23 Temmuz 2019 Salı

25 Yılın Ardından...




Daha dün gibiydi 20 yaşım... Çok büyük bir heyecan ve aşkla örtündüm. Süsten-püsten, basit mutluluklardan bir kararla vazgeçtim. Örtündükten sonra benden vazgeçen arkadaşlarımdan bir süre sonra ben de vazgeçtim. Bu böyledir... Bazı kimseler ve bazı şeyler sizi bırakır bazılarını da siz... Bir şeyleri tam kesmeden kesilemezsiniz; tam bırakmadan sarılamazsınız; kesin ayrılmadan bütünleşemezsiniz... Gözümü-gönlümü Rabbime (rızasına) diktim. Hep 'şimdi O bana bakıyor; O bana bakıyor ya O bana bakıyor...' diye diye dolaşıyordum... Tesettürlülerin birbirine selam vermesine hep gıpta etmiştim (o zamanlar öyleydi, herkes birbirine selam verirdi, vermemişse 'görmedi veya telaşlıydı herhalde' derdik.). Bundan dolayı örtündüğüm ilk gün sırf önüme gelene selam vermek için çarşıya çıktım. 'Selamun aleykum; aleykum selam... ' Ne güzel şey selamlaşmak... Fatih Sultan Mehmet idolümdü :) Dilimde hep: 'yürü ne diye hala oyunda oynaştasın; Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın' marşıyla, adeta ayağım yere basmadan yürürdüm… Hani bir cenk olsa gideceğim o kadar :) Yaşta 20-21 yani tam Fatih'in yaşları... Ve serde cihad ruhu var... Amfide başörtülü olarak en öne oturdum. İnkılap Tarihi Hocası 'bir de en öne oturuyorlar' diyerek zannediyorum benden bahsetti uzun uzun... Üzerimizden bir darbe geçti. 28 Şubat darbesi... Baş örtüsüyle gece nöbetlerinde çalıştığım ilk dakikalar... Ellerimin titrediğini, kalbimin güm güm attığını hatırlıyorum. Bölüm başkanımız olan profesörün çağırıp 'Benden habersiz mi başını örttün, benim annem de örtülü ama siz militanca davranıyorsunuz' sözleri kulaklarımda uğuldamıştı. Bir arkadaşımla beraber iki militan olarak laboratuvara alınmayışımız ve 2 hafta boyunca 'çay odasına (adeta) hapsedilişimiz...Yıllardır tanıştığımız, liseyi yatılı okullarda beraber okuduğumuz arkadaşlarımızın selam dahi vermeyişleri, yollarını değiştirmeleri... Ve arkadaşımla yaptığımız meşhur duamız. Çay odasında mahpusuz, ellerimizi açtık ve dedik ki 'Ya Rabbi bizi hangi bölüme sürgün verecekler bilmiyoruz, ama ne olur şu iki bölüme (bölüm başkanı mason vs. diye duyduğumuz, azılı başörtüsü düşmanı hocaların bölümleri...) vermesinler' Amin amin... Ertesi gün yaklaşık 100 farklı bölümün olduğu hastanede dua ederek istemediğimizi bildirdiğimiz o iki bölüme sürgün verilişimiz... Rabbim o duamıza böyle icab ederek bize ders vermişti. 'Yaptığınız hiçbir fedakarlığı şarta bağlamayın' dersi...

Her gün -neredeyse istisnasız- yasin okuyarak laboratuvara giriyordum ve her daim davetçi olduğumun farkında olarak her fırsatta tevhidi anlatmaya çalışıyordum. İlk başta bize yaklaşmayan, bizi görünce yolunu değiştiren insanlara, gülümseyerek, selam vererek, onlardan daha çok çalışarak, öcü olmadığımızı anlatmaya çalışıyorduk. Daha sonra, namazlarını kazaya bırakan bazı arkadaşlarımız bizden cesaret bulup namazlarını vaktinde eda etmeye başladılar, bazıları namaza başladı, bazıları bizimle başörtüsü mücadelesi kararı aldı. Davet ruhumuzu diri tutmamızı sağlayan ne güzel çileli günlerdi... Ve 6 yıllık mücadeleden sonra artık son yazım, 'memuriyetten atılma' yazısı elime ulaştı. Kendi kendime söz vermiştim, görevden alınma yazım elime geçtiğinde 'elhamdülillah' diyeceğim diye. Öyle de oldu; elhamdülillah... Ayrılırken adeta bir bölük arkadaş otobüs durağına kadar uğurladı, ağlayanlar, sarılanlar, adaletsizliğe söylenenler... Normalde gözü çok sulu olan benim gözümden bir damla yaş akmadı. Otobüse bindiğimde ve o dramatik ortamdan kurtulup, otobüsün kalabalığında ama kendi başıma kaldığımda, yanımdakilerin de duyacağı bir ses tonuyla, ikinci sözümü verdim: Onları beni görevden aldıklarına pişman edeceğim. Hayatımın en verimli saatlerini, mesai saatlerimi, Senin yoluna hasredeceğim; bundan sonra Senin için yaşayacağım Ya Rabbi…' Halen bu sözü tutma çabasındayım ve hayatımın bir anında bile (ki benim için asıl imtihanlar görevden alındıktan sonra başladı ve uzun süre devam etti...) memuriyet hayatımı bıraktığım için pişman olmadım. Rabbimin yolunda yaptığım bu küçük fedakarlığın O'nun rahmetini celbetmesinin ümidi ve duasındayım.  
            Benim için hayat 1994 yılında başladı. Sanki o yıl doğdum. Şimdi sene 2019 ve üzerinden tam çeyrek asır geçti. 25 yıl. Yaş oldu 45. Nasıl geçti? Bilmiyorum ama 'su gibi geçti' klişe cümlesi tam oturuyor. Bir taraftan her şey sanki dün gibi; bir taraftan sanki hep bu yaştaymışım. Karışık duygular... Okumalarla, anlatmalarla, dinlemelerle, koşuşturmalarla, dertlenmelerle- dertleşmelerle, hayallerle- hayal kırıklıklarıyla, stresle- huzurla ama olabildiğince heyecanla ve aktiflikle geçen 25 yıl... Sonsuz şükür. Geçenlerde bir arabanın arkasında okudum: 'Yaptıklarımdan pişman değilim; aklım yapmadıklarımda...' Aynen öyle. Elbette yaptığım bazı şeylerden de pişmanım ancak, Allah için yaptığım, Allah yolunda yaptığım hiç bir şeyden (o şey benim dünyevi anlamda aleyhime olsa da) asla pişman değilim! Ama yapamadığım veya ihmal ettiğim şeylerden dolayı üzgünüm.
Bilmiyorum bunları neden yazdım ama, talebelerime ara ara anlattığım kısa hatıraların yazılı da kalmasını istedim zannediyorum. Fırsatım olursa ara ara, bu 25 yıldan bazı anekdotları, hatıraları yazmaya ve paylaşmaya devam edeceğim inşallah.  


12 Temmuz 2019 Cuma

İSLÂMİ CENAHTA KAYBEDEN KAYBEDENE…




İstanbul seçimlerinin ikinci defa yapılmasıyla ve yenilginin daha ağır bir şekilde tescillenmesiyle beraber, kaybeden taraf daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. İslami kesim denilen cenah, aleni olarak kaybeden taraftır.
Siyasetçisinden iş adamına, hocasından aydınına, akademisyeninden avamına, 28 Şubat göreninden, görmeyenine varıncaya kadar kaybeden kaybedene… Kaybedenler kulübü epey kalabalık. Şimdi tüm bunları tek tek ele alalım:

PARTİ-  AKP

Kaybeden cenahın en büyük kaybedeni, bu cenahı siyasal anlamada temsil eden parti yani AKP’dir. AKP’nin neden kaybettiğini masaya yatırmadan önce başlangıçta nasıl kazandığına bakmak lazım… Aslında 2002 yılında girdiği ilk seçimde %34’lük oy alarak, bir anda büyük başarı elde etmesini sağlayan, bu kesimin büyük baskılar yaşadığı 100 yıllık uzun süreçtir… Ancak muhafazakâr kesimin yakın tarih açısından en büyük kırılma noktası, 22 yıl önce yaşanan ve post modern darbe diye isimlendirilen 28 Şubat darbesidir. 28 Şubatla İslami kesim, laik Kemalist rejimin acımasız- soğuk yüzünü tekrar görmüş oldu. Refah Partisine ve Erbakan Hoca’ya yapılan haksızlıklar, partinin kapatılması, siyasi yasakların gelmesi gibi zulümler bir taraftan sinmeye sebep olsa da, bir taraftan da muhalif geniş bir kitlenin oluşmasına sebep oldu… Yine başörtülü kızlara dönük zulümler, imam hatiplere dönük haksızlıklar, toplum vicdanını yaraladı ve halkın kahir ekseriyetinde özgürlükler noktasında bazı taleblerin oluşmasını sağladı… Kürt sorunu, verilmeyen haklar meselesi,  terör, kardeşliğin tesisi konusu gibi, sorunlar ve talebler, özellikle bazı aydınlar tarafından daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı... İşte tüm bu zulümler, talebler, geniş halk kitlelerinde, bir kurtarıcı beklentisi oluşmasını sağladı. AKP, oluşan/ biriken bu beklentinin medya ve birçok farklı gücün de desteğiyle, kanalize edildiği siyasal partidir. Bu parti ‘başörtüsü sorunu hallolacak; İslami faaliyetlerin önü açılacak; kardeş kavgaları bitecek; kimsenin yaşam tarzına karışılmayacak; daha fazla demokrasi (fikirlere, özgürlüklere saygı anlamında) sağlanacak; komşularla sorun yaşanmayacak ve bir daha 28 Şubat’lar olmayacak’ iddialarıyla, söylemleriyle ortaya çıktı. Ve bu söylemler gerek baskılardan usanmış muhafazakâr kitleden, gerekse de liberal aydınlardan ciddi anlamda hüsnü kabul gördü ve partiye büyük ümitler bağlandı, 17 yıl boyunca da ciddi anlamda destekler verildi…

Bugün AKP’nin geldiği noktaya, Türkiye’yi ve İslami kesimi getirdiği noktaya baktığımızda, başlangıçtaki iddialarından fersah fersah uzakta olunduğunu görüyoruz. AKP iktidara geldikten 10 yıl sonra başörtüsü sorununu (kanunla olmasa da) halletti. Çok geç kalmış bir serbestiyet olsa da İslami kesimin AKP’li olan- olmayan hemen hepsi bu adımı takdir etti. Çözüm sürecinde Türk-Kürt kardeşliği vurgusu, silahların susması hemen her kesimi memnun etti… Ancak ilk 10 yıl bazı iyi şeyler yapılmış olsa da özellikle son 7 yıldır yapılanlara bakıldığında, işin rengi ortaya çıkmaya başladı. Hemen her konuda geri adımlar atıldı. Zaten yeterli olmayan pozitif adımlardan vazgeçildiği gibi envaı çeşit konuda hem gayrı İslami ve hem de ülke zararına olan işlere imzalar atıldı. Gerek iç politikada gerekse de dış politikada 2002’den çok daha geriye gidildi. Çözüm süreci bitirildi, doğu- güney doğu kan gölüne döndü. Hem Türk hem Kürt ırkçılığı hortlatıldı. Hemen her sınır komşumuzla kavga etmeye başladık… Katı laik hükümetlerin bile yapmadığı şekilde Ortadoğu ziyaretlerinde laiklik tavsiye edilmeye başlandı… Ortadoğu’da oluşan ayaklanmaları kimlerin başlattığı ve sonucun nereye varacağı düşünülmeden bunlara destek verildi… Kemalizm açılımı yapıldı; çarşaflı kadınların Anıtkabir ziyaretleri, M. Kemale mersiyeler düzmeleri şaşkınlıkla izlendi. Ve önce alttan alta daha sonra da 15 Temmuz bahanesiyle aleni şekilde İslami faaliyetler engellenmeye başlandı ve özellikle cemaat çalışmaları yapanlara adeta savaş açıldı. On binlerce insan bir damga vurularak cezaevlerine dolduruldu. Sadece İslami kesime değil, muhalif olan kim varsa bir bahane bulunarak susturulmaya, sindirilmeye çalışıldı. Tüm bu zulümlerden milyonlarca insan etkilendi ve özellikle sosyal medya aracılığı ile yapılan zulümleri ve kadınların, çocukların, ailelerin dramlarını duymayan kalmadı. Bir de üstüne üstük patlayan ekonomik kriz, halkın tüm diğer yanlışları görmesini ve partiden de uzaklaşmaya başlamasını sağladı. AKP, artık  ciddi anlamda, liberal aydınların ve muhafazakar halkın desteğini kaybetmeye başladı. Son dönem, dindar görünmek için yapılan büyük camiler ve güçlü görünmek için yapılan devasa saraylar, halkın teveccühünü yeniden kazanmalarına yetecek gibi görünmüyor. Hatta tüm bu harcamalar da halk tarafından yavaş yavaş da olsa konuşulmaya/ eleştirilmeye başlandı.

HOCALAR

‘Doğruyu konuşamıyorsan da yanlışı övme!’

Bu süreçte kaybedenler güruhunun yine önde gelenlerindendir hocalar… Maalesef ‘kıyamet hacıdan-hocadan kopar’ sözünü yaşattı bazı hocalar… İslami kesimin, ülkemde adeta kıyameti yaşadığı şu dönemin en etkili mimarıdır(!) hocalar… Yapılan yanlışlara sessiz kalanlar; iktidara bil fiil destek olanlar; ateşli konuşmalarla halkın teveccühüne iktidar lehine yön verenler; iktidarın yanlışlarını zorlama fetvalarla kamufle edenler; hızını alamayıp Kemalistlerden daha fazla devletçi olup derin devlete dahi methiyeler düzenler… Halka, davası-hedefi olmayan; mıymıntı; yanlışa yanlış demeyen; münkere muhalif olmayan; her türlü zulme rıza gösteren, adeta afyon vazifesi gören bir din anlayışı kazandıranlar… İslam’ın yüz karası, insanları dinden- imandan soğutan hocalar…

Peki, İslami ilimleri okuyan, hatta bu ilimlerin kitabını yazan bazı hocalar nasıl ve neden bu hale geldiler? Birkaç negatif sebebi yazmaya çalışalım:

Devlet ricaline yakın olmak. Bir alim/hoca şayet siyasetin maşası olmak istemiyorsa, İslam hukukunun olmadığı veya İslam hukukunun göstermelik olarak işlediği bir sistemde, devlet ricalinden ve teklif edilen makamlardan fersah fersah uzak durmalıdır. Bazen İslam namına bir fayda elde etmek için bazen de şahsi menfaatleri gereği devlete yakın duran hocalara sistem, bir süreliğine bazı kolaylık ve menfaatler sağlayabilir. Ancak ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ mantığıyla hareket eden güçler, verdikleri 1 imkânın karşılığında 10 taviz koparmayı ihmal etmeyeceklerdir.

Devletçi bir anlayışa sahip olmak...1 Devletin bekasının, adaletin bekasının önüne geçmesi; devletçiliğe kurban edilen adalet, merhamet anlayışı… Buna ‘Emevi dönemi mantığı’ diyebiliriz. İslam tarihinin kara dönemi diye bildiğimiz okuduğumuz Emevilerde ‘devletin bekası için her şey meşru’ mantığı saltanat sisteminin yerleşmesine sebep olmuştur. Ve devlete zerre dokunan alim-avam kim varsa ağır bedeller ödetilmiştir. O dönem İmamı Azam gibi bazı alimler, canları pahasına da olsa, bu kendi din anlayışını dikta eden ve ulemadan da bu anlayışı onaylamasını isteyen devlet ricaline karşı mücadele etmişlerdir. Ancak dönemin bazı alimleri sessiz kalarak, bazıları da maalesef iktidarla iyi geçinme yoluna giderek bir nevi yapılan zulümleri ve bozuk/resmi din anlayışını onaylamış oldular. Alimler/Hocalar açısından bugün de devlete, devletin politikalarına, din-devlet ilişkisine bakış anlamında tarihe geçecek durumlar yaşanıyor. Tarih bu hocaları da gerek devletin dine verdiği zararlara sessiz kalmaları, gerekse de beka gerekçeleriyle adaleti hiçe sayanlara sessiz kalmaları sebebiyle kara sayfalara yazacak; yazdı.
Hocalarımız şunu unutmamalı adalet olmadan devletin bekası sağlanamaz; adaletsiz beka anlayışı devletin değil menfaatperest yöneticilerin bekasını sağlayacaktır… Bir de can alıcı soru ‘hangi devletin bekası? Devlet İslam mıdır ki…’ Müslümanların yaşadığı bir devlet, eğer saltanata/ diktatöryaya evrilecekse ‘beka vs.’ gibi söylemlerle hocaları kendisine biat ettirir. Hocalar -esasında Emeviden kalma- İslam/devlet geleneği zannedilen, devletin bekasını adaletin dahi önünde tutma anlayışının İslami olmadığını bilmelidirler… Ve yine bilmelidirler ki! Hocaların zulme sessizliği zorbaların elini güçlendirir; mücadele edenlerin ise gücünü ve tesirini kırar… 21. yüzyılda Yezid zihniyetinin temsilcileri yeniden hortladı; şayet Hüseynî duruş gösterenler veya İmamı Azam tavrı koyanlar çıkmazsa, yarınımız bugünümüzden daha berbat olacak gibi görünüyor.

Dava adamı olamamak. Dava adamı olmak başka bir şey; ilim adamı olmak başka bir şey. Hocalarımız Tevhid davasının adamı olmazlarsa, sahip oldukları ilim onları başka bir şeylerin adamı olmaktan kurtaramayacaktır. Davası olan insan sağlam olur, savrulmaz. İlim/ fıkıh elbette olmazsa olmazdır ancak eğer inandığınız ve uğruna can vereceğiniz bir davanız olmazsa, o ilmi yeri /zamanı geldiğinde hakkaniyetli ve kitaba uygun bir şekilde kullanamazsınız. İlim, dava yolunun en önemli aracıdır.

Korkaklık. Cesaret âlimlerde olması gereken temel özelliklerdendir. Eğer bu özellik olmazsa, ilmin ona söylediği duruşu gösteremez ve bu korkaklıktan kaynaklı suskunluk hali, halk nezdinde ikrar kabul edilir. Toplumun en cesurları âlimler olmalıdır. Âlimi korkak bir ülkede önce korku toplumu oluşur ve akabinde bu korku toplumunun üzerine, korku imparatorluğu kolayca bina edilir.

Özgüven sahibi olamamak. İslam âlimine dini, davası ve medeniyeti özgüven kazandıracaktır. Mensubu olduğu dinin medeniyetine, bu medeniyetin, dünyanın içine girdiği çıkmazlardan kurtuluşu sağlayacak, alternatifsiz tek medeniyet olduğuna inancı tam olmalıdır. Bu inanç, özgüven kazandırır ve batı medeniyetine karşı kompleksli yaklaşımlardan kurtarır ve çağın rüzgârından savrulmadan sapasağlam kalmayı sağlar. Bazen teknolojinin, modernitenin bazen de ideolojilerin, felsefenin rüzgârı çok kuvvetli estirilir. Hocalarımız, İslam hâkim olsun- olmasın her durum, şart ve ahvalde özgüven sahibi olurlarsa, moderniteden de fikri akımlardan da etkilenmeden ‘tek hak İslam’dır; İslam’ın hayat tarzıdır, İslam’ın medeniyetidir’ diye haykırmaya devam ederler.

Belli ilkelere ve kriterlere göre hareket etmemek. Bir âlimin dayandığı sabit ilkeler olmazsa siyaset rüzgârından ister istemez etkilenecektir. İlkeler insanı yanlış yapma noktasında durdurur. Türkiye’deki hocaların temel problemlerindendir ilkesizlik. Eğer bir yol haritanız ve seyrettiğiniz yol üzerinde sizi yönlendirecek uyarı işaretleriniz/ kurallarınız/ ilkeleriniz yoksa, sonunda nereye varacağınız ve ardınızdan gelenleri de nereye götüreceğiniz belli değildir. Sürprizleri olmayan, sapmaya- uçurumdan yuvarlanmaya müsaade etmeyen bir metotla hareket edilmek zorundadır. Bunu sağlayacak ve büyük yanlışlar yapmama noktasında insanı durduracak şey ilkelerdir.

Hocaların gerçek bir cemaat çalışması yapmayı göze almamaları psikolojik etken olarak karşımıza çıkıyor. Bugün birçok hoca düzenli- teşkilatlı ve hayırlı sonuçlar almaya dönük bir çalışma ortaya koymayı göze alamıyor. Bunu göze almak elbette zordur ve bu işler sıkıntılıdır. Hal böyle olunca, böyle bir emeğin ve sıkıntının içerisinde olmayanlar, birçok noktada ideallerden ve ilkelerden daha kolay vazgeçebiliyorlar. Bir çalışmaya emek vermek, o emeğin ziyan olmaması için de çaba göstermeyi sağlar. İşte ‘cemaatleri bitirme projeleri’ yapılan ülkemde, ciddi anlamda cemaat çalışması yapmayanlar, bu projelerin vahametini anlamadılar ve bu projeleri yapan derin güçlere seslerini çıkarmadılar.

Aydın bir kafaya sahip olmamak. Hocalarımızın sadece İslami ilimleri bilmesi, siyaset ilmini bilmemesi gerek kendi üzerlerinde gerekse de din, memleket ve ümmet üzerinde oynanan oyunları çözmesine yeterli olmayacaktır. Bu yetersizlik durumu, birçok konuda aldanmayı, yanlış kararlar ve tutumlar almayı sağlayacaktır ki bu durum onun tuzağa düşmesi/düşürülmesi durumudur. Aydın- âlim bir hoca hazırlanan tuzakları önceden görebilir ve kolay kolay aldanmaz.

AYDINLAR

‘Takke düştü kel göründü; gözlük düştü kör göründü’

Zulme ses çıkarmayan, mazlumlara sahip çıkmayan, iktidarın sağladığı bir takım imkanlarla kendilerini kaybeden hocalar, iktidar güç kaybetmeye başlayınca, bazı hataları görmeye ve eleştirmeye başladılar. Bunlara ‘takke düştü kel göründü’ yani ‘siz gücün kulu-kölesiymişsiniz, bu ortaya çıktı’ diyoruz…  Tabi bunların vesilesiyle hocalığın da İslamın da itibarı zedelendi… Bugün gelinen noktada insanlara İslam’ın ne olduğunu anlatmaya çalışırken ne olmadığını da anlatmak zorunda kalıyoruz. Böyle hocalar, İslami duyarlılığı olan samimi insanlar için utanç sebebidir…
Maalesef aydınlarımız için de durum pek farklı değil. Bir toplumun aydını, İslamcı olsun olmasın, zulme, otoriterliğe, diktatöryaya muhalif olur. Hatta bazı aydınlarda muhalif ruh ve özgürlükçü anlayış öyle baskındır ki, iyi şeylere bile muhalefet edebilir; her konuda özgürlük diyebilir. Bizde, hatta tüm Ortadoğu coğrafyasında, her cenahta hakiki ve hakkaniyetli aydın kıtlığı mevcut. Her cenahın aydını kendi adamı başa geçtiğinde muhalefeti, sorgulamayı bırakıyor…
Bir ülkenin gazetecileri, akademisyenleri, sanatçıları yani aydınları konuşması gerekirken susuyorsa, ‘devletin bekası’ vs. teraneleriyle haksızlıklara, zulümlere sessiz kalıyorsa, bunlara ‘aydın’ denilemez. Bunlar kuru gazeteci, kuru akademisyen, kuru sanatçıdır. Batıla, zulme, işkenceye muhalefet etmeyenden aydın mı olur!
Mevzumuz kaybeden kesim diye nitelendirdiğimiz İslami kesim olunca, yaşadığımız bu süreçte gazetecilerin trolleştiğine; otoriteye bırakın zerre muhalefet etmeyi veya nötr kalmayı, iktidarı ve kendi köşelerini- ikballerini muhafaza için, kalemlerini iftiralar atmak için kullandıklarına şahit olduk. Kalemin namusudur doğruları yazmak; kalemin namusunu kirlettiler. Utanıyoruz bu sözde aydınlardan. Onlardan beri olduğumuzu söylüyoruz. Ehliyetsiz kaptanın kullandığı geminin batmakta olduğunu gören ve gemiyi terk etme telaşına giren ve bu arada kaptana /mürettebata veryansın edenleri duymak dahi istemiyoruz. Onlara ‘gözlük düştü kör göründü’ diyoruz. Yani yıllarca iktidarın hatalarını görmezden geldiniz; destek vermeye devam ettiniz… Şimdi iktidar güç kaybetmeye başlayınca ‘görememişiz; hata yaptık’ diyorsunuz… Siz bu toplumu aydınlatan/ uyandıran değil, bilakis karanlıklara sürükleyen, uyutan, aydın olmayan ancak aydın geçinen varlıklarsınız, diyoruz.

Kaybedenlerin bir kısmı bunlar… Bir de kaybeden bir kitle var ki, o da körü körüne rüzgarın, gücün arkasından sürüklenen dindar halk kitlesi. O konu da uzunca bir konu olduğu için, burada değil ayrı bir yazı olarak ele alacağız inşallah.

Kaybedenleri anlattığımız bu yazıya mukabil bir de hapsedilmesiyle ülkemin kayıplar yaşadığı bir dava adamı var ki; o da Alparslan Kuytul Hocam. Onu anlattığım bir yazımın linkini vermeden yazıyı tamamlamak istemiyorum. ‘Bir aydın-âlimin hapsedilmesiyle ülkem kaybediyor’2 yazısı…

   1-      Bu konu çok derin ve uzun uzun anlatılınca daha net anlaşılacak bir konu. Ancak biz konuyu fazla uzatmamak için önemli birkaç noktaya değinip özet geçeceğiz…
2 2 -   http://rumeysasarisacli.blogspot.com/2018/11/bir-aydin-alimin-hapsedilmesiyle-ulkem.html









2 Temmuz 2019 Salı

SEÇİM DEĞERLENDİRMESİ : SOL KAYBEDİYOR; CHP KAZANIYOR!




İstanbul seçimleri üzerine objektif bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Bu objektif bakışı, güncel siyasete olan mesafemiz ve herhangi bir partiyle irtibatlı olmama durumumuz sağlayacaktır zannediyorum.
Evet, İstanbul seçiminde sol kazanmadı. Bu seçim sonucunun, sadece sayısal veriler üzerinden gidilerek, solun yükselişi, sağın çöküşü olarak değerlendirilmesi, sosyolojik, objektif ve gerçek bir değerlendirme olmaz.
Aslında Türkiye’de ve dahi dünyanın bazı ülkelerinde ideolojilerin ciddi anlamda söylem değiştirdiğine şahitlik ediyoruz. Biz buna ‘postmodern dönem ideolojiler’ veya ‘ideolojilerin çöküş dönemi’ diyebiliriz. Sol/ sosyalist ideolojiye baktığımızda, kuruluşunda ve palazlanma döneminde ortaya koyduğu bazı temel ilkeleri, en azından görüntüde, bir kenara bıraktığını görüyoruz. Sosyalizmde dine bakış (çok çeşitlilik olsa da) ciddi anlamada problemlidir. Sekülerizm1 sosyalizmin temel ilkelerindendir. Türkiye solu da bugüne kadar bu temel ilkeye oldukça bağlı kalmıştır. Gelen herhangi bir iktidar, dinin özellikle kamusal alanda yaşanmasına dönük bir girişimde bulunduğunda, karşısına ilk çıkanlar, katı laik solcular olmuştur. Hatta kendilerini ‘laikliğin teminatı’ olarak görmektedirler. Ancak son 5 yıldır Türkiye’de sol cenahın en güçlü partisi olan CHP’nin katı laik söylemleri bir kenara bıraktığını ve kemalizmi de adeta gözümüze sokar gibi mevzu etmediğini görüyoruz. Özellikle son seçimlerde ‘halkımız müsterih olsun, dindarlara saygı duyacağız; kimsenin kılık kıyafetine karışmayacağız, İmam hatipleri kapatmayacağız’ gibi ifadeleri defaatle söylemişlerdir.(Her ne kadar zaman zaman bunu aksi bir takım söylemlerde bulunanlar olsa da, genel siyaset, ılımlı laik siyasettir)
‘Sol bu noktaya neden ve nasıl geldi’ sorusunun cevabı çok önemli. Türkiye solu şunu gördü, her ne kadar Cumhuriyetin kuruluşunda dindarlara büyük baskılar hatta kıyımlar yapılmış olsa da, bu toprakların insanları, dini yaşantıya dair taleplerinden vazgeçmedi ve dini argümanlara göre konuşan veya yaşamanın önünü açacağını iddia eden siyasileri her daim destekledi. Türk solu bu gerçeği kuruluşundan neredeyse 90 sene sonra anladı veya anlamış gibi görünüyor.     
Dolayısıyla sosyalist ideoloji, kendi temel ilkelerinden olan laiklikten taviz vermeye başladı. Çünkü insan fıtratı dine temayüllüdür ve bundan dolayı dini söylemlerle vaadlerde bulunanları destekleyecektir. Aslında tüm beşeri ideolojiler dini, handikap gibi görür. Yani din, '(eski ifadeyle) terakkinin ve dahi aydınlanmanın önünde engeldir' denilir. Bundan dolayı dinle, dindarlıkla, dine yönelişlerle mücadele ederler ve sürekli‘dinlerin dönemi bitti’ mesajını vermeye çalışırlar. Bugün gelinen noktada bu bitiş ilanlarının göstermelik olduğunu, hakikatte dinin insan üzerindeki tesirinin bir gerçek olduğunu ve bunun da anlaşılmaya başlandığını söyleyebiliriz. Ve bir bitiş ilanı verilecekse bu, ideolojilerin iflasının ilanı olmalıdır diyebiliriz. Çünkü bir ideoljinin kendi temel ilkesinden taviz vermeye başlaması o ideolojinin çökmeye başladığının en büyük emaresidir.  
Son seçimlerde ortaya çıkan tablo, her ne kadar sol bir parti olan CHP’nin yükselişi gibi görünse de, kendi ilkelerine bağlı kaldığı müddetçe sittin sene iktidar olamayacağını anlayan ve bu ilkelerden ödün verince kazanmaya başlayan bir partinin yükselişidir. Yıllardır sağ partilerin uyguladığı taktiği yeni keşfeden, yani dini söylemleri ve motifleri kullanarak halkı etkilemeye çalışan ve bu şekilde kazanmaya başlayan bir partinin yükselişidir. Seyyid Kutub Fizilal'de bu durumla ilgi çok enteresan ve isabetli bir tespitte bulunur ve der ki: 'Bâtıl ayakta kalmak için hakka dayanır'. Köksüz olan ideolojiler de yıkılacaklarını anladıklarında hakka dayanarak ayakta kalmaya çalışırlar; bugün olan durum budur. 
Özetle, Türkiye solu özelinde tarihi günleri yaşıyoruz. Ana ilkeleri olan laiklikten ve dahi milliyetçilikten (CHP’nin 6 okundan birisi ‘laiklik’ diğeri ‘milliyetçilik’tir) ödün vererek, gerek dindarların gerekse de kürtlerin oyunu alan bir partinin başarısına şahitlik ediyoruz. Bu durum şunun ilanıdır: Biz kendi ilkelerimizle toplumu etkileyemiyoruz; biz kendi ilkelerimize bağlı kaldığımız müddetçe halkın teveccühünü kazanamadığımızı anlamanın acziyeti içerisindeyiz; biz ilkeler anlamında yeniliyoruz! İşte CHP’nin yaşadığı durum sol ideolojinin kaybetmesi, soldan taviz veren partinin yükselmeye başlaması; yani 'başarının içinde yenilgi' durumudur...
Bir de elbette 'İş-aş! Adalet! Özgürlük! çığlıklarının atıldığı bir memlekette bu konuda vaadlerde bulunan bir partinin kazanması ve tüm bu durumlara sebep olan partiye tepki gösterilmesi normal bir durumdu ve bu yaşandı... İktidarın 15 Temmuz bahanesiyle cemaatlere ve dindar kesime dönük uyguladığı kıyım projesi ve CHP'nin de bunu dile getirmesi seçimi kazanmasında önemli bir etken olmuştur ve dindarlar, tarihte görülmemiş şekilde, sol bir partiye destek vermiştir. Yani yine mesaj, bugünün Türkiyesinde, daha çok dindarların yaşadığı adaletsizliği, engellemeleri ve zulmü kaldırmaya dönük mesajlar olarak verildi. Dindar kesim de bu mesajı pozitif bir mesaj olarak algılayıp sola destek verdi. İslami kesim açısından bu durumun oluşturduğu sıkıntılar, çelişkiler diğer yazıda anlatılacak uzun mevzular...

LGBT yürüyüşlerine belediyelerin resmi sosyal medya hesaplarından destek vermesi ve CHP'nin dindar halkın tepkisini göze alarak kurumsal olarak bu ahlaksızlıkları desteklemesi de önemli bir konudur.  Bu durum CHP'nin ciddi anlamda ideolojik bir karmaşa yaşadığını, kime yaranacağını şaşırdığını, gel-gitler yaşadığını ortaya koyuyor. Dini hassasiyeti olan ve seçimlerde de hedef kitle olarak gördükleri büyük kitleye mi, dini reddeden azınlık ama tesirli kitleye mi hitap edecek veya bu dengeyi nasıl kuracak? Önemli ve onlar açısından cevabı zor olan soru bu. Bu durum sol ideolojik bir partinin içine girdiği çıkmazın izharıdır. 

NOT: Bu yazımız seçim değerlendirmesinde sol cenahın tahlili. Kaybeden bir diğer taraf olan İslami kesimin değerlendirilmesi ise, ilerleyen günlerde paylaşacağım 2. bölümde olacak (inş). O cenahta kayıp daha büyük ve enteresan durumlar yaşanıyor... Bir de kaybetmeyen ama kaybetmiş gibi gösterilen bir kesim var ki; İslamcılar... Anlatacağız inşaallah.