24 Aralık 2019 Salı

Kitap Okumaya ve İslami Eğitime Dair Bir Kaç Kelam


           Yeni bir nesil yetişiyor. Bu neslin ne ile beslendiği o kadarda önemli ki. Seyyid Kutup Yoldaki İşaretler'in 'Örnek Kur'an Nesli' bölümünde sahabe nesli gibi bir neslin bir daha gelmediğinden bahseder ve bunun sebeplerini ortaya koyar... Bu sebeplerden birisi olarak 'sahabe safi olarak ana kaynaktan Kur'andan besleniyordu. Oysa bugünkü nesil çok farklı kaynaklardan beslendi; besleniyor.' der. Bu sebebi ortaya koyarken, o çağın, bilgi kaynaklarının çeşitliliği noktasında zengin bir dönem olduğunu anlatır. Bugün Avrupa medeniyetinin temellerini teşkil eden Roma uygarlığı, batı düşüncesinin kaynağı olan Yunan felsefesinin rüzgarı o dönem Arap yarımadasında da esiyordu...   

            Beslenme uzmanlarının bir sözü var: 'biz yediklerimiziz'. Aslında okuma konusunda da şunu diyebiliriz: 'Biz okuduklarımızız' İnsan okuduklarının şeklini alır; okumak insana şekil verir. Bundan dolayı okumamaktan okumak daha iyidir ama ne okuduğun, en az okumak kadar önemlidir. Bir kitapta 'kitap yakmaktan daha kötüsü kitap okumamak' diyordu. Bu cümleye ek bir cümle olarak 'kitap okumamaktan daha kötüsü de insanı yakacak kitapları okumak.' cümlesi olabilir.


            Bir de okumak başka bir şey eğitim başka bir şeydir. Kuran 'oku' der ama öylesine, kafana göre, dereden tepeden okuma değildir bu. 'Bismi Rabbike- Rabbinin adıyla' ifadesi, okumayı şarta bağlamaktadır. Rab 'eğiten, terbiye eden' demektir. Aslında ayette okumak eğitim görmek manasına da gelmektedir. Okumayı sevenler için öncelikle düzenli bir islami eğitim alzemdir. Geçenlerde twitter da bir hesabın profiline girdim 1000 tane kitap okudum yazıyordu. Doğrudur, okumuştur ama hiç belli olmuyordu hatta yazdıkları o kadar seviyesizdi ki keşke hiç okumasaydı dedirtti. Zannediyorum Kur'anda bildirilen 'kitap yüklü merkepler' ifadesi bunlar içindir...

           Ne okuyacağız? Hangi eğitimden geçeceğiz? İslami eğitimden kasdettiğimiz elbetteki öncelikle temel islami ilimlerdir. Dinin temellerini öğreten Tefsir, Hadis, akaid, fıkıh, İslam tarihi İlim talebesine kuralları, kavramları, okuyacağı temel ilimlerin usulünü öğreten usul ilimleri gibi.. İslami ilimler deryadır ve bu deryaya biraz dalmak isteyenler, fıkhi konulara biraz daha hakim olmak için klasik ilmihalin dışında nikah-talak, miras hukuku gibi ilimlerin detayını öğrenmelidir. Bir de fıkıhta insanın ufkunu açan bir ilim var ki benim hayatım boyunca öğrendiğime en çok şükrettiğim ilimlerdendir. Kavaidul fıkhı külliyye yani külli fıkıh kaideleri ilmi. Ana fıkıh kaideleriyle beraber, fer'i kaideleri ve istisnaları anlatan mühim bir ilim. Hadis ilmini, İmam Müslimin belli bölümlerinin tamamını Ahmet Davudoğlu şerhinden okumak insanın yine ufkunu açar... Ve diğer hadis kitaplarından hadis okumaları... Bu ilimlerin yanı sıra Gazali, Kuşeyri okumadan olur mu? Hocamız Mesneviden ve Risale-i Nur'dan aylarca ders yapmıştı. Ve bu kitapları okuduğumuzda, dersini dinlediğimizde, bu cevher kitapların kesinlikle hakkıyla bilinmediğini; hatta yanlış bilindiğini anlamıştık.
       
           Bugün Türkiyedeki üniversitelerin felsefe bölümlerinde Platon, Aristo, Dekart okutulur ama Gazali, Farabi, İbn Rüşd, İbni Sina okutulmaz. Sosyoloji fakültelerinde Weber, Durkheim, Agusto Comte okutulur ama tarihi felsefi ve sosyolojik açıdan değerlendiren bu işlerin otoritesi İbni Haldun'a neredeyse hiç önem ve yer verilmez. Bundan 15 yıl önce ABD'nin en entellektüel başkanlarından olan Clinton gelmişti. Yaklaşık 1,5 saat ayakta yaptığı konuşmasında defalarca Mukaddimeden örnekler verdi.Bazı yerlerde Mukaddimeden alıntı yaptığını söyledi, bazı yerlerde söylemedi. Biz de Hocamızla günlerce Mukaddime'den ders yapmıştık. Clinton'un Mukaddimeden yaptığı alıntıları hemen farkettim. Bizim batı hayranı ve gerçek aydın olma vasfını kazanamamış siyasetçilerimiz, eski Amerikan başkanını hayran hayran izleyerek, zannediyorum içerinden 'ne kadar birikimli adam' diye geçirmişlerdir... Bizim ülkemizde maalesef, siyasetçisinden entelektüeline varıncaya kadar, bilgi ve kültürde kendi kaynaklarından bihaber olma durumu vardır. 

            Eğitimden sonra bireysel kitap okumalarına gelirsek, öyle kıymetli eserler varki, özellikle gençlerimize dava ve muhalif ruh verecek, onları ideolojiler karşısında özgüven sahibi yapacak eserler... Bunlardan Seyyid Kutub ve Mevdudi'nin eserleri önde gelir. Bu kitaplar elbette yine üzerinde tahliller yapılması gereken kitaplar... Siyerde, Özellikle siyerin detay konularını anlatan, Efendimizin mektuplarının orjinallerine ulaşarak araştırmacı yazarlığıyla meşhur Muhammed Hamidullah hocanın İslam peygamberi gibi... Daha burada adını sayamayacağım o kadar çok ve kıymetli İslami eser var ki. Eski eserler yeni eserler... Bazen bir kitabevinde kıyıda köşede kalmış kadim, cevher kıymetinde bir esere rastlayabiliyorsunuz veya yine bir köşede adı sanı duyulmamış bir akademisyenin bir doktora tezine denk gelebiliyorsunuz, alıyorsunuz ve bu kitap sizin başucu kitaplarınızdan olabiliyor. Bu eserler okunmalı, paylaşılmalı. Bazen yüzlerce kitabın çabalayıp da anlatamadığını bu kıymetli eserlerin bir tanesinde bulabilirsiniz.

           Kitap okuma konusunda gençlerden de öğreneceğimiz şeyler olduğuna inanıyorum... Önümüzdeki 50 yılın mimarı olacak gençleri anlamak gerektiğine inanıyorum. Bazen zorlanıyorum çünkü bir kuşak farkı var aramızda. Ama onları dinlemeyi seviyorum ve bu diyaloğun bana bir şeyler kazandırdığına inanıyorum.

           Bu yıl sınavda derece yapan ve Boğaziçi'ni kazanan, ilgili, çok okuyan bir yeğenim var. O kadar çok kitap okuyor ki, Ankara'dan tatil için geldiğinde bile kargoyla kitaplar geliyor, bir kaç haftasını bile okumadan geçirmek istemiyor. Bu yaz okuduğu kitapları inceledim. Hemen hepsi kurgu. Bilim kurgu, fantastik kurgu. 'Neden hep kurgu okuyorsun, hayat kurgu değil gerçek. Gerçek hayatları anlatan, biyografi kitapları okusan, bunun yanı sıra tecrübeleri, bilgelerin tespitlerini anlatan kitaplar okusan' dedim. Verdiği cevapla 'bazı açılardan haklısın' demek zorunda kaldım. 'Teyze kurgu yani hayal gücü olmasa icat olmaz, bugün buluşlar yapanlar senin gibi düşünse yeni şeyler üretemezlerdi.' dedi. Kurgu yani hayal gücü, yok olanı var gibi düşünme, zihni olmadık yerlere götürme, düşünceyi hayalle zorlama ve sınırları aşma... Ne demek istediğini anladım. Edebi olan kurgu romanların ne verdiğini anlamak için popüler olanlardan bir tane almaya karar verdim, aldım, ancak henüz okuyamadım... Okuyunca daha net bir fikrim olacak.

             80'li yıllarda okuyan ve tartışan bir nesil vardı. 90'lı yıllara gelindiğinde ise okullar okuyan, matematik- fizik şampiyonu olan ama islami ilimleri okumaya, temel islami ilimlerden bihaber bir nesil yetişti. Bu nesil bizim özlediğimiz, etkili, dava sahibi, tavizsiz, zulme ve gayrı islami olan her şeye muhalif bir nesil olamadı. Sadece beşeri ilimlere önem veren, kendini kamufle etmekten dolayı net bir duruşa sahip olamayan, ufku kapalı, meymenetsiz bir nesil... İslami ilimlerin kazandıracağı temel vitaminlerden istifade edemeyen sıhhatsiz bir nesil... Çeyrek asırdan fazla da böyle zaman kaybettik.

            2000'li yılların gençliği yeniden okumaya başladı. Bu çok güzel ve ümit verici bir gelişmedir. Ancak bu okumalardan çok daha önemli olan İslami eğitim, ihmal edilmemelidir. İslami eğitim almış ve kitap okumayı seven gençlerimiz, gerek İslami cenahın gençlerine gerekse de dünya gençliğine İslami eserleri tanıtma misyonlarını da unutmamalıdırlar. Bunun yanı sıra elbette ki batı klasiklerini veya batılı uzmanların otorite sayılan kitaplarını ve bazı popüler kitapları okuyabilirler. Bu kitapların da bir kısmı ufuklarının açılmasını sağlayabilir. Bu konu kendilerine kalmış bir tercihtir.

            Hasılı kelam, okuyan bir neslin başaramayacağı iş, kaldıramayacağı yük, aşamayacağı dağ yoktur. Yeter ki okuması gereken kitapları okusun... Ve yeter ki kitap okumak, kuru okumanın ötesine geçsin. Anlamak, yaşamak ve anlatmak için okunmayan her kitap okuyan için yüktür...





1 Aralık 2019 Pazar

O Gece Oradaydım -Furkan Vakfı 25 Yaşında-


           
             1994 yılının Aralık ayında resmi olarak açılan Furkan vakfının, bu açılışını ilan için 95’in Ocak ayında özel bir ‘açılış programı’ yapıldı.
Arkadaşlarla günler öncesinden, nasıl bir program olacağı, katılımın nasıl olacağı hususunda ve Mısır’dan gelecek olan Alparslan Kuytul Hocamızın nasıl birisi olduğu konusunda konuşuyoruz ve heyacanımızı birbirimizle paylaşıyorduk.
             Yağmurlu bir Ocak akşamında programın yapıldığı mekana birkaç arkadaşımla beraber gittik. İçeriye girdiğimde, sıcacık tebessümlü kardeşlerimizle musafahalaşınca, hal-hatır sorunca üşümem geçiverdi. Henüz 7-8 ay önce tanıştığım bir cemaatin vakfının açılış programında, kendimi hem ev sahibi hem de misafir gibi hissediyordum. Bir taraftan gelen misafirlere ‘hoşgeldiniz’ demeye çalışıyor, bir taraftan da programı en ön sırada seyretmek için arkadaşlara yerimi ayırmalarını tembihliyordum. Adana Büyükşehir Belediye Tiyatro Salonunun giriş katındaki ve balkondaki koltukları tamamen dolmuştu. Bayanlara ayrılan balkon kısmının en ön sırasındaki yerimi aldım. Koltuğuma oturunca tiyatro salonunun tavanına duvarlarına göz gezdirdim. Havası eskisinden ne kadar da farklıydı. Bu salonu iyi biliyordum. Daha bir yıl öncesine kadar, burada oynan birçok tiyatro oyununa gelmiştim. Ama bu gece farklıydı… Duvarı, tavanı, atmosferi farklıydı... Yanımdaki arkadaşlarım farklıydı… O salonda bulunuş gayem farklıydı… Ve yüreğimin heyecanı coşkusu ne kadar farklıydı.
              Program gönlümüzün baharı Kur’an tilavetiyle başladı. Daha sonra, amatör insanları birkaç günde çalıştırarak onlardan profesyonel bir koro ekibi çıkarma özelliği olan –sonradan, hidayet bulmadan önce de müzisyen olduğunu öğrendiğimiz- Kemal Abi’nin hazırladığı Grup Furkan koro ekibi çıktı. Tabi koronun solisti Kemal Abiydi. Benim için ilkleri yaşadığım bir geceydi. Böyle bir koroyu ilk defa izliyordum ve bu ilahileri pek de duymamıştım. O geceden aklımda kalan ezgi Kemal Abinin yanık sesiyle söylediği ‘Allahu Allah’ ezgisidir
‘Ömrünü bitirmiş viranemiyem
Aklını yitirmiş divanemiyem
Allahu Allah Allahu Allah Allahu Allah’
            Ne güzel ezgidir… Bazen bir ezginin, uzaktan gelen belli- belirsiz nağmesi, sizi 25 sene öncesine götürebiliyor. Şimdi bu yazıyı yazarken mırıldanınca, sanki o geceye gidiverdim.
            Artık ezgiler de bitmişti ve büyük an yaklaşmıştı. Sunucu, Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızı konuşmasını yapmak üzere takdim etti. Gözlerimizi dört açmıştık, aylardır ismini duyduğumuz ama kendisini hiç görmediğimiz Hocamızı ilk defa görecektik. Tiyatro salonunun sahne kısmının merdivenlerinden ince uzun genç bir adam çıktı. Saçları sakalları simsiyah, gözleri kocaman, bakışları keskin, kaşları çatık bir adam… Uzunca bir giriş duasından sonra konuşmasına başladı. Şecaatli duruşuyla, kararlı ve insana güven veren konuşmasıyla ve ismiyle müsemma (konuşmanın kimi yerlerinde aslan gibi kükrercesine) ses tonuyla, daha o günden, davası uğruna her şeyi göze alacak bir dava adamının karşımızda olduğunu anlamıştık.
Hayatım boyunca unutamayacağım ‘Öncü Nesil’ konuşmasını yaptı.
Öncü Nesil mum gibi kendisini yakan, fakat insanları aydınlatandır; öncü nesil yalnızca fikirlerini    değil; hayatını değiştiren nesildir. Öncü nesil namaz kılmak için otobüsü durduran nesildir; öncü nesil Tarık Bin Ziyad gibi gemilerini yakmış bir nesildir; öncü Nesil Necip Fazıl’ ın bahsetti ‘kim var denildiğinde, sağına soluna bakmadan ben varım diyen nesildir. Öncü nesil FURKAN’DIR…’                          
           Konuşma bittikten sonra bir süre yerimden kalkamadım. Kulağımda sürekli hocamın sesi ve ‘öncü nesil’ kavramı uğuldayıp duruyordu… Ve orada Rabbime, hayatımın dönüm noktalarında verdiğim önemli sözlerden birini daha verdim. ‘Ben de öncü nesil olacağım’ dedim. Bunun için imkânım var diye düşündüm. 21 yaşındaydım, heyecanlıydım, okumayı, koşturmayı seviyordum, anladığımda, sevdiğimde ve inandığımda yapamayacağım şey yok gibi geliyordu… Konuyu anlamıştım, zaten severek bu yola girmiştim, bundan sonrası bana kalıyordu… Kafamda bu düşüncelerle, koşarak geldiğim salondan daha ağır adımlarla ama yüreğim mutmain bir şekilde çıkıyordum. Dilimde, ‘Allahu Allah’ ilahisi… Yağmur durmuş, gece epey ilerlemiş, yollarda kimse kalmamıştı. Toprağın kokusunu ciğerlerime kadar çektim, elhamdülillah dedim.
Bana böyle duygular yaşatan bir açılış programıyla açıldı Furkan Vakfı. 25 yıl boyunca adına leke sürdürmedi, açılışta ortaya koyduğu misyondan sapmadı. Gayesi, toplumuna faydalı, eğitimli, ahlaklı, çalışkan, dininin- davasının bilincinde, kula kulluk etmeyen, özgür ruhlu ‘öncü bir nesil’ yetiştirmek oldu. 2 yıl önce, bu ulvi gayeleri hedef edinen, bu hedefi meşru yollarla gerçekleştirmeye çalışan vakfımıza kayyum atandı. İddialar yenilir yutulur cinsten olmayan, esasında iftiralardan oluşan iddialardı… Ancak 2 yılın sonunda gelinen noktaya baktığımızda, Rabbim bu süre boyunca bu vakfı daha çok tanıttı, daha çok sevdirdi ve tertemiz olduğunu dünya –aleme duyurdu.
Furkan Vakfına kayyum atadılar ama gönüllere kayyum atayamadılar. Binalara mühür vurdular ama kalplerdeki sevgiye mühür vuramadılar, bağlanmış gönüllerin bağını çözemediler… O bağlı gönüller hem davalarına hem cemaatlerine hem de birbirlerine daha da bağlandılar. Binalara mühür vurdular; binaların ne önemi var! Bugün her ev vakıf! Her park vakıf! Yollar vakıf! Kafeler vakıf! Yeryüzü vakıf! Bu durumda ne yapabilirler! 25 yıl önce adı Furkan olan ve gönül sözüyle ahidleşenler ‘furkan gönüllüleri’ ismiyle, sayıları ve bağlılıkları artarak, Furkan ismini yaşatmaya devam ettiler; ediyorlar. Ne mutlu Furkan gönüllülerine! Ne mutlu söz verenlere! Ne mutlu sözünde sadık olanlara!
Rabbim cümlemizi mezara kadar sözünde sadakatli olanlardan eylesin.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Hayata Dair Anekdotlar - 2


          'Ben Kürdüm' dedi

          1988 yılının Ekim ayı. Yatılı bir kız lisesinin 1. sınıfındayım ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen 22 genç kız bir aradayız. Tabi ilk haftalar tanıma, tanışma, kendine yakın olanları anlama günleri, çünkü 15 yaşındasınız ve ailenizden ilk defa ayrılmışsınız. İster istemez dertleşecek, fıtratınıza , ruhunuza, şimdilerin ifadesiyle frekansınıza, uyacak arkadaş arıyorsunuz. 4-5 arkadaş hemen kaynaştık. İlk haftalarda birbirimize hayatımızı, ailelerimizi anlatıyor, esasında kendimizi tanıtıyorduk. Bir arkadaşımız, belki de içimizdeki en sıcak kanlı, en hayat dolu arkadaşımız hepimize bir şey söylemek istiyordu ama bir türlü söyleyemiyor, çekiniyordu. Sonra bir gün yatakhanenin ıssız bir köşesine beni çağırdı ve iyice yaklaşarak dedi ki : Biliyor musun ben Kürdüm. Bu şekilde sessizce ve ıssız bir yerde söylemesine çok şaşırmıştım. Şaşkınlığımı üzerimden hemen attım ve 'olabilir' dedim. Arkadaşım bir kaç dakika sonra 'bu defa daha acayip bir şey söyleyeceğim' dedi. Ben de 'söyle lütfen rahat ol, biz arkadaşız' dedim. Arkadaşım 'Ben Tunceliliyim ve aleviyim' dedi. Ben yine arkadaşıma 'olabilir, sen benim arkadaşımsın, bu durumlar hiçbir şeyi değiştirmeyecek' dedim... Oysa benim ailemin çoğu Türkçü. Kökleri Aydın'a dayanan ve atadan öteden Türk olan bir aile. Evimizde Ziya Gökalp'in kitapları elden ele dolaşırdı. Babam Türklüğü severdi ama hiç bir zaman ırkçı olmadı bize de ırçılığı  aşılamadı... Bu konuda  Alparslan Kuytul Hocamız: 'Kişinin kendi ırkını sevmesi normaldir, o ırkı üstün görmesi ise ırkçılıktır' der.
         Benim o Kürt ve alevi arkadaşım 4 yıl boyunca gece gündüz en yakın arkadaşlarımdan oldu. Okuduğumuz yıllar boyunca bu arkadaşım, ben ve bazı arkadaşlarımın ona verdiği cesaretle kürt olduğunu söylemeye hiç utanmadı. Daha sonra hayat tarzı tercihimizden olsa gerek, hayat bizi ayrı mekanlara, ortamlara attı. Geçenlerde arkadaşımla bir yerde tevafuk karşılaştık. Sanki dün ayrılmışız gibi konuşmaya başladık... Elbette hayatlarımız çok farklı ama, aradan yıllar geçmesine rağmen birbirimizle düşüncelerimizi konuşabildik... Türkiye 30 yıl önceki Türkiye değil. 30 yılda Kürt-Türk-Arap ırkları birbirine o kadar çok karıştı ki... Herkes birbiriyle evlendi, arkadaş oldu ve akraba, komşu oldu... Alevi- sünnilik meselesinde ise, arada inanç anlamında ciddi farklılıklar olsa da, görüşme- konuşma, arkadaşlık- komşuluk ilişkilerini ihmal etmeyen bir toplum haline gelme mecburiyetimiz var. Alevi sünni birbiriyle arkadaşlıklar kurmalı, komşular birbirini ziyaret etmeli...
       Bugün hala Kürtlerin rahatça ve özgüven içerisinde kendilerinin de özvatanı olan bu topraklarda 'Kürdüm ' diyememeleri, Kürtçe koşmaya çekinmeleri ve bazı geri kafalılardan tepkiler almaları beni çok şaşırtıyor ve üzüyor. Belli ki birileri Türkiyeyi çok daha geriye götürmeye çalışıyor. Dikkat etmek lazım...


12 Ekim 2019 Cumartesi

Birlik Mi? Öyle Kolay Değil...



Bir ülkede zulüm ayyuka çıkmışsa o ülkede birliği berberliği zor sağlarsınız. Bir ülkede cezaevleri doluysa ve artık bu insanların birçoğunun suçsuzluğu konuşulmaya başlandıysa o ülkede birliği zor sağlarsınız. Bir ülkede suçsuz ama bazı konularda muhalif milyonlarca insan evinde güven içinde değil ve sabah erken saatlerde kapısının kırılacak gibi çalınmayacağından emin değilse o ülkede birliği zor sağlarsınız. Bir ülkede, yöneticilerle yönetilen halk kitlesinin hayat standardı arasında uçurumlar oluşmuşsa ve bu durum işçisinden çiftçisine konuşulmaya başlanmışsa, o ülkede birliği zor sağlarsınız…
İşte tüm bunların olduğu bir ülkede, birileri ‘birlik’ diyorsa insanlar bu birlik ifadesini bile sorgular veya en azından susar... Belki başta birlik sağlandı zannedilir. Oysa 5-10 günlük sağlanan birlik gerçek bir birlik değildir. Tüm acılar devam ederken sloganik ifadelerle sağlanan birlik gerçek bir birlik değildir. Irkların iç içe girdiği bir ülkede, onları bir araya getiren değerlerin değil de ırkın üstün gelmesinin konuşulduğu bir ortamın sağlayacağı birlik de gerçek bir birlik değildir.
Bizim ülkemiz gibi ülkelerde maalesef her şey tersten işliyor. Önce, bir şeyler bahane edilerek zulüm artıyor, sonra da insanlar eleştirmeye başlayınca veya birliği gerektiren bir durum olduğunda ‘birlik olalım’ deniliyor. Böyle bir ülkede, dünyanın en haklı gerekçesiyle bile olsa birliği gerektiren bir durumda birliği sağlamak öyle kolay olmayacaktır… Birilerine çok klişe gelebilir ama yine aynı atasözünü söyleyeceğim. Atalarımız: ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ demiş. Bugün gerçekten ülkede birliği/ beraberliği sağlamak isteyenler, insanının kıymetini bilmeli! Cumhurbaşkanının dediği gibi ‘Adalet’ çığlıkları adaletin sağlanmasıyla dinmeli! Tek tip insan beklentisinden vazgeçilmeli! Tüm ırklara eşit haklar verilmeli ve fikir hürriyeti anayasa kitapçığında saklı kalmamalı. O zaman görülecek ki –geçmişte bunun âlâsını başardık- bu necip millet (milletten kastım ırk değil) nasıl birlik beraberlik içerisinde oluyor; hem de ölümüne kadar…
Rabbim o günleri görmeyi nasip eylesin.






15 Eylül 2019 Pazar

Hayatımızdan Anekdotlar...

           

Oğlumla Hayalimiz...
           
         3 yaşındaki oğlum hiç mevzusu geçmemişken bir anda koşarak yanıma geldi ve telaşla:'anne ben yaşlanmak istemiyorum!' dedi. Neden diye sorduğumda önce düşündü, sonra ısrarla 'istemiyorum işte, yaşlanmak istemiyorum işte, bir çözüm bul !' diye öfkeli cevaplar verdi. Öfkesi biraz yatışınca 'çünkü yaşlanınca twister (buzlu dondurma) yiyemeyeceğim ve lunaparkta tırtıla binemeyeceğim' dedi... Yaşlanmak kötü bir şey değil dedimse de anlatamadım. Israrla 'ben yaşlanmak istemiyorum, bana hemen bir çözüm bul' demeye devam etti. Bir taraftan 3 yaşındaki bir çocuğun neden ve nasıl bunları sorduğunun şaşkınlığını yaşarken, bir taraftan da tecrübesiz bir anne olduğum için ne cevap vereceğimi bilememenin şaşkınlığını yaşıyordum... Kısa bir afallamadan ve kem küm ederek verdiğim cevaplardan sonra, çok korktuğu yaşlanmanın olmayacağı yeri, Cenneti anlatmaya başladım. Oraya nasıl gidilir gibi sorular ardı ardına gelmeye başladı...
         Ve beraberce cenneti hayal ettik. O kadar güzeldi ki... O da ben de kendimizi kaptırdık ve hayal gücümüz bizi nereye kadar götürüyorsa oraya kadar gitmeye çalıştık. Normalde de hayal gücü kuvvetli olan ben, istediğim Cennet nimetlerine, hayal ettiğim cennete kendim de şaşırdım. Oğlumun hayal gücü de zannediyorum yaşından farklı. Cenneti, biraz Kur'anın ve sünnetin anlattığı gibi biraz da hayallerimizin son sınırına kadar tahayyül etmeye başladık. Çünkü orada Rabbimiz neyi ne kadar istiyorsak sınırsız verecek; hatta hayallerimizin ötesini verecek. Çünkü Allah'ın Keremi bizim hayallerimizin çok ötesinde... Konuşmamızın sonunda Cenneti, yani hayallerimizin gerçek olmasını ne kadar istediğimizi farkettik. 'Oğlum ben Cennete girmeyi çok istiyorum ve Cenneti özledim' 'Anne ben de Cennete girmeyi çok istiyorum' ' O zaman Rabbimizi çok sevelim, namazı sevelim, insanlara iyilik yapalım, paramızı- oyuncaklarımızı paylaşalım, yalan söylemeyelim, dürüst yaşayalım...' 'Tamam anne' 'Tamam oğlum' ...  İnşaAllah.

5 Eylül 2019 Perşembe

Bu Cemaatleri Ne Yapmalı (!)



Uzun süredir aklımda biriktirdiğim, bazı noktaları aklıma geldikçe ajandama karaladığım, birkaç ay önce yazmayı planladığım halde elim değmediği için düzenleyemediğim bir konuyu yazdım. Cemaatlerle ilgili meşhur ‘Diyanet raporu’ ve bunun üzerinden konuşulan ‘cemaatleri ne yapmalı’ sorusu.
Her ne kadar islamcılar adam akıllı konuşmasa da birçok kesim bu konuyu konuştu, halen de konuşuyor.
Bir kaç islamcı aydın hariç, islami kesimin hocalarından (konuştuğu halde benim duymadığım, bilmediğim varsa onlar istisna) herhangi bir yorum veya açıklama gelmedi. Gruplar, cemaatler(Bu raporla ilgi Yeni Asya grubunun özellikle Risale-i nur ve kendileriyle ilgili bölüme itiraz ettikleri bir yazı gazetede yayımlandı), hocalar ne düşünüyor da konuşmuyor bilemiyorum ama belki de böyle konularda aleni konuşmaların kendilerini daha fazla ortaya çıkaracağını ve baskıyı artıracağını düşünüyor olabilirler. Oysa birileri sizin hakkınızda planlarını ifşa ediyorsa, sizin de hiç olmazsa bu planlara karşı mücadele edeceğinizi söylemeniz veya eğer raporda veya bir takım iddialarda size uymayan taraflar varsa bunlara cevap vermeniz gerekmez mi? Gerçi mücadele etmeyecekseniz de susarsınız. Belki de bu suskunluk bunun göstergesidir; o kadarını bilemiyorum.
                Öncelikle Diyanetin yayımladığı söylenen raporla başlayalım. Rapor 226 sayfalık...
Bahsi Geçen Rapor Diyanetin mi?
Bu soruyu sormamın sebepleri var. Esasında Diyanetin hiçbir resmi yetkilisi bu raporu sahiplenmedi hatta reddediyor. Diyanetin bu raporu reddetmesi çok doğal, çünkü raporun eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez döneminde yazıldığından bahsediliyor, oysa Görmez’in cemaatlere bakışı bu kadar dar bir çerçeveden değil. Görmez’in daha önce ‘Nasıl bir Cemaat?’ başlığıyla yazdığım yazıda da örnek verdiğim, cemaatlerle ilgili meşhur ifadelerini hatırlayalım: ‘Bir cemaat kendisini ümmetin bir tuğlası olarak görüyor ise elini öpmek lazım. Birliğe hizmet ediyorsa, tefrikaya girmiyorsa, İslam’ın kürsüsünü bölmek ve parçalamak için kullanmıyor ve dilini tekfir kılıcı olarak kullanmıyorsa saygı duymak lazım. Bizi birleştirecek adalettir, ahlaktır’. Sözü geçen rapor ve Görmez’in cümlelerini karşılaştırdığımızda bir çelişki durum ortaya çıkıyor. Ve akla şu soru geliyor: “Peki ama hangi Diyanet?” yani hangi anlayışın raporu; sorunun içinde şu soru: “Diyanetin içinde bir başka diyanet mi var?”
Yazıda rapordan bahsederken yine de ‘diyanet raporu’ diye bahsedeceğim.
                Rapor Ne Söylüyor?
Rapor uzunca bir girişten sonra Türkiye’deki küçük- büyük, hak- batıl bütün cemaat, tarikat ve grupları kendince (genelde kendi perpektifine göre) kategorize ediyor. Aslında diyanetin, tüm dini grupları, bu gruplara hiçbir şey sormadan ve kaç ilim adamının incelediğini, bu ilim adamlarının ilmi ve fikri görüşlerinin ne olduğunu belirtmeden hazırladığı rapor bu şekliyle başlı başına bir mesaj veriyor. ‘Kriter, kıstas, mihenk taşı benim’ mesajı. Aslında bu haliyle, raporla ilgili çokça sözedilen ‘diyanet, resmi bir din anlayışı oluşturuyor’ iddialarını kuvvetlendirmiş oluyor. Yine temel ve problemli bir mesaj daha veriyor, raporu bir bütün rapor gibi göstererek sapla saman, kuru ile yaş, hakla batıl birbirine karışsın isteniyor. Çünkü hemen tüm bahsi geçen cemaat, tarikat, grup veya münferit hoca, bir sıfatın veya problemli bir akımın altında gruplandırılıyor. O gruptan olan-olmayan birbirine karıştırılıyor. Tıpkı ‘hakla batılı birbirine karıştırıp hakkı gizleme’ gibi bir durum var. Hak olan cemaatle batıl olan cemaat aynı başlıkta toplanarak hak olan gizlenmeye veya batıl gibi gösterilmeye çalışılıyor. 
Raporda dikkat çeken bir diğer mesele ise hemen her konunun sürekli FETÖ’ye bağlanması. Bu durum hem bu rapordan hem de bu raporun kullanılacağı alanlar ve projelerden işkillenmemizi sağlayacak fazlalıkta.
Cemaatler Neden Bitirilmek İsteniyor?
Bu yazıda sorulara cevap ararken bazen eleştirilerimle beraber onların cevaplarını, bazen kendi cevaplarımı, bazen de soruların içindeki sorularla oluşan cevapları yazdım. Yukarıdaki sorunun cevabını da bu yolla bulmaya çalışacağım.
Raporda sürekli "Fetö'ye" atıfta bulunularak aslında cemaat/tarikatlerle ilgili "paralel devlet endişesi"ne vurgu yapılmak isteniyor. Esasında cemaatlerle ilgili endişenin, sadece ‘parelel devlet' endişesinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Meselenin bu kadar basit olduğunu zannetmiyorum. ‘Paralel devlet endişesi basit bir endişe mi’ diye sorabilir birileri. Hayır, elbette basit bir endişe değil. Ama bu konunun kendisiyle ilgili çok soru işareti var kafamda. Çünkü şunu biliyorum ‘hiçbir devlet belli bir gayesi olmadan bir cemaatin devletin içine bu kadar sızmasına müsaade etmez’. Burada, sadece gelip geçici roller oynayan hükümetlerin bu cemaatleri zaman zaman kullanması argümanı bana çok basit geliyor. Evet bu argüman, bilinen, konuşulan, görülen bir argümandır. Ancak hükümetlerin fevkinde olan kurum ve kişilerin bu görülen duruma bu kadar sessiz kalmalarının ve bu kadar müsaade etmelerinin altında bir sebep arıyorum. Aklım beni bu sebebi aramaya sevkediyor. Bir devletin içine bir (paralel) devlet sızacakta bunu o devlet 50 sene görmeyecek veya buna o devlet 50 sene göz yumacak. Bu durum aklın alacağı bir durum gibi gözükmüyor. Birileri buna ‘hata yapıldı’ gibi basit bir cevap verebilir. Başka cevaplar da verilebilir. Güçlüler cevap vermede mahir olsalar da, düşünen insanların kalplerini ve akıllarını mutmain etmede mahir olamazlar. Bir devlet 50 sene uyuyamaz. Bir devlet 50 sene hata yapamaz; yapıyorsa devlet olarak ayakta kalamaz. Bu işte başka bir iş var…
‘Neden göz yumuldu’ sorusu o kadar can alıcı bir soru ki. Bir devlet için, ‘Göz yummak’ müsamaha mıdır? Yoksa bir planın gereği bir strateji midir? Bu soruların cevabını bilmiyorum; esasında bu konuyla alakalı cevaplardan çok sorularla kafamda bir şeylerin şekillendiğini görüyorum.
Bir de meselenin şöyle enteresan ve çok önemli bir yönü var ki, kendilerini hiçbir zaman ‘cemaat’ olarak nitelendirmeyen bir yapının yaptığı söylenen bir darbe kalkışmasından kaynaklı, cemaatleri bitirme veya 'denetleme' adı altında kıpırdayamaz hale getirme noktasına nasıl gelindi? Yine hiç sorulmayan ama, az da olsa bazı cevapları içinde barındıran bir soru. 
Bir şeyler bahane edilerek Türkiye sanki farklı bir döneme girdirilmek isteniyor. 2. Devrimler dönemi gibi. ‘Tekke/ zaviye kanunu’ farklı bakış açılarıyla değerlendiriliyor. Perinçek, Diyanet raporunu da kritik alarak, bu kanunu hatırlatıyor ve kanuna göre ‘hepsi kapatılmalı’ diyor. İsmail Saymaz daha bir tersten ve farklı düşünüyor, revize edilmeli diyerek ‘tekke zaviye uygulanmayan bir kanundur, tıpkı şapka kanunu gibi ve tarikatlar bunun uygulanamaz olma durumundan istifade ederek çoğalmışlardır’ diyor. Ve ölümü gösteren Perinçek’e karşı adeta sıtmaya razı olunması gerektiği sonucuna vardıracak ‘direkt kapatılmasınlar, (adeta kıpırdayamaz hale getirircesine) denetlensinler’ diyor. Aslında ‘denetlenme’ konusu önemli bir konu ve aslında hali hazırda yürürlükte olan, uygulanan bir konu. 3 kadının yürüyüşünden bile haberdar olan devlet, cemaat ve tarikatlarda olan her durumdan da haberdardır ve buraları gizli- açık zaten denetlemektedir diye düşünüyorum.
Ancak daha önce İsmail Saymaz’ın kitabıyla ilgili yazdığım yazıda da değindiğim gibi ‘özellikle sapıklığı aleni olan bir takım tarikatlara neden göz yumuldu?’ sorusundan kendimi alıkoyamıyorum. İsmail Saymaz’ın gördüklerini, bulduklarını, devlet neden görmedi. Veya Adnan Oktar örneğinde olduğu gibi ‘tüm Türkiye’nin gözü önünde yaşanan gerçekler neden görmezden gelindi? Görenler, ‘bunlar normal değil diyenler’ neden dinlenmedi; hatta onlara davalar açıldı ve Türkiye Cumhuriyetinin mahkemeleri görenleri neden suçlu buldu? Adnan Oktar Alparslan Kuytul’dan nasıl tazminat kazandı!
Sanki kronik bir problem bir kaç olayla anlaşılmış, daha önce uyunmuş gibi davranılıyor. Ve toptancı bir mantıkla, anormal sert bir yaklaşımla, daha birkaç yıl öncesinden 180 derece farklı bir bakış açısıyla, herkesi şaşkına çevirecek muameleler yapılıyor. Birilerine kızmış gibi görünüp memleket yakılıyor.
Tüm bu durumlara yine soruyla cevap bulmaya çalışalım. Neden, her şey sanki yeni farkedilmiş gibi, bir anda tüm cemaatlere adeta darbe yapmaya kalkışılması neden? Yoksa sebep, özü dine temayüllü olan bu necib milleti dine yönelişlerden bir türlü kurtaramayanların, biraz korkuyla, biraz mide bulandırarak, biraz güven sarsarak, bir 50 sene dinden, dinin konuşulduğu, dini eğitimin verildiği yerlerden uzaklaştırmak mı? Kafamda sorular dönüp duruyor.
Cemaatler Elbette Denetlenmeli Ama…
Yine de sorulardan kurtulup yazmaya devam etmek lazım. ‘Denetleme’ konusuna tekrar dönecek olursak. Konuyla ilgili çeşitli köşe yazılarında veya tartışma programlarında, uzman olan olmayan bazı insanların önerdikleri denetleme çeşitlerinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan bir kaçı, dini(ilmi) denetim, mali denetim, üye sayısı denetimi, amaç denetimi… Dini denetimi diyanet, mali denetimi Vakıflar Genel Müdürlüğü veya maliye, üye sayısı denetimi VGM tarafından yapılsın deniliyor. Amaç denetimi denilen ne idüğü belirsiz, muğlak veya her manaya çekilebilecek anlam ihtiva eden denetim çeşidini ise kimin yapacağı belli değil (belki de belli). Bu denetim çeşitlerinden mali denetim hariç hepsi tartışma götürür...
Amaçtan kastedilen nedir? Şayet devletin içine sızma amacı taşıyan, bununla ilgili gizli ajandası olduğuna dönük delillere ulaşılan bir cemaat/ tarikat varsa, devletin buna karşı reaksiyon göstermesi, bununla ilgili tedbirler alması normaldir. Ancak, toplumu ıslah, gençliği suçlardan kurtarma, çirkef batı medeniyeti gibi nefislerin hakim olduğu değil, İslam medeniyeti gibi Allah'ın hakim olduğu bir toplum oluşturma amacı da sorgulanacak ve denetlenecek mi? Bu konuda can alıcı soru bu!
Özellikle Alparslan Kuytul Hocaya hazırlanan son iddianamede de geçen, suç gibi gösterilen, birçok hakkaniyetli insanı şaşırtan ve öfkelendiren ‘İslam Medeniyeti’ ideali sorgulanacak, denetim altına alınacak ve bu ideali istemek ve bu uğurda çalışmak suç kapsamına girdirilecek mi? Oysa bir Müslümanın ‘batı medeniyeti’ karşısında ‘islam medeniyeti’ idealini savunması, amaç edinmesi doğal bir istek değil midir? ‘Medeniyetleri inançlar kurar’ der Alparslan Kuytul Hoca. Bozuk Hrıstiyanlığın, hatta ateizm/deizm karışığı bir anlayışın kurduğu ve bunu tüm dünyaya empoze politikasıyla dünyayı ifsad ettiği batı medeniyeti karşısında, bozulmamış kitabıyla, çağlara meydan okuyan, uygulanmış, hikmetli özellikleriyle ‘islam medeniyeti’ ni istemek normal, hatta her Müslüman ve dahi antiemperyalist Müslüman için de olması gereken durum değil midir?    
Bu konuda yazılan yazılardan en detaylısı Sinan Baykent’in yazısı. Sayın Baykent'in yazısı, tarihi süreci biraz farklı kavram ve kelimelerle anlatmış ve bu durumdan dolayı güç anlaşılan bir yazı. Yine Türkiye siyasal tarihinin en azından son 50 yılını iyi bilmeyenlerin pek de anlayamayacağı, hatta onların bile 2 defa okuyarak anlayabileceği şekilde yazılmış bir yazı. Ancak benim, meselenin bazı noktalarını anlamamda istifade ettiğim bir yazı oldu. Yazıdaki cemaatlere operasyon düşüncesinde olan güçlerle ilgili dayandırılan sebeplere çok çeşitli itirazlar yapılabilir veya bazı sebepler mantıklı bulunmayabilir ama şunu anlıyorsunuz: Sebep olsun olmasın, mantıklı bir dayanağı olsun olmasın birileri cemaatleri bitirmek istiyor… Yine yazıda itiraz ettiğim bir konuyu burada yazmadan geçmeyeceğim. Siyaset kurumunu dini gruplardan temizleme düşüncesi anlatılırken, imzalanması gereken bir deklarasyondan bahsediliyor ve bahsi geçen deklarasyonda bir cümle dikkat çekiyor: ‘Hiçbir tarikat ve cemaat mensubuna devlet memuriyeti verilmeyecek’. Bu nasıl olacak? Devlete sızma amacı olmadığı bilinen, legal bir cemaatin mensubu devlet memuru olamayacak mı? Memur olmak veya başarılı olanların yönetici olması ‘devlete sızmak’ olarak mı kabul edilecek? Bu cemaatlerin mensupları devlette en düşük seviye olan memur da mı olamayacak? Böyle bir durumda insanlar cemaatlere yaklaşır mı? Yoksa zaten yapılmak istenen bu mu?
Esasında FETÖ davalarında da bunu görmedik mi? Yıllarca devletin legal gördüğü, bir çok konuda resmi izinler verdiği bir yapının içindeki değişik pozisyonlarındaki insanlar toptan suçlu ilan edildi. Memurlar, öğretmenler, öğrenciler, adeta onların yanından geçen insanlar içeri alındı. Hatta onların akrabaları memuriyet mülakatlarından geçemedi. Bu toptancı ve halkı cemaatlerden uzaklaştırıcı mantık, yeni kurallarla yerleştirilecek mi?   
         Yazıda denetim konusundan da detaylı olarak bahsediyor…
Yine ‘insanlar özgür bırakılmalı’ deniliyor. Ancak ‘İslam medeniyeti idealinin’ bile suç görüldüğü, meşru bir cemaat mensubunun memur bile olamadığı bir ülkede hangi özgürlükten bahsedilebilir ki.
Sayın Baykent, Alparslan Kuytul Hoca ile ilgili de bir paragraf açmış. ‘devlet aygıtına dair hesaplar gütmeyen cemaatler de var’ diyerek yazdığı bölümde, Alparslan Hocayı ve hareketi örnek vermiş. Bu harekete açılan dava sürecinde, herhangi bir şiddet, devlete sızma, casusluk vs. gibi eylemlerinin olmadığı anlaşılmıştır diyerek, hakkaniyetli bir yaklaşım ortaya koymuştur.
Sonuç
Cemaatler veya tarikatlar asli vazifelerinin toplumu düzeltmek, hayırlı bir nesil yetiştirmek olduğunu unutmamalıdırlar. Devletin içine sızmak gibi gizli bir ajandaları hiçbir zaman olmamalıdır. Medeniyetimizin mimarı Efendimiz (sav) asla böyle bir metodla hareket etmemiştir. Bu tür gayrı İslami metodlar asli gayeden uzaklaştırdığı gibi, bir takım dış güçlerin de cemaate yön vermesi gibi sapmalara sebep olur. Hiçbir cemaat herhangi bir dış gücün tesirinde de kalmamalı, böyle güçlerden medet de ummamalıdır.
Cemaat veya tarikatlar hiçbir zaman holdingleşmemelidir. Bu durum, cemaatleri asıl gayesinden uzaklaştırdığı gibi, halkın İslam’a ve İslamcılara bakışını da zedeleyecektir.  
Devlet, gerek cemaat/ tarikatlar konusunda, gerekse de bunların içindeki insanlar konusunda toptancı mantığı bırakmalıdır. Bu mantık güveni sarstığı gibi, ülkedeki huzur ortamını da alaşağı etmektedir. Güvenin ve huzurun olmadığı bir ülkenin geleceği yoktur. Zira her vatandaş böyle bir ülkeden uzaklaşıp kurtulmanın yoluna bakacaktır.
Ülkede özgürlükler artırılmalıdır. Biz İslami kesimin insanları olarak, bu ülkede her fikrin konuşulması, tartışılması taraftarıyız. Hiçbir konuda iyiye, doğruya, hayra, karşılıklı konuşmalar/tartışmalar yapılmadan ulaşılamaz. İslamcı da fikrini söylesin, solcu da, Kemalist de. Fikrin bile beyan edilemediği, herkesin susturulduğu bir ülkede renk kalmaz, tek tip insan oluşur. Bu durum o ülkenin donması, durması ve tükenmesi demektir.
Din, bir toplumun birleştirici en önemli unsurudur. Güçlü devlet- güçlü toplum böyle birleştirici unsurlarla teşekkül eder. Devlet, dini değil dinsizliği tehlike olarak görmelidir.



23 Temmuz 2019 Salı

25 Yılın Ardından...




Daha dün gibiydi 20 yaşım... Çok büyük bir heyecan ve aşkla örtündüm. Süsten-püsten, basit mutluluklardan bir kararla vazgeçtim. Örtündükten sonra benden vazgeçen arkadaşlarımdan bir süre sonra ben de vazgeçtim. Bu böyledir... Bazı kimseler ve bazı şeyler sizi bırakır bazılarını da siz... Bir şeyleri tam kesmeden kesilemezsiniz; tam bırakmadan sarılamazsınız; kesin ayrılmadan bütünleşemezsiniz... Gözümü-gönlümü Rabbime (rızasına) diktim. Hep 'şimdi O bana bakıyor; O bana bakıyor ya O bana bakıyor...' diye diye dolaşıyordum... Tesettürlülerin birbirine selam vermesine hep gıpta etmiştim (o zamanlar öyleydi, herkes birbirine selam verirdi, vermemişse 'görmedi veya telaşlıydı herhalde' derdik.). Bundan dolayı örtündüğüm ilk gün sırf önüme gelene selam vermek için çarşıya çıktım. 'Selamun aleykum; aleykum selam... ' Ne güzel şey selamlaşmak... Fatih Sultan Mehmet idolümdü :) Dilimde hep: 'yürü ne diye hala oyunda oynaştasın; Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın' marşıyla, adeta ayağım yere basmadan yürürdüm… Hani bir cenk olsa gideceğim o kadar :) Yaşta 20-21 yani tam Fatih'in yaşları... Ve serde cihad ruhu var... Amfide başörtülü olarak en öne oturdum. İnkılap Tarihi Hocası 'bir de en öne oturuyorlar' diyerek zannediyorum benden bahsetti uzun uzun... Üzerimizden bir darbe geçti. 28 Şubat darbesi... Baş örtüsüyle gece nöbetlerinde çalıştığım ilk dakikalar... Ellerimin titrediğini, kalbimin güm güm attığını hatırlıyorum. Bölüm başkanımız olan profesörün çağırıp 'Benden habersiz mi başını örttün, benim annem de örtülü ama siz militanca davranıyorsunuz' sözleri kulaklarımda uğuldamıştı. Bir arkadaşımla beraber iki militan olarak laboratuvara alınmayışımız ve 2 hafta boyunca 'çay odasına (adeta) hapsedilişimiz...Yıllardır tanıştığımız, liseyi yatılı okullarda beraber okuduğumuz arkadaşlarımızın selam dahi vermeyişleri, yollarını değiştirmeleri... Ve arkadaşımla yaptığımız meşhur duamız. Çay odasında mahpusuz, ellerimizi açtık ve dedik ki 'Ya Rabbi bizi hangi bölüme sürgün verecekler bilmiyoruz, ama ne olur şu iki bölüme (bölüm başkanı mason vs. diye duyduğumuz, azılı başörtüsü düşmanı hocaların bölümleri...) vermesinler' Amin amin... Ertesi gün yaklaşık 100 farklı bölümün olduğu hastanede dua ederek istemediğimizi bildirdiğimiz o iki bölüme sürgün verilişimiz... Rabbim o duamıza böyle icab ederek bize ders vermişti. 'Yaptığınız hiçbir fedakarlığı şarta bağlamayın' dersi...

Her gün -neredeyse istisnasız- yasin okuyarak laboratuvara giriyordum ve her daim davetçi olduğumun farkında olarak her fırsatta tevhidi anlatmaya çalışıyordum. İlk başta bize yaklaşmayan, bizi görünce yolunu değiştiren insanlara, gülümseyerek, selam vererek, onlardan daha çok çalışarak, öcü olmadığımızı anlatmaya çalışıyorduk. Daha sonra, namazlarını kazaya bırakan bazı arkadaşlarımız bizden cesaret bulup namazlarını vaktinde eda etmeye başladılar, bazıları namaza başladı, bazıları bizimle başörtüsü mücadelesi kararı aldı. Davet ruhumuzu diri tutmamızı sağlayan ne güzel çileli günlerdi... Ve 6 yıllık mücadeleden sonra artık son yazım, 'memuriyetten atılma' yazısı elime ulaştı. Kendi kendime söz vermiştim, görevden alınma yazım elime geçtiğinde 'elhamdülillah' diyeceğim diye. Öyle de oldu; elhamdülillah... Ayrılırken adeta bir bölük arkadaş otobüs durağına kadar uğurladı, ağlayanlar, sarılanlar, adaletsizliğe söylenenler... Normalde gözü çok sulu olan benim gözümden bir damla yaş akmadı. Otobüse bindiğimde ve o dramatik ortamdan kurtulup, otobüsün kalabalığında ama kendi başıma kaldığımda, yanımdakilerin de duyacağı bir ses tonuyla, ikinci sözümü verdim: Onları beni görevden aldıklarına pişman edeceğim. Hayatımın en verimli saatlerini, mesai saatlerimi, Senin yoluna hasredeceğim; bundan sonra Senin için yaşayacağım Ya Rabbi…' Halen bu sözü tutma çabasındayım ve hayatımın bir anında bile (ki benim için asıl imtihanlar görevden alındıktan sonra başladı ve uzun süre devam etti...) memuriyet hayatımı bıraktığım için pişman olmadım. Rabbimin yolunda yaptığım bu küçük fedakarlığın O'nun rahmetini celbetmesinin ümidi ve duasındayım.  
            Benim için hayat 1994 yılında başladı. Sanki o yıl doğdum. Şimdi sene 2019 ve üzerinden tam çeyrek asır geçti. 25 yıl. Yaş oldu 45. Nasıl geçti? Bilmiyorum ama 'su gibi geçti' klişe cümlesi tam oturuyor. Bir taraftan her şey sanki dün gibi; bir taraftan sanki hep bu yaştaymışım. Karışık duygular... Okumalarla, anlatmalarla, dinlemelerle, koşuşturmalarla, dertlenmelerle- dertleşmelerle, hayallerle- hayal kırıklıklarıyla, stresle- huzurla ama olabildiğince heyecanla ve aktiflikle geçen 25 yıl... Sonsuz şükür. Geçenlerde bir arabanın arkasında okudum: 'Yaptıklarımdan pişman değilim; aklım yapmadıklarımda...' Aynen öyle. Elbette yaptığım bazı şeylerden de pişmanım ancak, Allah için yaptığım, Allah yolunda yaptığım hiç bir şeyden (o şey benim dünyevi anlamda aleyhime olsa da) asla pişman değilim! Ama yapamadığım veya ihmal ettiğim şeylerden dolayı üzgünüm.
Bilmiyorum bunları neden yazdım ama, talebelerime ara ara anlattığım kısa hatıraların yazılı da kalmasını istedim zannediyorum. Fırsatım olursa ara ara, bu 25 yıldan bazı anekdotları, hatıraları yazmaya ve paylaşmaya devam edeceğim inşallah.  


12 Temmuz 2019 Cuma

İSLÂMİ CENAHTA KAYBEDEN KAYBEDENE…




İstanbul seçimlerinin ikinci defa yapılmasıyla ve yenilginin daha ağır bir şekilde tescillenmesiyle beraber, kaybeden taraf daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. İslami kesim denilen cenah, aleni olarak kaybeden taraftır.
Siyasetçisinden iş adamına, hocasından aydınına, akademisyeninden avamına, 28 Şubat göreninden, görmeyenine varıncaya kadar kaybeden kaybedene… Kaybedenler kulübü epey kalabalık. Şimdi tüm bunları tek tek ele alalım:

PARTİ-  AKP

Kaybeden cenahın en büyük kaybedeni, bu cenahı siyasal anlamada temsil eden parti yani AKP’dir. AKP’nin neden kaybettiğini masaya yatırmadan önce başlangıçta nasıl kazandığına bakmak lazım… Aslında 2002 yılında girdiği ilk seçimde %34’lük oy alarak, bir anda büyük başarı elde etmesini sağlayan, bu kesimin büyük baskılar yaşadığı 100 yıllık uzun süreçtir… Ancak muhafazakâr kesimin yakın tarih açısından en büyük kırılma noktası, 22 yıl önce yaşanan ve post modern darbe diye isimlendirilen 28 Şubat darbesidir. 28 Şubatla İslami kesim, laik Kemalist rejimin acımasız- soğuk yüzünü tekrar görmüş oldu. Refah Partisine ve Erbakan Hoca’ya yapılan haksızlıklar, partinin kapatılması, siyasi yasakların gelmesi gibi zulümler bir taraftan sinmeye sebep olsa da, bir taraftan da muhalif geniş bir kitlenin oluşmasına sebep oldu… Yine başörtülü kızlara dönük zulümler, imam hatiplere dönük haksızlıklar, toplum vicdanını yaraladı ve halkın kahir ekseriyetinde özgürlükler noktasında bazı taleblerin oluşmasını sağladı… Kürt sorunu, verilmeyen haklar meselesi,  terör, kardeşliğin tesisi konusu gibi, sorunlar ve talebler, özellikle bazı aydınlar tarafından daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı... İşte tüm bu zulümler, talebler, geniş halk kitlelerinde, bir kurtarıcı beklentisi oluşmasını sağladı. AKP, oluşan/ biriken bu beklentinin medya ve birçok farklı gücün de desteğiyle, kanalize edildiği siyasal partidir. Bu parti ‘başörtüsü sorunu hallolacak; İslami faaliyetlerin önü açılacak; kardeş kavgaları bitecek; kimsenin yaşam tarzına karışılmayacak; daha fazla demokrasi (fikirlere, özgürlüklere saygı anlamında) sağlanacak; komşularla sorun yaşanmayacak ve bir daha 28 Şubat’lar olmayacak’ iddialarıyla, söylemleriyle ortaya çıktı. Ve bu söylemler gerek baskılardan usanmış muhafazakâr kitleden, gerekse de liberal aydınlardan ciddi anlamda hüsnü kabul gördü ve partiye büyük ümitler bağlandı, 17 yıl boyunca da ciddi anlamda destekler verildi…

Bugün AKP’nin geldiği noktaya, Türkiye’yi ve İslami kesimi getirdiği noktaya baktığımızda, başlangıçtaki iddialarından fersah fersah uzakta olunduğunu görüyoruz. AKP iktidara geldikten 10 yıl sonra başörtüsü sorununu (kanunla olmasa da) halletti. Çok geç kalmış bir serbestiyet olsa da İslami kesimin AKP’li olan- olmayan hemen hepsi bu adımı takdir etti. Çözüm sürecinde Türk-Kürt kardeşliği vurgusu, silahların susması hemen her kesimi memnun etti… Ancak ilk 10 yıl bazı iyi şeyler yapılmış olsa da özellikle son 7 yıldır yapılanlara bakıldığında, işin rengi ortaya çıkmaya başladı. Hemen her konuda geri adımlar atıldı. Zaten yeterli olmayan pozitif adımlardan vazgeçildiği gibi envaı çeşit konuda hem gayrı İslami ve hem de ülke zararına olan işlere imzalar atıldı. Gerek iç politikada gerekse de dış politikada 2002’den çok daha geriye gidildi. Çözüm süreci bitirildi, doğu- güney doğu kan gölüne döndü. Hem Türk hem Kürt ırkçılığı hortlatıldı. Hemen her sınır komşumuzla kavga etmeye başladık… Katı laik hükümetlerin bile yapmadığı şekilde Ortadoğu ziyaretlerinde laiklik tavsiye edilmeye başlandı… Ortadoğu’da oluşan ayaklanmaları kimlerin başlattığı ve sonucun nereye varacağı düşünülmeden bunlara destek verildi… Kemalizm açılımı yapıldı; çarşaflı kadınların Anıtkabir ziyaretleri, M. Kemale mersiyeler düzmeleri şaşkınlıkla izlendi. Ve önce alttan alta daha sonra da 15 Temmuz bahanesiyle aleni şekilde İslami faaliyetler engellenmeye başlandı ve özellikle cemaat çalışmaları yapanlara adeta savaş açıldı. On binlerce insan bir damga vurularak cezaevlerine dolduruldu. Sadece İslami kesime değil, muhalif olan kim varsa bir bahane bulunarak susturulmaya, sindirilmeye çalışıldı. Tüm bu zulümlerden milyonlarca insan etkilendi ve özellikle sosyal medya aracılığı ile yapılan zulümleri ve kadınların, çocukların, ailelerin dramlarını duymayan kalmadı. Bir de üstüne üstük patlayan ekonomik kriz, halkın tüm diğer yanlışları görmesini ve partiden de uzaklaşmaya başlamasını sağladı. AKP, artık  ciddi anlamda, liberal aydınların ve muhafazakar halkın desteğini kaybetmeye başladı. Son dönem, dindar görünmek için yapılan büyük camiler ve güçlü görünmek için yapılan devasa saraylar, halkın teveccühünü yeniden kazanmalarına yetecek gibi görünmüyor. Hatta tüm bu harcamalar da halk tarafından yavaş yavaş da olsa konuşulmaya/ eleştirilmeye başlandı.

HOCALAR

‘Doğruyu konuşamıyorsan da yanlışı övme!’

Bu süreçte kaybedenler güruhunun yine önde gelenlerindendir hocalar… Maalesef ‘kıyamet hacıdan-hocadan kopar’ sözünü yaşattı bazı hocalar… İslami kesimin, ülkemde adeta kıyameti yaşadığı şu dönemin en etkili mimarıdır(!) hocalar… Yapılan yanlışlara sessiz kalanlar; iktidara bil fiil destek olanlar; ateşli konuşmalarla halkın teveccühüne iktidar lehine yön verenler; iktidarın yanlışlarını zorlama fetvalarla kamufle edenler; hızını alamayıp Kemalistlerden daha fazla devletçi olup derin devlete dahi methiyeler düzenler… Halka, davası-hedefi olmayan; mıymıntı; yanlışa yanlış demeyen; münkere muhalif olmayan; her türlü zulme rıza gösteren, adeta afyon vazifesi gören bir din anlayışı kazandıranlar… İslam’ın yüz karası, insanları dinden- imandan soğutan hocalar…

Peki, İslami ilimleri okuyan, hatta bu ilimlerin kitabını yazan bazı hocalar nasıl ve neden bu hale geldiler? Birkaç negatif sebebi yazmaya çalışalım:

Devlet ricaline yakın olmak. Bir alim/hoca şayet siyasetin maşası olmak istemiyorsa, İslam hukukunun olmadığı veya İslam hukukunun göstermelik olarak işlediği bir sistemde, devlet ricalinden ve teklif edilen makamlardan fersah fersah uzak durmalıdır. Bazen İslam namına bir fayda elde etmek için bazen de şahsi menfaatleri gereği devlete yakın duran hocalara sistem, bir süreliğine bazı kolaylık ve menfaatler sağlayabilir. Ancak ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ mantığıyla hareket eden güçler, verdikleri 1 imkânın karşılığında 10 taviz koparmayı ihmal etmeyeceklerdir.

Devletçi bir anlayışa sahip olmak...1 Devletin bekasının, adaletin bekasının önüne geçmesi; devletçiliğe kurban edilen adalet, merhamet anlayışı… Buna ‘Emevi dönemi mantığı’ diyebiliriz. İslam tarihinin kara dönemi diye bildiğimiz okuduğumuz Emevilerde ‘devletin bekası için her şey meşru’ mantığı saltanat sisteminin yerleşmesine sebep olmuştur. Ve devlete zerre dokunan alim-avam kim varsa ağır bedeller ödetilmiştir. O dönem İmamı Azam gibi bazı alimler, canları pahasına da olsa, bu kendi din anlayışını dikta eden ve ulemadan da bu anlayışı onaylamasını isteyen devlet ricaline karşı mücadele etmişlerdir. Ancak dönemin bazı alimleri sessiz kalarak, bazıları da maalesef iktidarla iyi geçinme yoluna giderek bir nevi yapılan zulümleri ve bozuk/resmi din anlayışını onaylamış oldular. Alimler/Hocalar açısından bugün de devlete, devletin politikalarına, din-devlet ilişkisine bakış anlamında tarihe geçecek durumlar yaşanıyor. Tarih bu hocaları da gerek devletin dine verdiği zararlara sessiz kalmaları, gerekse de beka gerekçeleriyle adaleti hiçe sayanlara sessiz kalmaları sebebiyle kara sayfalara yazacak; yazdı.
Hocalarımız şunu unutmamalı adalet olmadan devletin bekası sağlanamaz; adaletsiz beka anlayışı devletin değil menfaatperest yöneticilerin bekasını sağlayacaktır… Bir de can alıcı soru ‘hangi devletin bekası? Devlet İslam mıdır ki…’ Müslümanların yaşadığı bir devlet, eğer saltanata/ diktatöryaya evrilecekse ‘beka vs.’ gibi söylemlerle hocaları kendisine biat ettirir. Hocalar -esasında Emeviden kalma- İslam/devlet geleneği zannedilen, devletin bekasını adaletin dahi önünde tutma anlayışının İslami olmadığını bilmelidirler… Ve yine bilmelidirler ki! Hocaların zulme sessizliği zorbaların elini güçlendirir; mücadele edenlerin ise gücünü ve tesirini kırar… 21. yüzyılda Yezid zihniyetinin temsilcileri yeniden hortladı; şayet Hüseynî duruş gösterenler veya İmamı Azam tavrı koyanlar çıkmazsa, yarınımız bugünümüzden daha berbat olacak gibi görünüyor.

Dava adamı olamamak. Dava adamı olmak başka bir şey; ilim adamı olmak başka bir şey. Hocalarımız Tevhid davasının adamı olmazlarsa, sahip oldukları ilim onları başka bir şeylerin adamı olmaktan kurtaramayacaktır. Davası olan insan sağlam olur, savrulmaz. İlim/ fıkıh elbette olmazsa olmazdır ancak eğer inandığınız ve uğruna can vereceğiniz bir davanız olmazsa, o ilmi yeri /zamanı geldiğinde hakkaniyetli ve kitaba uygun bir şekilde kullanamazsınız. İlim, dava yolunun en önemli aracıdır.

Korkaklık. Cesaret âlimlerde olması gereken temel özelliklerdendir. Eğer bu özellik olmazsa, ilmin ona söylediği duruşu gösteremez ve bu korkaklıktan kaynaklı suskunluk hali, halk nezdinde ikrar kabul edilir. Toplumun en cesurları âlimler olmalıdır. Âlimi korkak bir ülkede önce korku toplumu oluşur ve akabinde bu korku toplumunun üzerine, korku imparatorluğu kolayca bina edilir.

Özgüven sahibi olamamak. İslam âlimine dini, davası ve medeniyeti özgüven kazandıracaktır. Mensubu olduğu dinin medeniyetine, bu medeniyetin, dünyanın içine girdiği çıkmazlardan kurtuluşu sağlayacak, alternatifsiz tek medeniyet olduğuna inancı tam olmalıdır. Bu inanç, özgüven kazandırır ve batı medeniyetine karşı kompleksli yaklaşımlardan kurtarır ve çağın rüzgârından savrulmadan sapasağlam kalmayı sağlar. Bazen teknolojinin, modernitenin bazen de ideolojilerin, felsefenin rüzgârı çok kuvvetli estirilir. Hocalarımız, İslam hâkim olsun- olmasın her durum, şart ve ahvalde özgüven sahibi olurlarsa, moderniteden de fikri akımlardan da etkilenmeden ‘tek hak İslam’dır; İslam’ın hayat tarzıdır, İslam’ın medeniyetidir’ diye haykırmaya devam ederler.

Belli ilkelere ve kriterlere göre hareket etmemek. Bir âlimin dayandığı sabit ilkeler olmazsa siyaset rüzgârından ister istemez etkilenecektir. İlkeler insanı yanlış yapma noktasında durdurur. Türkiye’deki hocaların temel problemlerindendir ilkesizlik. Eğer bir yol haritanız ve seyrettiğiniz yol üzerinde sizi yönlendirecek uyarı işaretleriniz/ kurallarınız/ ilkeleriniz yoksa, sonunda nereye varacağınız ve ardınızdan gelenleri de nereye götüreceğiniz belli değildir. Sürprizleri olmayan, sapmaya- uçurumdan yuvarlanmaya müsaade etmeyen bir metotla hareket edilmek zorundadır. Bunu sağlayacak ve büyük yanlışlar yapmama noktasında insanı durduracak şey ilkelerdir.

Hocaların gerçek bir cemaat çalışması yapmayı göze almamaları psikolojik etken olarak karşımıza çıkıyor. Bugün birçok hoca düzenli- teşkilatlı ve hayırlı sonuçlar almaya dönük bir çalışma ortaya koymayı göze alamıyor. Bunu göze almak elbette zordur ve bu işler sıkıntılıdır. Hal böyle olunca, böyle bir emeğin ve sıkıntının içerisinde olmayanlar, birçok noktada ideallerden ve ilkelerden daha kolay vazgeçebiliyorlar. Bir çalışmaya emek vermek, o emeğin ziyan olmaması için de çaba göstermeyi sağlar. İşte ‘cemaatleri bitirme projeleri’ yapılan ülkemde, ciddi anlamda cemaat çalışması yapmayanlar, bu projelerin vahametini anlamadılar ve bu projeleri yapan derin güçlere seslerini çıkarmadılar.

Aydın bir kafaya sahip olmamak. Hocalarımızın sadece İslami ilimleri bilmesi, siyaset ilmini bilmemesi gerek kendi üzerlerinde gerekse de din, memleket ve ümmet üzerinde oynanan oyunları çözmesine yeterli olmayacaktır. Bu yetersizlik durumu, birçok konuda aldanmayı, yanlış kararlar ve tutumlar almayı sağlayacaktır ki bu durum onun tuzağa düşmesi/düşürülmesi durumudur. Aydın- âlim bir hoca hazırlanan tuzakları önceden görebilir ve kolay kolay aldanmaz.

AYDINLAR

‘Takke düştü kel göründü; gözlük düştü kör göründü’

Zulme ses çıkarmayan, mazlumlara sahip çıkmayan, iktidarın sağladığı bir takım imkanlarla kendilerini kaybeden hocalar, iktidar güç kaybetmeye başlayınca, bazı hataları görmeye ve eleştirmeye başladılar. Bunlara ‘takke düştü kel göründü’ yani ‘siz gücün kulu-kölesiymişsiniz, bu ortaya çıktı’ diyoruz…  Tabi bunların vesilesiyle hocalığın da İslamın da itibarı zedelendi… Bugün gelinen noktada insanlara İslam’ın ne olduğunu anlatmaya çalışırken ne olmadığını da anlatmak zorunda kalıyoruz. Böyle hocalar, İslami duyarlılığı olan samimi insanlar için utanç sebebidir…
Maalesef aydınlarımız için de durum pek farklı değil. Bir toplumun aydını, İslamcı olsun olmasın, zulme, otoriterliğe, diktatöryaya muhalif olur. Hatta bazı aydınlarda muhalif ruh ve özgürlükçü anlayış öyle baskındır ki, iyi şeylere bile muhalefet edebilir; her konuda özgürlük diyebilir. Bizde, hatta tüm Ortadoğu coğrafyasında, her cenahta hakiki ve hakkaniyetli aydın kıtlığı mevcut. Her cenahın aydını kendi adamı başa geçtiğinde muhalefeti, sorgulamayı bırakıyor…
Bir ülkenin gazetecileri, akademisyenleri, sanatçıları yani aydınları konuşması gerekirken susuyorsa, ‘devletin bekası’ vs. teraneleriyle haksızlıklara, zulümlere sessiz kalıyorsa, bunlara ‘aydın’ denilemez. Bunlar kuru gazeteci, kuru akademisyen, kuru sanatçıdır. Batıla, zulme, işkenceye muhalefet etmeyenden aydın mı olur!
Mevzumuz kaybeden kesim diye nitelendirdiğimiz İslami kesim olunca, yaşadığımız bu süreçte gazetecilerin trolleştiğine; otoriteye bırakın zerre muhalefet etmeyi veya nötr kalmayı, iktidarı ve kendi köşelerini- ikballerini muhafaza için, kalemlerini iftiralar atmak için kullandıklarına şahit olduk. Kalemin namusudur doğruları yazmak; kalemin namusunu kirlettiler. Utanıyoruz bu sözde aydınlardan. Onlardan beri olduğumuzu söylüyoruz. Ehliyetsiz kaptanın kullandığı geminin batmakta olduğunu gören ve gemiyi terk etme telaşına giren ve bu arada kaptana /mürettebata veryansın edenleri duymak dahi istemiyoruz. Onlara ‘gözlük düştü kör göründü’ diyoruz. Yani yıllarca iktidarın hatalarını görmezden geldiniz; destek vermeye devam ettiniz… Şimdi iktidar güç kaybetmeye başlayınca ‘görememişiz; hata yaptık’ diyorsunuz… Siz bu toplumu aydınlatan/ uyandıran değil, bilakis karanlıklara sürükleyen, uyutan, aydın olmayan ancak aydın geçinen varlıklarsınız, diyoruz.

Kaybedenlerin bir kısmı bunlar… Bir de kaybeden bir kitle var ki, o da körü körüne rüzgarın, gücün arkasından sürüklenen dindar halk kitlesi. O konu da uzunca bir konu olduğu için, burada değil ayrı bir yazı olarak ele alacağız inşallah.

Kaybedenleri anlattığımız bu yazıya mukabil bir de hapsedilmesiyle ülkemin kayıplar yaşadığı bir dava adamı var ki; o da Alparslan Kuytul Hocam. Onu anlattığım bir yazımın linkini vermeden yazıyı tamamlamak istemiyorum. ‘Bir aydın-âlimin hapsedilmesiyle ülkem kaybediyor’2 yazısı…

   1-      Bu konu çok derin ve uzun uzun anlatılınca daha net anlaşılacak bir konu. Ancak biz konuyu fazla uzatmamak için önemli birkaç noktaya değinip özet geçeceğiz…
2 2 -   http://rumeysasarisacli.blogspot.com/2018/11/bir-aydin-alimin-hapsedilmesiyle-ulkem.html









2 Temmuz 2019 Salı

SEÇİM DEĞERLENDİRMESİ : SOL KAYBEDİYOR; CHP KAZANIYOR!




İstanbul seçimleri üzerine objektif bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Bu objektif bakışı, güncel siyasete olan mesafemiz ve herhangi bir partiyle irtibatlı olmama durumumuz sağlayacaktır zannediyorum.
Evet, İstanbul seçiminde sol kazanmadı. Bu seçim sonucunun, sadece sayısal veriler üzerinden gidilerek, solun yükselişi, sağın çöküşü olarak değerlendirilmesi, sosyolojik, objektif ve gerçek bir değerlendirme olmaz.
Aslında Türkiye’de ve dahi dünyanın bazı ülkelerinde ideolojilerin ciddi anlamda söylem değiştirdiğine şahitlik ediyoruz. Biz buna ‘postmodern dönem ideolojiler’ veya ‘ideolojilerin çöküş dönemi’ diyebiliriz. Sol/ sosyalist ideolojiye baktığımızda, kuruluşunda ve palazlanma döneminde ortaya koyduğu bazı temel ilkeleri, en azından görüntüde, bir kenara bıraktığını görüyoruz. Sosyalizmde dine bakış (çok çeşitlilik olsa da) ciddi anlamada problemlidir. Sekülerizm1 sosyalizmin temel ilkelerindendir. Türkiye solu da bugüne kadar bu temel ilkeye oldukça bağlı kalmıştır. Gelen herhangi bir iktidar, dinin özellikle kamusal alanda yaşanmasına dönük bir girişimde bulunduğunda, karşısına ilk çıkanlar, katı laik solcular olmuştur. Hatta kendilerini ‘laikliğin teminatı’ olarak görmektedirler. Ancak son 5 yıldır Türkiye’de sol cenahın en güçlü partisi olan CHP’nin katı laik söylemleri bir kenara bıraktığını ve kemalizmi de adeta gözümüze sokar gibi mevzu etmediğini görüyoruz. Özellikle son seçimlerde ‘halkımız müsterih olsun, dindarlara saygı duyacağız; kimsenin kılık kıyafetine karışmayacağız, İmam hatipleri kapatmayacağız’ gibi ifadeleri defaatle söylemişlerdir.(Her ne kadar zaman zaman bunu aksi bir takım söylemlerde bulunanlar olsa da, genel siyaset, ılımlı laik siyasettir)
‘Sol bu noktaya neden ve nasıl geldi’ sorusunun cevabı çok önemli. Türkiye solu şunu gördü, her ne kadar Cumhuriyetin kuruluşunda dindarlara büyük baskılar hatta kıyımlar yapılmış olsa da, bu toprakların insanları, dini yaşantıya dair taleplerinden vazgeçmedi ve dini argümanlara göre konuşan veya yaşamanın önünü açacağını iddia eden siyasileri her daim destekledi. Türk solu bu gerçeği kuruluşundan neredeyse 90 sene sonra anladı veya anlamış gibi görünüyor.     
Dolayısıyla sosyalist ideoloji, kendi temel ilkelerinden olan laiklikten taviz vermeye başladı. Çünkü insan fıtratı dine temayüllüdür ve bundan dolayı dini söylemlerle vaadlerde bulunanları destekleyecektir. Aslında tüm beşeri ideolojiler dini, handikap gibi görür. Yani din, '(eski ifadeyle) terakkinin ve dahi aydınlanmanın önünde engeldir' denilir. Bundan dolayı dinle, dindarlıkla, dine yönelişlerle mücadele ederler ve sürekli‘dinlerin dönemi bitti’ mesajını vermeye çalışırlar. Bugün gelinen noktada bu bitiş ilanlarının göstermelik olduğunu, hakikatte dinin insan üzerindeki tesirinin bir gerçek olduğunu ve bunun da anlaşılmaya başlandığını söyleyebiliriz. Ve bir bitiş ilanı verilecekse bu, ideolojilerin iflasının ilanı olmalıdır diyebiliriz. Çünkü bir ideoljinin kendi temel ilkesinden taviz vermeye başlaması o ideolojinin çökmeye başladığının en büyük emaresidir.  
Son seçimlerde ortaya çıkan tablo, her ne kadar sol bir parti olan CHP’nin yükselişi gibi görünse de, kendi ilkelerine bağlı kaldığı müddetçe sittin sene iktidar olamayacağını anlayan ve bu ilkelerden ödün verince kazanmaya başlayan bir partinin yükselişidir. Yıllardır sağ partilerin uyguladığı taktiği yeni keşfeden, yani dini söylemleri ve motifleri kullanarak halkı etkilemeye çalışan ve bu şekilde kazanmaya başlayan bir partinin yükselişidir. Seyyid Kutub Fizilal'de bu durumla ilgi çok enteresan ve isabetli bir tespitte bulunur ve der ki: 'Bâtıl ayakta kalmak için hakka dayanır'. Köksüz olan ideolojiler de yıkılacaklarını anladıklarında hakka dayanarak ayakta kalmaya çalışırlar; bugün olan durum budur. 
Özetle, Türkiye solu özelinde tarihi günleri yaşıyoruz. Ana ilkeleri olan laiklikten ve dahi milliyetçilikten (CHP’nin 6 okundan birisi ‘laiklik’ diğeri ‘milliyetçilik’tir) ödün vererek, gerek dindarların gerekse de kürtlerin oyunu alan bir partinin başarısına şahitlik ediyoruz. Bu durum şunun ilanıdır: Biz kendi ilkelerimizle toplumu etkileyemiyoruz; biz kendi ilkelerimize bağlı kaldığımız müddetçe halkın teveccühünü kazanamadığımızı anlamanın acziyeti içerisindeyiz; biz ilkeler anlamında yeniliyoruz! İşte CHP’nin yaşadığı durum sol ideolojinin kaybetmesi, soldan taviz veren partinin yükselmeye başlaması; yani 'başarının içinde yenilgi' durumudur...
Bir de elbette 'İş-aş! Adalet! Özgürlük! çığlıklarının atıldığı bir memlekette bu konuda vaadlerde bulunan bir partinin kazanması ve tüm bu durumlara sebep olan partiye tepki gösterilmesi normal bir durumdu ve bu yaşandı... İktidarın 15 Temmuz bahanesiyle cemaatlere ve dindar kesime dönük uyguladığı kıyım projesi ve CHP'nin de bunu dile getirmesi seçimi kazanmasında önemli bir etken olmuştur ve dindarlar, tarihte görülmemiş şekilde, sol bir partiye destek vermiştir. Yani yine mesaj, bugünün Türkiyesinde, daha çok dindarların yaşadığı adaletsizliği, engellemeleri ve zulmü kaldırmaya dönük mesajlar olarak verildi. Dindar kesim de bu mesajı pozitif bir mesaj olarak algılayıp sola destek verdi. İslami kesim açısından bu durumun oluşturduğu sıkıntılar, çelişkiler diğer yazıda anlatılacak uzun mevzular...

LGBT yürüyüşlerine belediyelerin resmi sosyal medya hesaplarından destek vermesi ve CHP'nin dindar halkın tepkisini göze alarak kurumsal olarak bu ahlaksızlıkları desteklemesi de önemli bir konudur.  Bu durum CHP'nin ciddi anlamda ideolojik bir karmaşa yaşadığını, kime yaranacağını şaşırdığını, gel-gitler yaşadığını ortaya koyuyor. Dini hassasiyeti olan ve seçimlerde de hedef kitle olarak gördükleri büyük kitleye mi, dini reddeden azınlık ama tesirli kitleye mi hitap edecek veya bu dengeyi nasıl kuracak? Önemli ve onlar açısından cevabı zor olan soru bu. Bu durum sol ideolojik bir partinin içine girdiği çıkmazın izharıdır. 

NOT: Bu yazımız seçim değerlendirmesinde sol cenahın tahlili. Kaybeden bir diğer taraf olan İslami kesimin değerlendirilmesi ise, ilerleyen günlerde paylaşacağım 2. bölümde olacak (inş). O cenahta kayıp daha büyük ve enteresan durumlar yaşanıyor... Bir de kaybetmeyen ama kaybetmiş gibi gösterilen bir kesim var ki; İslamcılar... Anlatacağız inşaallah.


22 Haziran 2019 Cumartesi

DİLE KOLAY 500 GÜN!



30 Ocak 2018 tarihinde girilen sürecin üzerinden tam 500 gün geçti. Dile kolay, kaleme kolay, söylemek kolay, yazmak kolay, ama ızdırabı yaşayana zor; onu sevenlere zor 500 gün… Neredeyse 24 saati dolu geçen bir dava adamının ömründen 500 günü çaldılar; gasbettiler. Gece gündüz davasını anlatan, bu dava uğrunda mücadelede eden bir adamı, utanmadan- sıkılmadan, soğuk bir kış günü şafak operasyonuyla evinden aldılar götürdüler. Evinden, çocuklarından, talebelerinden kilometrelerce uzak bir diyara götürüp mahpus ettiler. 10 ay boyunca, selamın verilmediği, ufacık bir tebessümün bile çok görüldüğü, buz gibi duvarların ve buz gibi duvarlardan daha soğuk çehreli insanların olduğu, ağır rutubet kokularının ve ağır bir kasvetin çöktüğü bir zindanda tecrit ettiler. Sanki vebalıymış gibi tecrit ettiler… Amaçları belliydi, pes ettirmek; diz çöktürmek; teslim almak belki de çıldırtmak... Hiçbirisi olmadı! Çünkü Allah’ı hesaba katmadılar. Erhamürrâhimîn olan Allah kulunun aklını- fikrini, kalbini muhafaza etti… Ücra bir ilin uzak bir hapishanesinde zamanla unuttururuz zannettiler. Allah’ı hesaba katmadılar… Daha çok dinlendi; daha çok duyuldu; daha çok sevildi; daha çok tanındı… İftiralarla karalarız, çamur atarız hiç olmazsa izi kalır, değeri kalmaz, kıymeti azalır zannettiler, oysa değeri gün geçtikçe daha çok arttı; daha çok anlaşıldı.
500 gündür sanki bir tiyatro oyununun, bir film senaryosunun içindeyiz. Oyuncular rollerini ezberlemişler ama hiç inandırıcı değiller. Yazılan senaryo çok absürt ve bu durum oldukça belli… Düşünün, bir insan hakkında ilk başta tam tamlı haberlerle ‘birbirine düşman 4 terör örgütüne üye, yardım /yataklık’ deniliyor. Daha sonra ‘4 değil 2 örgüte üyelik varmış’ deniliyor. Bir süre sonra ise ‘Adı geçen 2 örgüte üyelik yokmuş, propagandası yapılmış’ deniliyor. Saçma senaryo dalında oscarlık bir başarı (!) ile karşı karşıyayız. Arada bir senaryoyu saçma bulan ve bundan rahatsız olan birileri çıkıyorsa da, yapımcı devreye giriyor ve oyuna kalınan yerden devam ediliyor. Alparslan Kuytul Hoca’nın 24 Ocak tahliyesi ve 24 saat geçmeden tekrar tutuklanması böyle bir durumdur… Bu davayla bir film çevriliyor ve yazan da oynayan da seyreden de bu filmin saçmalığının farkında ama 500 gündür oyuna devam ediliyor. Yeter! Bu oyun bitmeli ve artık gerçeğe dönülmeli! Burada oyun oynamıyoruz; siz de insanların hayatlarıyla oynamayın! Mahkemeler tiyatro salonu olmaktan çıkmalı! Adalet daha fazla yıpranmamalı!
Günler, haftalar, aylar, mevsimler geçti… 500 gün geçti dile kolay! Bir İslam âlimi, bir aydın, bir memleket sevdalısı 500 gündür zindanda… Bu geçen 500 günde Türkiye daha da kötüye gitti. Bu kötü gidişata rağmen hala onun kadar net yanlışlara ‘yanlış’ diyen, zulümlere ‘zulüm’ diyen çıkmadı. Hala hocalar korkak! Aydınlar suskun! Halkımız uyuyor! Cesaretle konuşan adam içeride olunca, uyandıranımız kalmadı.
500 gündür Cumamız elimizden alındı. Heyecanla beklediğimiz güzelim tefsir derslerinden mahrum kaldık. Merakla beklediğimiz, memleketin durumuyla ilgili sorulan sorulara verilen hikmetli ve dertlere derman niteliğindeki cevaplardan mahrum kaldık.
500 gün oldu dile kolay. Talebeleri hocalarından, yaşlı bir anne evladından, bir ev babasından,  bir şehir, bir ülke, hak ve hakikat âşığı âliminden, mazlumlar özgürlüğü pahasına kendilerini savunan yiğit bir hocadan mahrum edildi.
500 gün oldu! Ey zalimler! Korkun! Bir âlim 500 gündür âh ediyor, dua ediyor, her namazını mazlum olarak kılıyor; her zikrini mazlum olarak çekiyor; her nefesini mazlum olarak alıyor… Ey zalimler! Korkun! Mazlumla Allah arasında perde yok unuttunuz! 500 gündür O kazanıyor, siz kaybediyorsunuz!    




18 Haziran 2019 Salı

Benna'dan Mursî'ye Davet ve Şehadet Okulu İHVAN


Bir taraftan dirilişin bir taraftan şehadetin okuludur ihvan… Bitmiş bir imparatorluğun, yıkılmış, yenilmiş, düşmüş bir cephesinden, Mısırdan, ümmetin ayağa kalkma çabasıdır ihvan… İskenderiye’de toprağa düşen tohum, İsmailiyye’de filiz veren ve dallları tüm dünyaya yayılan çınarın adıdır ihvan… Benna’ların Kutub’ların hocalığında tevhide davetin okuludur… Garbın âfâkından gelen kasırgalara karşı direnip, kendini yeniden kurmaya çalışan ümmetin öncüsüdür ihvan… Yenilginin içinde başarı; korkunun içinde ümittir ihvan.
Dün Mursi’nin ölüm haberini duyduğumda ilk aklıma gelen Hasan el Benna oldu ve yüksek sesle onunla konuşmaya başladım: ‘Her şeyi sen başlattın ey imam. Sen başlattın… 20. Yüzyılda sen açtın bu şehadet yolunun önünü… Sen açtın genç ölmenin yolunu… En azından geçen asır, her şeyi sen başlattın ey imam. Çocuk yaşta ‘haramların işlenmesini önleme cemiyeti’ kurdun. Gizli gizli yazdığın ve ulaştırdığın mektuplarla koca insanlara uyarıcı oldun. Çocuktun ama o kadar büyüktün ki. Allah yolunda gece gündüz davet yapmayı, okulda, sokakta, kahvehanede, insanları kaçırmadan, göçürmeden, İslam’a, tevhide, takvaya davet ettin. Peygamberin kaybolmuş davet sünnetini ihya için gece gündüz mücadele ettin. Kısa ömründe İHVAN gibi koca bir eser, bir okul inşa ettin. Yetmedi, 42 yaşında Kahire’nin ortasında vuruldun, yaralıydın, ölümcül değildi yaran ama müdahale edilmesine izin verilmedi ve kan kaybından şehid oldun. Öyle ya sende bir şey kalmamalıydı, çünkü sen öyleydin; ‘sonuna kadar’ diyenlerdendin. Kanının son damlasına kadar kendini Allah’a feda ettin; mum gibi, etrafını aydınlatmak için eridin; şehadetle ömrünü tamamladın; tacını taktın, gittin.
Üstad Hasan El-Benna ile başladı tarihe geçen İhvan hareketi… Mücadelesi kıtalar aştı… Onun açtığı davet ve şehadet okulundan çok insan geçti. Seyyid Kutublar, Mustafa Sibailer, Zeynep Gazaliler, Muhammed Kutublar, Said Havva’lar, Ahmet Yasinler ve daha niceleri…
Mursi’nin şehadetiyle1 akla şu soru geliyor veya şeytan akla şu soruyu getiriyor: Hasan El Benna, Seyyid Kutub, Ahmet Yasin, Muhammed Mursi ve bugüne kadar binlerce ihvan mensubu şehit oldu… Peki bu durumda İhvan yenilmiş olmuyor mu?
30 Ocak operasyonundan sonra Vakfımız kapatılınca ve Muhterem Hocamız ve bazı kardeşlerimiz tutuklanınca, evimin salonunda otururken ve kara kara düşünürken bir anda şeytan geldi ve bana dedi ki: İşte siz de başaramadınız, olmadı işte, mağlup oluyorsunuz... Bir an, diğer düşünceleri bıraktım onun dedikleri üzerine düşünmeye başladım. Biz yeniliyor muyuz? Ben daha bu sorunun cevabını düşünürken, O, soruyu daha da zor hale getirmek için: İhvan da başaramamıştı, kaç şehit verdi, siz de başaramayacaksınız dedi. Bir anda dona kaldım... Sonra kalbimi sıkışmaya ve gözlerimden istemsiz bir şekilde yaşlar süzülmeye başladı... Gözyaşlarımı sildim, kendimi toparlamak zorunda olduğumu biliyordum. Şeytan'ı tanımıştım ve onun bana neden geldiğini anlamıştım. Beni ye'se düşürmek istiyordu. Cevaba son cümlesinden başladım. İhvan başaramadı öyle mi! İhvan kıtaları etkiledi! 20. yüzyılda İslami hareketlere örnek oldu; okul oldu. İhvan okulunda yetişen âlimlerin hayatları, mücadeleleri, kitapları, şehadetleri ne dersler verdi ümmetin gençlerine. İhvan başaramadı öyle mi? Başarı illa son noktanın konulması mıdır? Başarının yolunu açmak, o yola girmeye öncülük etmek başarı değil midir? Tüm bu cevap niteliğindeki sorular zannediyorum onun moralini bozdu ki bir daha bu konularda dan - dun etmedi.2
 Seyyid Kutub Yoldaki İşaretlerin son bölümü olan ‘yol budur’ da anlatır tüm bunların olacağını ve bu yolda başımıza gelecekleri… Gerçekçi bir şekilde ve Kur’anın yola koyduğu işaretlerle anlatır… Buruç Suresini tefsir eder. Ateşten hendeklere atılan müminleri hatırlatır. Yol budur! Bu yolun sonunda ateşlere atılmak da, yağlı urganlarla asılmak da var der.
Savaş alanının yalnızca yeryüzü olmadığını ve savaşın tanıklarının sadece insanlar olmadığını söyler… Eğer davandan vazgeçmezsen, ölsen de, iman işkenceye galip gelmiştir; akide hayata karşı zafer kazanmıştır der.
Alparslan Kuytul Hocam da kitabın bu bölümünü anlatırken der ki: Mümine düşen sonunu düşünmek değildir; görevlerini yerine getirmektir. Biz Allah’ın askerleriyiz; komutan ne derse onu yaparız, komutanın işine karışmayız...
 Ve biz ‘Sabredin ey Yasir ailesi size cennet var’ sözünün anlamını da biliriz. Bu söz şehadetin müjdesidir! Sahi şehadet neyin müjdesidir ve nasıl müjde olur? Hadiste geçen ifadeden Cennetin müjdesi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Kur’anda bir ayet vardır ki o ayette şehadetin, düşmana galip gelmenin yolu olduğunu ve böylece zaferin de müjdesi olduğunu anlıyoruz. Rabbimiz Teala buyurur: ‘Allah’ın (içinizden şehitler edinmesi), iman edenleri arındırması ve kafirleri de yok etmesi içindir.’3 3-5 yıl önce bu ayetin tefsirine hazırlanırken, ayetin manasına oldukça şaşırmıştım ve ‘nasıl anlatacağım’ diyerek kaygılanmıştım. Ayetin elbette çok farklı yönlerden tefsiri uzun uzun yapılmıştır, yapılabilir. Ama ayette öyle bir mana var ki, ilk okuduğumda kafama takılmıştı. O mana da şudur ki: ‘Biz öleceğiz (şehid olacağız) ve kafir yok olacak.’ Yani bu durum nasıl olacak? Çünkü normal şartlarda ‘biz ölürsek, kafir güçlenir’. Rabbim neyi kastediyor; neyi murad ediyordu? Tam olarak ve açıkça anlatılmasa da, biraz tefsirlerin izahıyla ve biraz da üzerinde uzun uzun düşününce ayetin sırrı ortaya çıktı ve hayran oldum. Evet, biz öleceğiz ve kafir yenilecek! Çünkü şehadet, çok tesirli bir muharriktir, münzirdir, adeta ‘ba’su ba’de’l mevt- öldükten sonra diriliş’tir. Rabbimiz ölü gibi duran ümmetin, ölümlerle, şehadetle, canının yanmasıyla uyanacağını, harekete geçeceğini bildiriyor. Adeta ölmüş gibi hareketsizleşen ümmet, harekete geçtiğinde diriliş başlayacak ve bu dirilişle kafirin yenilgi süreci başlamış olacaktır. İşte bu sünnetullahtır. İlahi kânun bunu şart koşuyor. Bu şart gerçekleşmeden zafer gerçekleşmeyecektir. Kıymetli Alparslan Kuytul Hocam bu durumu çok daha güzel ifadelerle söyler: ‘Şehitlerin kanı ümmet ağacının yeniden yeşermesine vesile olacaktır.’ der. Bazen 1 kişinin ölümü, bazen de milyonların ölümü, milyonların dirilişine vesile olur... İdealleriyle, hak davasıyla, çağlara meydan okuyan kitabıyla dipdiri olan bu dininin mensupları, dirilmeye ve cehdu gayrete başladığında;  zaten köksüz olan batıl sistemlerin yenilmesi kaçınılmaz olacaktır.
Mursi’nin şehadetini, tüm bunları düşününce, metanetle ve yanan canımızın bize kazandıracağı gayretle karşılamak gerekiyor. Her dakikası ıztırapla geçen 6 yıl gibi uzun bir işkence dönemi ve sonunda gelen şehadet… Ne mutlu ona! Yüzlerce kitabın, dersin veremeyeceğinden çok daha fazla nasihat etti bizlere... Bu nasihatten yüreklerimiz etkilenmeli ve azmimizi, gayretimizi arttırmalıyız. Son söz Seyyid Kutub’un olsun: ‘İnsanların hepsi ölür. Ama insanların hepsi, şehadetin kazandırdığı özgürlüğe ve yüksek ufuklara ulaşamaz’. Rabbim bizi de şehadetin özgürlüğüne kavuştursun.
  
1- Onlar kalp krizi vs. ne derse desin, Mursi zulmen öldürülmüştür ve şehittir.(Biiznillah)
2- Bizimle ilgili sorusuna gelince, ona da 3 cevap verdim. Bu üç cevabı inşallah başka bir yazıda yazacağım, konumuz bu olmadığı için yazmıyorum.  
3- Ali İmran 140-141





3 Haziran 2019 Pazartesi

NASIL BİR CEMAAT?


Eski Diyanet işleri başkanı Mehmet Görmezin 'eli öpülesi cemaat' tarifi üzerine yazılmış bir yazı...

       Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Bir cemaat kendisini ümmetin bir tuğlası olarak görüyor ise elini öpmek lazım. Birliğe hizmet ediyorsa, tefrikaya girmiyorsa, İslam’ın kürsüsünü bölmek ve parçalamak için kullanmıyor ve dilini tekfir kılıcı olarak kullanmıyorsa saygı duymak lazım. Bizi birleştirecek adalettir, ahlaktır”1 dedi.
       Furkan Vakfının kurucusu ve hocası Alparslan Kuytul Hocaefendi daim ümmetin birliğini beraberliğini düşündü… Ümmetin ve ülkenin birliğini beraberliğini sağlamak için, çeşitli zamanlarda çeşitli konularda açıklamalarda ve uyarılarda bulundu.

*Tekfircilik ümmeti birbirine kırdırma projesidir dedi şiddetle reddetti. ‘Görevimiz kimseyi tekfir değil; davettir’ dedi.

*Şia’yı tekfir etmedi. Şii- sünni kardeşliğini vurgulayarak mezhep çatışmalarını önlemeye çalıştı. ‘Şiayla ehli sünnet arasında ihtilaflı mevzular vardır; bunlar, ilim meclislerinde, alimler tarafından konuşulup, tartışılmalıdır’ dedi.

*Türk- Kürt kardeşliğinin Kur’an’ın hakemliğinde gerçekleşeceğini, İslam’ın herkese verdiği haklar tesis edildiğinde kardeşliğin sağlanacağını ‘Kur’an hakem olsun; silahlar sussun; kardeşlik oluşsun’ sözleriyle haykırdı. Kürdistan kurma projelerini, ümmeti, bir parçaya daha bölmek olarak gördü ve ‘bu oyuna gelinmesin’ dedi.

*IŞID vs. gibi yapıların Amerikan projesi örgütler olduğunu, bunların İslamcı, heyecanlı gençleri çatışma bölgelerine çekip telef ettiğini söyledi. Özellikle bu örgütün ilk çıktığı günlerde – İslami kesimden kimse böyle söylemezken- yapılan tüm eleştirilere rağmen, hatta ölüm tehditlerine rağmen, gençlerimiz bunlara katılıp da boşu boşuna ölmesin diye büyük bir mücadele verdi.

*Her daim ümmetin ve ülkemizin menfaatlerini düşündü. Rus uçağı düşürüldüğünde ‘nasıl yaparsınız!’ dedi. Gerek Müslüman komşularımızla, gerekse de diğer komşularımızla sulh içerisinde yaşamamızı, düşman sayısını arttırmanın gücümüzü azaltacağını söyleyerek, siyasileri yüksek perdeden uyardı…

*Irak savaşında Amerika’ya destek veren hükümeti defalarca uyardı. ‘Iraklılar bizim Müslüman kardeşimiz, bu yaptıklarınızı nesiller boyu unutmazlar; kâfiri Müslümana tercih ederseniz Allah ile aranızda bağ kalmaz!’ dedi… 2 milyon insan öldü… Irak bitti… Ve Türkiye’nin Amerika’ya desteği unutulmadı, unutulmayacak…

*Yine Suriye meselesinde defalarca uyardı… Bunun bir bahar olmadığını, Suriye’deki ayaklanmaların sonuç getirmeyeceğini, Türkiye’nin Suriye politikasının yanlış olduğunu, yangına körükle gitmek olduğunu anlattı durdu. Dinlemediler… 1 milyon insan öldü. 10 milyon insan evinden- yurdundan- geleceğinden oldu; Suriye daha 50 sene belini doğrultamayacak derecede kayba uğradı.

*En az 5 yıldır da ‘cemaatleri bitirme projesi’ konusunda gerek hükümeti, gerekse de İslami camiayı uyarıyor! Hükümete ‘Sen bu cemaatler, tarikatlar vesilesiyle iktidar oldun. Bunların bitmesi, senin bindiğin dalı kesmendir. Böylece esasında seni de bitirmek istiyorlar’ diye uyarılarda bulundu. Cemaatlere de ‘Eğer sesinizi çıkarmazsanız sıra size de gelecek, bu dev piton yılanı hepinizi yutacak!’ diyerek uyarılarda bulundu…

            Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin yaptığı tüm bu ve buna benzer İslami ve kaygılı açıklamalar, ümmetin ve ülkenin birliğini muhafaza, tefrikayı önleme ve dertop olmamızı sağlama kaygısıyla yapılmış açıklamalardır. Bu açıklamalar bizi tekfirle, mezhepçilikle, ırkçılıkla, cemaat düşmanlığı ile bölmeye çalışanlara karşı, canhıraş bir mücadelenin ispatı niteliğinde tarihi açıklamalardır. İşte bu ümmetin ve ülkemizin menfaati için çalışan, konuşan, gece- gündüz dertlenen bir kanaat önderi ve âlim hapsediliyor. Esasında buradan şu anlaşılıyor ki, birileri ümmet de memleket de belini doğrultmasın istiyor…

            Yukarıdaki değerlendirme gerçek verilere dayalı (Alparslan Kuytul Hoca'nın tüm bu konulardaki görüşleri, konuşmaları detaylı bir şekilde internette- youtube videolarıyla- mevcut) tarafsız reel bir değerlendirmedir... Eski Diyanet işleri başkanı Mehmet Görmez ‘Böyle bir cemaat eli öpülesi bir cemaattir’ demişti. Şimdi, Alparslan Kuytul Hoca ve cemaati eli öpülesi değil midir?

            Cemaatlere mercek tutanlar ve bu konuyu hakkaniyetli bir şekilde kritik edip değerlendirenler, belli şartlara haiz cemaatlerin kalması gerektiğini savunuyorlar. Bu şartlar, yerli- milli olma, denetlenebilir olma, eğitim konusunda hurafelerden arınmış, sahih kaynaklara dayalı İslami eğitim gibi şartlar… Bunların hepsi kabul edilebilir makul şartlardır. Yerel bir hareket olma, dış bağlantılı olmama topluma güven verecektir. Mali denetim elbette olmalıdır; zaten de olmaktadır. Ancak devlet bunu daha sıkı hale getirebilir; buna da hakkı vardır.

            Ancak bir zihniyet var ki ona göre, şartların yerine getirilmesinin de bir önemi yok. Bu zihniyet, bazı durumları bahane ederek, tüm cemaatleri, esasında tüm İslami faaliyet ve çalışmaları bitirmek istiyor. İslam’dan rahatsız bir zihniyet… İslami kesimin bu zihniyetle işi zordur… Ancak bir iş ne kadar zorsa, eğer zora sabredilir ve yola devam edilirse, sonuç da o kadar hayatî ve güzel olacaktır. Yani ülkemize hayat verecek güzelliklere ulaşmak için her türlü zorlukla mücadele etmeye değer; değecektir (biiznillah).


Dipnot:

1- https://www.youtube.com/watch?v=5P-8Rw6D0PM

21 Mayıs 2019 Salı

‘AYNI GEMİDEYİZ’ FARKINDAYIZ!





İbn Arabi Endülüs’te bir limanda, gemiye yük taşıyan hamalları görür. Hamal başı çuvalları taşıyanlara hitaben ‘Ahmet çuvalı siyasetle ver; Mehmet çuvalı siyasetle tut; Hasan çuvalı siyasetle indir’ diye seslenir. İbn Arabi merak eder ve hamal başına sorar: ‘çuvalı siyasetle tutmak ne demek? Hamal başı cevap verir: ‘çuvalı deldirmemek demek’.
Bir çuval un ziyan olmasın diye siyasetle taşınır da insan, toplum, ülke ziyan olmasın diye siyasetle hareket edilmez mi? Edilmeli; edilmek zorunda!
O halde siyasetin tanımını yeniden yapalım ve ona göre bugünkü siyasilerin, siyasal erkin yaptıklarının siyaset olup olmadığını değerlendirelim.

Siyaset, verilen görevi emanet bilerek, kırıp dökmeden, bozmadan, zarar vermeden taşımak; itinayla, akıllıca hareket etmek demektir. Bu tanım üzerinden gidersek bugün topluma ve ülkeye envai çeşit zarar verenlerin siyasetle hareket etmedikleri anlaşılacaktır. Ancak ‘siyaset’ kelimesi/kavramı öyle yanlış bir şekilde yerleşmiş ki dilimize, o yerleşik anlamdan kurtulamıyoruz. O nedenle yukarıdaki İbni Arabi örneğinden giderek tanımını yaptığımız siyasetle, bugün anlaşılan ve de pratize edilen siyasetin arasını kavram yollu ayırmak gerekiyor. Tanıma uyan siyasete ‘müspet siyaset’, uymayana ‘menfi siyaset’ diyelim.    
Müspet ve menfi siyasetin ne demek olduğunu, bir örnek üzerinden giderek, çok anlaşılır ve net bir şekilde anlatan, harika bir hadis var. Efendimiz (sav) şöyle buyurur: ‘İnsanlar bir gemide yerlerini almak için kur’a çektiler; bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşti. Alt kata yerleşenler su almak için üst kata çıkıyorlardı. Bir gün dediler ki: Biz su için sürekli sizi rahatsız etmek istemiyoruz, kendi yerimizde alt katta, geminin tabanında bir delik açsak ve suyumuzu oradan temin etsek, hem size de rahatsızlık vermemiş oluruz… Eğer üst kattakiler alt kattakilere engel olmazlarsa hep beraber helak olurlar. Fakat yukarıdakiler alttakilerin ellerini tutup engel olurlarsa, üsttekiler de kurtulur alttakiler de…
                Hadiste aynı gemide yaşayan 2 farklı topluluktan bahsediliyor. Menfi siyaset yoluyla gemiyi delmek isteyenler ve müspet siyaset yoluyla onlara engel olması gerekenler… Gemiyi delmek isteyenlerin geminin tabanını kendi malı gibi görüp dilediğini yapma pervasızlığının yanı sıra gayet iyi niyetliymiş gibi görünme durumları var. Menfi siyasetin tipik bir örneği sayılabilecek bu örnekte bu siyasetin sinsiliği ortaya çıkmaktadır. Yani vereceği zararı faydaymış gibi gösterme ve kendini buna hak sahibi görme sinsiliği…  

Menfi Siyasetle Eline Baltayı Alanlar

Bugün ülkemizde menfi siyaseti adeta şiar edinmiş bir zihniyetle karşı karşıyayız. Birileri gerçekten baltayı eline almış ve gemiyi delmeye başlamış durumda. Öyle pervasızca, akılsızca, delice hareket ediyor ki ne yaptığının farkında dahi değil. Laf- söz dinlemiyor. Hatta baltayı bir gemiye, bir uyaranlara sallıyor. ‘Benim yetkim var, halktan onayım var, dilediğimi yaparım!’ diyor... Baltayı ‘Yetişin Ey Türkler! Diyerek ırkçı söylemlerle sallıyor. Bir taraftan gemiyi, bir taraftan insanları bölüp- parçalıyor… Geminin üst katında olanların işi hayli zor… Bir taraftan gemiyi deldirmemek bir taraftan da bizzat zarar görmemek gerekiyor. Mümkün mü? Böylesi bir mücadelede, yara almamak mümkün gibi görünmüyor.
Yani ülkemiz açısından ciddi bir beka sorunuyla karşı karşıyayız. İçinde bulunduğumuz gemi delindi ve su alıyoruz. Gemiyi bizzat delenler, onları tezahüratlarla cesaretlendirenler, onların baltasını bileyleyenler, kurtarıcı gibi görünüp arka planda destekleyenler, gemiden çoktan vazgeçip filoları hazırlayanlar, olan biteni sessizce seyredenler ve bir de gemiyi delenleri gemiyi tamir ediyor zannedenler… Hepsi bu işin içinde... Organize bir durumla karşı karşıyayız ve mesele hayat- memat, fena- beka meselesi…
İşte bu menfi, zarar veren, yıkıcı siyasetten, bu siyasetle Şeytana pabucu ters giydirenlerin şerrinden euzu billahi mine'ş-şeytani ve's-siyaset diyerek Allah’a sığınır Bediüzzaman. Biz de onların şerrinden Allah’a sığınıyoruz. Ancak sadece böyle bir sığınma duasıyla işimizin bitmediğinin de farkındayız.
Müspet siyasetle hareket edip onların hamlelerine karşılık, su alan toplum gemisinin deliklerini her ne pahasına olursa olsun kapatmak; yıkıcı siyaseti ifşa etmek; ‘işte bunlar gemiyi deliyor!’ diye ilan etmek ve ahaliyi uyandırmak gerekiyor. Başka çare yok! Evet, işimiz zor, çok ve acil! Acele edilmezse, geminin su aldığını görmeyen, üst katta emniyette olduğunu zannedenler uyandırılmazsa, hep beraber batmak kaçınılmaz son. Hatta belki de gemiyi batıranlar kurtulacak –ki onlar tedbirini almışlardır- mücadele etmeyenler ve mücadele edenlere destek vermeyenler veya mücadelede yalnız ve yetersiz kalanlar kurtulamayacaklar. 

İş Şirazesinden Çıkmış Durumda

Devlet ve onun idaresi emanettir. Ve bugün emanet, ehliyetsiz ellerde ziyan edilmektedir. Memlekette iş şirazesinden çıkmış durumdadır. Menfi siyasetin bulaştığı her iş, her kurum iflasın eşiğindedir. Siyasilerin verdiği zararları bertaraf etmeye çalışan hocalar ve aydınlar da engellenmeye çalışılarak, adeta devlet/güç hepten zayıflasın, memleket iflah olmasın istenmektedir.
Bediüzzaman menfi siyasete ‘canavar siyaset’ der. Bugün yargıya bulaşan canavar siyaset adaleti bitirmiştir. Adaleti sağlamada zaten yetersiz ve problemli olan kanunlar -beşerin insana dair yetersiz bilgisinden dolayı- menfaatperestlerin elinde daha da ucube, lastik gibi sündürülen veya birilerinin sopa gibi kullandığı bir araca dönüştürülmüştür. Binlerce insanın hayatı bu adaletsiz, merhametsiz, yıkıcı, canavar siyasetin eliyle yok edilmektedir. Yara alan geminin yara alan yolcuları en çok da ‘Adalet! Özgürlük!’ diye feryat etmektedirler. Seyirciler… Ah o seyirciler… Onlar iflah olur mu? ‘Sessiz kalırsam bir de kulaklarımı tıkar hayatıma bakarsam kurtulurum’ zannedenler… Onlar kurtulur mu? Hayır, onlar da kurtulamayacak! Bu gemi batarsa kimse kurtulamayacak!

  Hadiste gemiyi batırmaya çalışanların bunu su’dan gerekçeler öne sürerek ve esasında kendi çarklarını döndürecek suyun peşinden giderek yaptıklarını anlıyoruz. Bunlar kendi ikballeri için memleketin istikbalini yok etmeyi göze alacak kadar dünyanın makamına, malına yani metaına gözlerini dikmiş insanlardır. Makam sevgisi, rahata düşkünlük, lüks hayat, israfta sınır tanımazlık, aile- akraba kayırma yollu işi ehliyetsizlere verme özellikleri bunların bariz özellikleridir. İşte bu özellikler devletin deniz gibi olan kaynaklarını kurutmaz mı? Sosyo-ekonomik dengeyi, sosyo-psikolojik dengeyi bozmaz mı? Hepsini yaptı. Devletin malı deniz kuruyor; toplumsal tüm dengeler bozuluyor.

Aynı Gemideyiz

 Bugünlerde 19 Mayıs’ın yıldönümünden dolayı, Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuruna ve Kurtuluş savaşı ruhuna atıfta bulunularak ‘100 yıldır aynı gemideyiz’ güzellemeleri yapılıyor. Gemiyi delenler ve esasında delmeye devam edenler, ‘gemimizi deliyorlar’ diye feryat ediyor ve suçu da dış mihraklara yüklüyorlar. Gemiyi delenleri –Kurtuluş savaşı benzetmesiyle- İngilizler, Fransızlar gibi göstermeye çalışarak geminin içindeki düşmanı, alt kattakileri, yani kendilerini kamufle etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan gemiyi delmeye devam ediyorlar, bir taraftan başka siyasileri de yanlarına alıp birlik beraberlik pozları verip ‘problem yok, ayaktayız’ mesajları veriyorlar. Su alan bir gemide bu mesajların anlamı da faydası da yok!  

Bu arada ‘100 yıldır aynı gemideyiz’ sözünü düzeltelim. Bu topraklarda, 100 yıldır değil 1000 yıldır aynı gemideyiz.

Evet, aynı gemideyiz ve bu gemi kesinlikle birilerinin tekelinde değil; olamaz! Hiçbirimizin ‘ne halleri varsa görsünler, kendi başlarını yesinler’ demek gibi bir lüksümüz de yok! Çünkü aynı gemideyiz; aynı gemideyiz! Onların pervasızca deldikleri gemi bizim bulunduğumuz gemi olmasa, arsızın- hırsızın bir araya geldiği bir korsan gemisi olsa, onlar ayrı biz ayrı gemilerde olsak bile, şayet bulundukları gemide masumlar varsa yine gücümüz yettiğince mücadele etmemiz gerekir... Ama durum bunun ötesinde; aynı gemideyiz… Bu gemiye de arsız- hırsız dolmuş ama milyonlarca da masum var.
Peki, ne yapacağız? Müspet siyasetle hareket edip, menfi siyasetle mücadele edeceğiz.  Öncelikle gemiyi delenleri ilan edeceğiz. Mıymıntı Müslüman olmayacağız. Siyaset bileceğiz... ‘Siyasete karışmayın’ diyenlere, yaptığımız müspet siyasetle cevap vereceğiz. Çuvalı deldirmeyeceğiz; gemiyi delenleri görmezden gelmeyeceğiz. Tevhidin bize öğrettiği gibi, bütün zarar vericilere ‘LÂ- HAYIR!’ diyebilmeyi başaracağız. Ve Alparslan Kuytul Hocam gibi ‘Kral çıplak!’ diye haykıracağız.