbani metod meşru/legal yolla hareket eder diğeri gayrı meşru yollara da girebilir… Takip ettiği metoddan dolayı, böyle bir cemaat, askere/polise karşı, hele hele halka karşı asla provoke olmayacak; halkı provoke etme yoluna da girmeyecektir.           
             Yine provokasyon kavramının yüklendiği mana veya provokasyona yüklenen mana konusunda da bir kavram kargaşası var. Evet, bu kavram negatif mevzularda insanları kışkırtma anlamına gelmektedir ve bu durum toplumun salahiyeti için ciddi tehlikeler ihtiva etmektedir. Ancak toplumu pozitif anlamda harekete geçirmek, uyandırmak, muharrik güce sahip hareketlerle mümkün olmuştur. Bugün dünyayı değiştiren insanlar, o gün kendi toplumlarında provokatör(!) olarak tanımlanmış olabilir.  
              Bir taraftan kavram üzerinden bir algı oluşturulmaya çalışılırken diğer taraftan bu kavramın verildiği olaylar, kişiler, kurumlar üzerinden de ayrı bir ters yüz olma durumu, sağ gösterip sol vurma durumu yaşanıyor/yaşatılıyor.
              Yani Türkiyede 2 grup var. Birincisi, halkı gerçekten provoke edenler, ikincisi halkı provoke ettiği iddia edilenler. Aslında birincisini kamuflaj için ikincisini iddia ediyorlar. Gerçek provokatörler görülmesin, anlaşılmasın istiyorlar. Cemaati provoke edemeyeceğini çok iyi bilen; ama halkı cemaatlere karşı, kolluk kuvvetlerini de halka karşı kışkırtan bir güç var. Son dönemde, basında çıkan bazı insanların, milyonlarca insanın önünde rahatlıkla hazırladığı ölüm listelerinden bahsetmesi, hızını alamayan bazı trollerin ülkeyi kan gölüne çevireceğinden, insan öldüreceğinden bahsetmesi ve bunlara yargının adamakıllı müdahale etmemesi, bu korkunç provokasyonun küçük bir emaresi olsa gerek.
              21. yüzyıl garip ve karmaşık bir yüz yıl olarak devam ediyor. Hakkı gür seda ile anlatanların, zulme sessiz kalmayıp kükreyenlerin provokatör ilan edildiği; yalanı-dolanı, hileyi- hud'ayı, insanları ahmak yerine koymayı gür seda ile anlatanların haklı görüldüğü bir asır olarak... Zulme/şiddete maruz kaldıkları halde zerre kadar şiddete başvurmadan; gasbedilen haklarını illegaliteye sapmadan en fazla ‘sivil itaatsizlik’5 yoluyla aramaya çalışanların provokatör ilan edildiği bir asır oldu.
             Son söz!
             Halkımız şunu bilmelidir; Allah’ın ve mazlumların haklarını savunanlar provokatör değil kahramandır. 
             Halkımız şunu bilmelidir; basın yoluyla veya canavar siyaset yoluyla insanları provoke edenlere karşı dikkatli olmak zorundadırlar.
1-     TCK 216: Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse. Bu kanun şu sıralar özellikle bazı olaylara 'provokasyon' denilerek adeta demoklesin kılıcına dönüştürülmüş, sıkça uygulanan bir kanun.
2-      Halkı cemaatlerden uzaklaştırmak bir projedir. Bu proje aslında siyasal otorireteyi de kullanarak ülkeyi islami değerlerden uzaklaştırma projesidir. Mevzu uzun olunca detaya giremiyoruz…
3-      Muhafazakârlardan kastımız, hem sistemi muhafaza edenler hem de islami hassasiyeti olanlar
4-      Alparslan Kuytul Hoca ‘Darbeye hayırlı olsun dedi’ ithamıyla açılan davadan beraat etti

5-       Sivil itaatsizlik: Bazı haksız uygulamalara karşı ortaya koyulan mücadele. Yani, yasadışı görülen ama meşru sayılan eylemlerdir

22 Mayıs 2020 Cuma

VİRÜS KÜÇÜK, İMTİHAN BÜYÜK


    
              Yaklaşık 2 aydır süren, Ramazanın başından beri de artarak devam eden bir mücadele veriliyor. Bu neyin mücadelesi? Aslında her şey Korona süreciyle başladı. Alparslan Kuytul Hoca henüz AVM’ ler kapanmadan ve birçok sosyal ortamda hayat devam ederken Cuma namazının yasaklanmasına tepki gösterdi. ‘Tedbirlerle Cuma kılınmalı, Cuma namazı farz bir namazdır’ dedi. Hatta nasıl tedbirler alınacağını da tek tek sıraladı. Ancak ne diyanetten ne de cemaatlerden bu konuda herhangi bir görüş ortaya atılmadı. Cuma ve camilerle ilgili konuşanlar sadece TV’ye çıkarılan doktorlardı. O doktorların açıklamaları ise insanları bir pandemiden korumaktan ziyade namazdan koruma(!) amaçlı garabet hatta felaket açıklamalardı. Hatta bazıları hızlarını alamayıp öyle şeyler söylediler ki ‘ben müslümanım’ diyenin tahammül sınırını zorlanacak cinstendi. ‘Namaz kılanların salyası aktığı için o halılarda namaz kılmak çok ciddi sakıncalar ihtiva ediyor’ gibi açıklamalara İslami camiadan yine neredeyse tek kelime çıkmadı.
            Bu arada devlet ricalinin bazı toplantılarından alınan görüntülerde sosyal mesafe vs. ye uymadığı açıkça görülüyordu. Ve 23 Nisanda tüm devlet erkanının dip dibe Anıtkabir’e yürüyüşü, devletin pandemi konusundaki ciddiyetsizliğinin veya işin içinde başka işler olduğu düşüncesinin pekiştiği durum oldu. Hakikaten onlar niye öyle yürümüşlerdi. Bu canları çok kıymetli olan güruh halkın gözünün içine baka baka neden bu kadar tedbirsiz yürür ki! Bu duruma gaflet hali demek mümkün değildi. TV’lerde dakka- saat ‘koronadan öldük- ölüyoruz’ denilen günlerde bu insanların bu rahatlığını gaflet diyerek geçiştirmek ahmaklıktı. Alparslan Kuytul Hoca ve Furkan gönüllüleri bu ahmaklığı göstermedi.
           Ve Mayıstan bu yana her hafta bazı yasaklar kaldırılmaya ve tedbirler hafifletilmeye başlandı. Açıklanan bu normalleşme paketlerinde Cuma namazının lafı bile geçmiyordu. En son kapanan, hava sirkülasyonunun asgari düzeyde olduğu, insanların saatlerce dolaştığı AVM’lerin açılacağından bahsedenler, camilerle ilgili orta vadede bile bir tarih vermiyordu. Alparslan Hoca bu duruma ciddi tepki gösterdi. ‘Her yerde normalleşmeye gidilirken camiler neden açılmıyor; cumalar neden kılınmıyor! 90 bin kaybın yaşandığı Amerika’da, 50 bin kaybın yaşandığı Avrupa’da camiler açılırken Türkiye’de neden açılmıyor!’ cümleleriyle İslam’ın bir hocası olarak İslam’ın mabedlerinin açılmasını ve ibadetlerin yapılmasını istedi. Ve bu konuyla alakalı yaptığı her konuşmada, camiye öyle bodoslama girmekten değil, tüm tedbirleri alarak girmekten bahsetti… Aslında büyük ihtimalle bu ısrarlı konuşmaların sonucunda 12 Haziranda kılınacak diye kararlaştırılan Cuma namazı 29 Mayıs’a çekildi.
           Artık Ramazanın son 10 gününe girilmişti ve yine acayip bir durum oldu. Diyanet işleri başkanlığından itikaf için uygun görülen camilerde itikafa girileceği ile ilgili bir genelge yayınlandı. Ancak ne yazık ki bu da hemen sonra iptal edildi. Tabi doğal olarak düşünen her insan gibi Alparslan Kuytul hoca da bu durumda bir tuhaflık, bir çift başlılık olduğunu gördü ve bu durumu da en net şekilde ifade etti…
         Bu arada sosyal mesafeye dikkat ederek caminin avlusunda Kuran okuyan 3 kişi 50 polisin müdahalesiyle emniyete götürüldü…
         Yine Furkan gönüllüsü olduklarını söyleyen talebelerin kaldığı ve milli eğitimin 1 ay önce ‘mesken’ olarak tutanak tuttuğu evler bir anda ‘yurt’ kapsamına girdirilerek 20 Mayıs Salı günü- Kadir gecesi sabahı- kapatılma kararının verildiğinin haberi alındı…
         Bu arada Ramazan boyunca camiler açılmadığı gibi camilerin mahyaları bile yanmadı. Ülkede adeta Ramazan atmosferi oluşmasın diye birileri elinden geleni yapıyordu. Alparslan Kuytul Hoca buna da ciğeri yanarak tepki gösterdi… Furkan gönüllüleri ise evlerine ‘Rahmet ayı Ramazan hoş geldin’ yazılı pankartlar astılar. Bu pankartların da bir kısmı söküldü, asanlar gözaltına alındı, hatta darp edildi…
        Ve dün… Gündüzünde sosyal medyaya Alparslan Kuytul Hoca’nın ‘Cuma günü (yani bayram yasağından 1 gün önce) bayramda sokağa çıkma yasağına inat ailemle, arkadaşlarımla bayramlaşacağım’ sözleri gündeme bomba gibi düştü. Oysa ne sokağa çıkma yasağını çiğneyeceğini ne de sosyal mesafeyi çiğneyeceğini söylemişti. Esasında herkesin bayramdan hemen sonraki gün yapacağı bayramlaşmayı, bayramdan 1 gün önce yapacağını söylemişti. Ancak Onun muhalif ruhla söylediği ve söylerken birilerinin aslında milleti hizaya getirmekten başka işe yaramayan uygulamalarını ortaya döken sözleri, birilerini rahatsız etmişti.
        Ve dün gece… Bazı Furkan gönüllüleri Ramazan bitmeden hiç olmazsa birkaç teravihi camide kılmak için (sosyal mesafeye dikkat ederek-maskeleriyle) bazı camilerin avlusuna gittiklerinde müthiş bir polis şiddetiyle karşı karşıya kaldılar. Bu şiddet o derece feci idi ki kimisinin gözü mosmor, kimisinin taktığı maske kıpkırmızı olmuştu… Oysa bu insanlar namaz için oradaydılar… Arkadaşları haksız yere darp edilen insanlar da gece boyunca onların sağ-salim karakoldan çıkışını bekledi…        
        Akşam polis ablukasındaki Alparslan Hocanın evinin önünde otururken bir arkadaş ‘hocam kardeşlerimizin namaz için yaralanmaları inşallah islami camiayı uyandırır’ dedi. Şaşkın bir şekilde ona baktım ve ‘kesinlikle anlamayacaklar hatta yanlış anlayacaklar’ dedim. Ve devâmen: ‘Bu çabayı öncelikle Allah görüyor ve O bundan memnundur. İkincisi İslam düşmanı olan, memleketin gitgide, hakkı söyleyen cemaatlerden temizlenmesini isteyen o malum komite ise rahatsızdır. Bu iki gaye gerçekleşirse bu en önemli sonuçtur. Münferiden hakkaniyetli davranan hoca veya aydın kardeşlerimiz hariç, bu ülkede İslami cenah ruhunu kaybedeli yıllar oldu.’ Dedim.
        Kardeşlerim, Rabbani metod böyledir... ‘Onlara itaat/ beyat etmeyin ama marjinal de olmayın’ der. Rabbani metod şiddete başvurdurmaz; illegal bir yol değildir. Bu metodda kimseye el kalkmaz ama din-dava sonuna kadar en gür seda ile savunulur. Bu metodda güce göre davranma vardır ve bu güç gayrı meşru/illegal yollara girdirmez. Bu metod Mekke’de Efendimiz’in hakkı haykırmasını söyleyen ancak fiilen güç kullanmasını(şiddete başvuru) yasaklayan bir metoddur. Bu metodda tüm kınamalara rağmen Taif’in her çadırına girilir, birileri sistem için tehlike görse de taşlanma pahasına da olsa hak ve hakikat anlatılır. Bir avukat kardeşimizin sözüdür bu ‘insanlar şunu unutuyor: Bu davada taşlanma da vardır!’ İşte bugün biz taşlanıyoruz. Nedenlerini yukarıda yazdım. Bir hikayeyi-masalı- ütopyayı değil, acısıyla tatlısıyla, neş’atıyla-kederiyle bir dini yaşama ve anlatma çabasının cilveleridir bunlar. Ama bu taşlamalardan daha çok, insana en ağır gelen, kardeşlerimizin bu durumu anlamamasıdır…
         Esasında Türkiyede bir çok olay gibi bu olay da İslami cenah için bir imtihana dönüşmüştür. Zamanında ‘Arap baharı’ denilen aldatmacayı anlayamayanlar, ‘bahar geldi, diktatörler devriliyor’ diye bayram edenler, bugün de bu olayla, medyanın vs.nin yansıttığı haberlerin de rüzgarıyla fıkha göre düşünmeyi (Cuma farz, bir farz ne zaman terkedilir, tedbir alınarak gerçekten kılınamazmıydı…) bir kenara bıraktı. Maalesef İslami cenahın en büyük handikapı İslam fıkhına uygun siyasi bakışın zayıflığı ve rabbani metodun ilkelerinden habersiz bir şekilde karar verme anlayışı... Bizim cenahta bu sıkıntılar devam ettiği müddetçe, birbirimizi anlamamız mümkün değil... İmtihanlar bitmeyecektir ve bu imtihanları İslamın ilkelerine göre değerlendirip ona göre davranmayanlar kaybedenlerden olacaktır.
Özetle:
Suçumuz İslami duyarlılığımız.
Suçumuz bir farzın hangi durumlarda terkedileceğini iyi bilmemiz
Suçumuz 2 ay boyunca camileri mikrop yuvası gibi göstererek insanları camilerden soğutanlara tepkimiz
Suçumuz Ramazan’ın ruhunu öldürmeye çalışanlarla mücadele etmemiz
Suçumuz totaliterleşmeye karşı çok net bir mücadele ortaya koyuşumuz
Suçumuz ülkemiz adım adım Ortadoğu ülkesi olmasın diye mücadele edişimiz
Suçumuz herkesin sustuğu yerde konuşmamız

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Biraz Melankoli İyidir

   
         Lisede yatılı olarak okuduğumuz okulun bir terası vardı. Şiir yazmak isteyen, şarkı söylemek isteyen, dertleşmek isteyen hep o terasa çıkardı. Hocalarımız her ne kadar yasak koysalar da öğrencilerin oralardaki köşelerde yalnız kalma ihtiyaçlarını giderme çabalarını engelleyemezlerdi. Hatta bazı köşeleri bazı talebeler tutmuştu ve o köşeye başkası gidemezdi. Bir gün bir öğretmenimiz 'bunlara çok ağır konuşayım da vazgeçsinler' demiş olmalı ki uzun ve yüksek tonda bir konuşma yaptı. Konuşmanın ana başlığı 'melankoli' idi. 'Bu terasa çıkarak nasıl melankolik takılırsınız, melankolik takılarak ruh sağlığınızı bozuyorsunuz, melankoli aptallıktır...' diye devam eden bir azarlama konuşması. O günden sonra uzunca bir süre terasta yalnız kalan kimse olmadı. Çünkü terasta olanlara 'melankolik' olarak bakılıyordu. Daha sonra melankoli alaya alınan bir kelimeye dönüştü ve tekrar teras köşeleri kapılmaya başlandı.
        Yıllar sonra bu durumu değerlendirdiğimde gençken ihtiyacımız olan bu yalnız kalma isteğinin, normal, hatta karşılanması gereken bir ihtiyaç olduğunu anlıyorum. Uzlet, hayatın anlamını düşünmede, kendini muhasebe etmede, tevbe etmede, şükretmede, dua etmede o kadar önemli ki. Telefonun kulaklıklarını çıkarmayan, gözlerini bilgisayardan uzaklaştırmayan gençler keşke biraz melankolik takılsalar. Sadece insanlardan değil aygıtlardan da uzaklaşsalar. Sessiz ve görüntüsüz bir ortamda sadece kainatı tefekkür etseler ve sadece kendilerini, hayatlarını geçmişlerini, geleceklerini tefekkür etseler. Miktarınca melankoli tefekkür etmeyi sağlar, muhasebe fırsatı doğurur, üretken-yetenekli insan için benzindir. Gençlerin tam üretmeye başladığı dönem olan lise döneminde bu ortamlar daha sağlıklı bir şekilde sağlansa eminim gençlerimiz daha az yanlışa düşecek ve daha fazla üretken olacaktır. Elbette her konuda olduğu gibi yalnızlıkta dozunda güzeldir. Yalnızlığın fazlası belki ruhbanlığı, belki nefsin tembelliğe alışarak güçlenmesini, belki de ruhi anlamda melankolinin devamıyla oluşan depresyon durumunu oluşturacaktır. Bu problemler oluşmasın diye kaliteli bir uzlet hayatı programlamak ve uzun süreli olamasa da bu çağın insanını Rabbi ve kendi ile başbaşa getirmek lazımdır... 

15 Mayıs 2020 Cuma

O'na Yalnızlık Sevdirildi

   

            Efendimiz (sav)’in, 37 yaşından 40 yaşına kadar Hira’da geçirdiği 3 yıllık dönemi anlatan siyer kitapları ,‘Ona yalnızlık sevdirildi’ diye anlatır. Peygamberimiz 3 yıl boyunca gece gündüz uzlete çekilmiş, toplumdan uzak bir şekilde yaşamaya başlamıştı. Nur Dağını görenler ve çıkanlar bilir, çok sarp, birkaç saatte ancak tırmanılan, çıkılması bir hayli zor ve meşakkatli bir dağdır. İşte uzlet için seçilen Hira Mağarası bu dağın tepesindeki mağaradır. Efendimiz tüm bu zorluklara rağmen bu dağa tırmanmış ve koskoca 3 yılını burada uzlette geçirmiştir. Onu bu uzlete mecbur kılan duygu ne idi? Hayatına baktığımızda aslında mutlu bir evliliği, sevgili çocukları, iyi bir maişeti mevcuttu. Ancak Ona, şahsi hayatının huzuru, rahatı, mutluluğu yetmiyordu. İçinde yaşadığı toplumun çirkef hali ve bunu düzeltememenin çaresizliği Onu huzursuz ediyor; Hira’da hem bu çirkeften uzak kalıyor, hem bu duruma hal çaresi arıyor, hem de Rabbini tefekkür ediyordu. Alparslan Kuytul Hocamız bu durumu uzun uzun anlatır ve Efendimizin bu halini ‘rahatın içinde rahatsızdı’ diye ifade eder.  
         Rabbimiz Teala, böyle uzun süren bir kaygı ve tefekkür döneminden sonra Efendimize Peygamberlik görevini verdi. Buradan anlıyoruz ki uzlet, büyük görevler yüklenecek insanlar için önemli bir hazırlık sürecidir. Ancak vahiy gelip vazife kendisine yüklenince, hayatı boyunca böyle uzun süreli bir uzlet dönemine girmediğini görüyoruz. İlk inen surelerde geçen ‘Kum’il leyl-Geceleyin kalk' ve ‘kum fe enzir-Kalk ve uyar’ emirlerinden sonra rahat yüzü görmemiştir. Belki uzlet, yani Rabbi ile yalnız kalma durumu, kısmen geceleri devam etmiştir. Ancak bunlar öyle gecelerdir ki, uykusuz, ayaklar şişene kadar kılınan namazlarla dolu geceler… Hal böyle olunca, uzletin şekli, nasıl olması gerektiği de bir nev’i ortaya çıkmış oluyordu. Yani;‘tertil ile okunan Kuran’ üzerinde saatlerce düşünerek geçen geceler; dualarla, uzun namazlarla, bedenen yorulunsa da ruhen güçlenilen bir eğitim süreci…     
            Efendimize ömrü boyunca farz olan gece uzleti teheccüd, sahabeye 1 yıl boyunca farz olmuş sonra sünnet olarak kolaylaştırılmıştır. Medine’de ise Ramazanın son 10 günü girilen itikaf, yine uzletin yoğun halidir ki tüm ümmete müekked sünnettir. Aslında hakkıyla kılınan her namaz insana bir kısa süreli uzletler yaşatmaz mı? Ve Arafatta durup düşünmemizi sağlayan vakfe haccın uzleti değil midir? Tüm ibadetleri gözden geçirdiğimizde bu ibadetlerin bazen bir bölümü bazen de tamamı bize uzleti hissettirir. İnsanın fıtratını en iyi bilen Rabbimiz, insanın yalnızlığa ihtiyacını da bilmektedir ve bunu zaman zaman yaşatmaktadır.
            İnsanın uzlete duyduğu ihtiyacını, zaman zaman içimize gelen, bulunduğumuz yerlerden uzaklaşma ihtiyacından, dağlara çıkma, ıssız kulübelerde insanlardan uzak yaşama arzusundan da anlıyoruz. Ancak genellikle, bu duygularla istenen uzlette, sorumluluktan ve cihadın sıkıntısından kaçma arzusu ağır basmaktadır. Oysa uzlet, Allah’ın emirlerinden değil Allah’ın yasaklarından, Allah’a kaçıştır. Yine de bazen, ıssız bir kulubeye kaçış veya bir deniz kenarına kendini atma veya yola revan olup tebdili mekân edip bulunduğun yerden kısa bir müddet uzaklaşma, insana sessizlik ve rahatlama duygusu sağlayacaktır. Bir davanın müntesibi olan insanlar, bazı günler kafalarının bir cenk meydanına döndüğünü hisseder; hatta o kafada öyle günler olur ki, onlarca cepheden oluşan cenk meydanları kurulur. Bu kafa bu meydanları nasıl idare etsin; nasıl yenilgiler yaşamasın! İşte uzlet, kafadaki cenge bir süre ara vermek yoluyla, hepten yenilmenin önüne geçecek, mühim bir çaredir.
            Uzlet, haram duygulardan, malayaniden, riyadan kaçış anlamında da çok önemli bir yoldur; çaredir. Kişi şayet uzletin hakkını verir; onu tembelliğe ve nefsinin daha da galebe çalmasına vesile kılmazsa, ondan çok büyük kazançlarla çıkabilir. Rabbi ile baş başa kalan insan bu yalnızlıkta, ‘kafasını/kalbini dinlerse (dinlemek, dinlendirmek değil,onların sesine kulak vermektir) ve onlardaki çirkefi, tertil ile Kuran okuyarak vahyin nuruyla temizlerse, çok büyük kazançlarla çıkabilir... Uzleti, ruhen bir tazelenme ve Allah yolunda cihad için benzin alma vesilesi kılmak için geçirirse çok büyük kazançlarla çıkabilir… İnanç, yoğun düşünceyle imana dönüşür; bilgi, tertil (düşünerek) okumayla bilgeliği kazandırır; nefisle cihad, vazgeçmeyi öğretir ve sabır, sebatı getirir... Şayet uzlet esnasında nefsi terbiyenin yollarından olan az yemek, az uyumak, az konuşmak başarılabilirse tüm bu kazançlar elde edilebilir.
           Bu çağ, uzletin tam tersi olan toplumun içinde olma, görünür olma anlamında zirve noktada olan bir çağdır. İnsanlar ama fiziken sosyal ortamlarda, ama sanal olarak sosyal ortamlarda bulunma ve oralarda görünür olma ihtiyacı duyuyorlar. Hatta bunun yarışı içerisindeler. Kendi ile kaliteli bir uzlet dönemi geçirmeyen ve Rabbini de kendini de tanımayan insanlar, başkalarının hayatını merak ediyorlar veya başkaları kendisini görsün istiyorlar. Sanki dünya büyük bir sinema platosu ve insan bunun içinde başrolü kapmaya çalışan hırslı oyuncu gibi. Halbuki bir süre sonra film bitecek ve figüranla beraber aynı gerçek hayata dönecek. Rabbimiz’in ‘bu dünya hayatı bir oyundan ibarettir’ benzetmesi ne kadar da insanı sarsıcı bir gerçektir. Ancak beyaz perdenin büyüsü gibi, insanı saran sanal alemin büyüsü, insanı derin ve reel düşünceden uzaklaştırmakta. Bu durum insana yıllar kaybettirmektedir. Günler birbirini kovalamakta ve akıp giden suyun geri gelmemesi gibi giden her bir gün ömürden gitmekte ve geri gelmemektedir. Hep başkalarının hayatı ile ilgilenen veya hep başkaları için yaşayan insanlar, aslında bu dünyaya hiç gelmemiş kadar silik insanlardır. Kıyametin alametlerindendir zamanın hızla akması... Boş işler ve boş düşüncelerle geçen ömür, insanı kof bir odun kütüğüne çevirmektedir. İnsanın kök salması, imtihanlara dayanaklı hale gelmesi, zaman zaman kısa süreli de olsa uzlet hayatının olması, kendini, Rabbini, hayatı- memâtı derin derin düşünmesiyle mümkündür.     
          ‘Yalnızlık Allah'a mahsustur’ derler. Allah yalnız değil ki! Elbette biliyorum Rububiyyetinde- Uluhiyyetinde birdir; tektir. Ancak Allah daim onu seven kullarıyla beraberdir! Bizlere şah damarımızdan daha yakın, dua ettiğimizde duamıza icabet eden değil midir? İşte uzlet insana Rabbinin yakınlığını yakinen hissettirir. Oturup Kuran okuduğunda, Rabbini dinlediğinde yalnızlık yalnızlık olmaktan çıkar. Dua edip derdini, derdi de dermanı da verene arz ettiğinde yalnızlık yalnızlık olmaktan çıkar. Allah’ı düşünmeden geçen uzlet yalnızlıktır. Allah’ı düşünerek geçen uzlet, dostla sohbetle, dostla muhabbetle geçen en kıymetli, dopdolu zamanlardır. Aslında Allah’ı düşünmeden geçen ömür yalnızlıktır; kimsesizliktir. Yanında Allah olanın dünya yanında olmasa ne gam; yanında Allah olmayanın dünya yanında olsa ne anlamı var…
          Efendimiz (sav) bu davaya hazırlanırken Ona yalnızlık sevdirildi. Sonraki dönemlerde de genel halinde nispeten hep bir uzlet hali var olmuştur. Ömrü mücadeleyle geçmiştir ama; az- öz konuşmuş, geceleri ihyaya azami dikkat etmiş, Ramazanın son 10 günü itikafı hiçbir zaman ihmal etmemiş, namazlarını uzun uzun kılmış, hasılı kelam Rabbi ile baş başa kalmak, Ona her zaman insanlarla bir arada olmaktan daha sevgili gelmiştir. Bizler de mecburen konuşma durumları hariç fazla konuşmamaya; mecburen insanlarla bir arada bulunma durumları hariç boş oturmalara dalmamaya, böyle durumlardansa uzleti sevmeye alışmalıyız. Bu durumda günahımızın azalacağı gerçeğini de asla unutmamalıyız.