8 Kasım 2013 Cuma

Teslim Ol, özgür Ol!

   Teslim Ol, özgür Ol!

Kavramların ters yüz edildiği şu çağda, belki de üzerinde en çok oynanan, tağyirât ve tahribât yapılan kavramdır özgürlük. İnsanı bir taraftan gerçek huzura- sükûnete kavuşturan, bir taraftan da huzurunu hepten bozan o sihirli kavram, özgürlük…               
Zannedilir ki özgürlük bu çağın kavramıdır, bu çağın talebidir, yeni bir duygudur. Oysa insanoğlu, yaratılışından bu yana, hakiki özgürlüğe meyyal bir varlık olmuştur. Fıtratını bozmamış her insan, kendisiyle eşit düzeyde olan insanların tahakkümünden hoşlanmaz; ister ki, kendisinden daha büyük, daha güçlü, daha ilim sahibi bir varlığın dışında, kimse kendisine hüküm koymasın. İnsanı böyle bir fıtratla yaratan Allah Azze ve Celle, gönderdiği fıtrat dini ile insanın bu yönünü sürekli geliştirir. Ve Rabbimiz, adı ‘İslam’ olan teslimiyetin içerisinde, özgürlüğü mükemmel bir şekilde yaşatır. İslam olan insan, aslında Allah’a teslim olduğu her konuda bir esaretten kurtulur ve teslim olduğu her konuda özgürleşir. Ne kadar teslim olursa o kadar özgürleşir; kulluğa doğru attığı her adımda, ruhu bir adım daha özgürleşir. Buna mukabil, bugünün sözde özgürleri ise, yaşadıkları özgürlüğün içerisinde esaretin dip âlâsını yaşarlar.
Özgürlük, sadece yaşanılan hayat tarzında kendini bulan bir kavram değildir. Kalbi, ruhu, aklı aslında tüm melekeleri ilgilendiren ve onlara yön veren bir kavramdır. Kalbî özgürlüğe kavuşamamış bir insanın, kendini ruhen özgür hissetmesi mümkün değildir. Kalbin özgürlüğünü sağlayacak temel duygu ise; imandır. Tevhidi özümsemiş ve Allah’a i’tisam (bağlanmış) etmiş bir kalp, insanı özgürlükte zirve noktaya çıkarır. Kişi Allah Azze ve Celle’ye ne kadar bağlanırsa, masivadan (Allahın dışındaki her şey) o kadar sıyrılır, kurtulur ve özgürleşir. Yani i’tisam-ı billâh, kişinin i’tisam-ı binnefis, i’tisam-ı bişşeytan ve i’tisam-ı biddünya’dan kurtulmasını sağlar. Tam bağlanamayan insanların özgürlükleri, tam ve sürekli bir özgürlük olamaz. Dolayısıyla, insanı hürriyetten mahrum edip, adeta yüreğine üç büyük düğüm atan nefis-şeytan-çevre üçgeni çözülmedikçe, esaret kuvvetle devam edecektir.
Bizi bu prangalardan kurtarmak için, ‘Fefirru İlallah’(Allah’a kaçın) buyuran Rabbimiz Teâlâ, adeta dünya sevgisinden alıp başımızı gitmemizi, kaçıp kurtulmamızı isteyerek, hakiki özgürlüğe kavuşmamızı murad ediyor. Dünya nimetlerine ve dünya sevgisine karşı özgürlüğünü ilan etmeyenler, ahiretin o muazzam nimetlerine bağlanamazlar; dünya sevgisine karşı özgürlüğünü ilan etmeyenler, Allah’a hâs kul olup, bağlanamazlar. Yani;  tam terk etmeden tam kavuşma gerçekleşemez. Tam özgürleşmeden, tam kulluk yaşanamaz.
Bugün zannedilenin aksine, en büyük esareti, diktatörlere boyun eğen Ortadoğu coğrafyası değil, kendini ziyadesiyle özgür zanneden, Batı toplumları yaşamaktadır. Evet diktatörlere boyun eğmek de büyük bir esarettir; ancak nefsin köleliği kadar büyük bir esaret olamaz. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki: “Allah’ın ibadet edilecek yegâne mabutluğu bir tarafa, sema gölgesi altında, arzularına uyulan nefisten tapınılır daha büyük bir ilâh yoktur.”2 Nefsin ilahlaştırılarak hâkimiyet ilan ettiği bu toplumlarda, insan âdeta ‘hayvandan daha aşağı’ bir mertebeye indirilerek, başka bir mahlûk kategorisi oluşturulmuştur. Ne için yaratıldığını bilmeyen, hayatı sadece zevk ve eğlenceden ibaret gören, fıtratını bozmuş yığınlar... Refah içerisinde yaşayan bu toplumlar, sefahatin esiri olmuş gerçek sefillerdir. Evet, doğu toplumlarındaki sefalet, köle ruhlu insanların oluşmasına sebep olmuştur; çünkü fakirler ve ezilenler, zenginlik ve güç karşısında kendilerini ezik hissederler ve onlara hayranlık duyarlar. Ancak sefaletin yaşattığı kölelikten daha beterini sefahat yaşatmaktadır. Dünyevi zevk-u sefanın envai çeşidini tadanlar, artık hiçbir zevkle tatmin olamamakta ve nefsanî istekleri hayatlarının merkezine oturmaktadır.
Efendiliğin insandan alınıp nefse verildiği batı toplumları, sefahatin sonucunun hangi bedelleri ödettiğini, detaylı olarak ve uzunca bir süredir göstermektedirler. Dünyanın refah seviyesi anlamında en zengin ülkeleri olarak bilinen Amerika ve Avrupa, ahlak fukarası insanların olduğu toplumlar oluşturmuştur. Amerika’nın eski Cumhurbaşkanı olan Richard Nixon’un eski müşaviri Robert Carin şöyle diyor: “Ülkemiz çok zengin olabilir, ama biz manevi açıdan yoksul bulunmaktayız.” Yine Amerika Harvard Üniversitesi üstadı Cornel West diyor ki: “Bir millet, iktisadi ve askeri açıdan dünyayı fethettiği halde kendi ruhunu kaybetmişse neye yarar? Ama topluma daha derin bir şekilde bakacak olursak, gün gittikçe manevi bir başıboşluğa ve ahlaki çöküşe sürüklendiğimizi çok rahat anlayabiliriz. Toplumda gün gittikçe intiharlar artmakta, ocaklar sönmekte ve de kürtajlar artış kaydetmektedir ve bunlar da bizim manevi fakirliğimizin apaçık bir kanıtıdır.”İşte bu ahlâk ve maneviyat fukarası toplumlar, nefislerinin esiri olmuş köleler topluluğudur. Ve şu bir gerçektir ki; hürler, bir gün gelip muhakkak köleleri yenecektir. Nefsin esiri olan batı toplumu da bir gün hürriyetine kavuşacak olan İslam ümmetinin eliyle yenilmeye mahkûmdur. Onların yenilmesi, ya kendi nefis bataklıklarında boğulma, ya da İslam’ın özgürlüğünde hayat bulma şeklinde olacaktır ki; eğer İslam olurlarsa, bu onlar için mağlubiyet değil, galibiyet olacaktır. Sadece gerçekleri konuşan Kur’an, “Nefsini ilah edineni gördün mü?”3 buyurarak onların köleliğini, esaretini ve akabinde gelecek çöküşü de ‘gör’ demek istemektedir. Maddi alanda güç elde ederek, maddenin kölesi olanların çöküşü, manevi değerlerin kıtlığından kaynaklanacaktır. Bu toplumlar her ne kadar, yayınladıkları filmlerle, özgür oldukları, tozpembe hayatlar yaşadıklarının izlenimi vermeye çalışsalar da, çirkinliğini boyalarla gizlemeye çalışanların acziyetini sergilemektedirler.
Tevhid ile insanlara hakiki özgürlüğün yolunu açan Rabbimiz, özgürlüğe giden yolu açacak olan  iman konusunu, ‘inanç hürriyeti’ çerçevesinde, kişinin hür iradesine bırakmıştır. İman, kalbin duygusudur ve kalbe zorla bir şeyleri inandırmak mümkün değildir. Kalp biraz zorlandığında, küfürden bin beter bir maraz olan, nifak yaşanacaktır ki; nifak, Allah’ın en sevmediği kalp hastalığıdır. Yüreklerimizin bu yapısını en iyi bilen Allah Azze ve Celle; “Ey Rasulüm sen de ki: İster inansınlar isterlerse inanmasınlar”4“Dileyen iman etsin, dileyen küfrü seçsin”5“Şüphesiz biz ona yolu gösterdik; ister şükreder, ister nankörlük eder”6,”Dinde zorlama yoktur”7 buyurarak, hangi yolu tercih edeceğimiz hususunda bizi özgür bırakıyor. Kalbin tercihi olan iman-küfür tercihini kalbe bırakıyor. Ancak merhametiyle, bu tercihin neticesinde bizleri nelerin beklediğini de detaylı olarak bildiriyor. Verilen özgürlüğü, yanlış tercihlerle çok rezil bir esarete çevirmememizi salık veriyor.
İmanın pratik hayata yansıması olarak da tarif edebileceğimiz ‘ibadet-kulluk’ vazifelerimiz de bizi birçok konuda özgürleştirir. Allah’a yapılan tüm ibadetler, insanı bir taraftan kul yapar bir taraftan efendi. Rabbine kul olan insan, nefsine efendi olur. Efendi, hürdür/ özgürdür. Müslüman Allah’ın emirlerini yaşarken yürekten-ihlâsla yaşıyorsa, ruhunun hafiflediğini, adeta bir şeylerin prangasından kurtulduğunu hisseder. Allah için kıldığımız namazlarımızdaki her bir secde aslında bizi binlerce secdeden kurtarır. Allah’ın huzurunda el pençe divan duran bir kul, başka hiç kimsenin önünde böyle bir ta’zim halinde olmaz, olamaz.
Ve aklı, beşerî düşünce ve ideolojilerle ilahlaştırıp, vahiyden uzak, rasyonalist bir mantığa büründürüp zıvanadan çıkaranlar bilmelidirler ki, aklın özgürlüğü vahiy ile mümkündür. Aklı insanın ilmine hapsetmek, akla zarar ve aklı sınırlayan bir yaklaşımdır. Sonsuz ilme sahip olan Allah Azze ve Celle’nin peygamberi vasıtasıyla bildirdiği vahiy, insanın ilmini aşan tüm bilgileri, insanlığın hizmetine sunmaktadır. Çünkü insanın aklı, insanın ruhunu anlamaya, çözmeye ve ona uygun bir hayat tarzı belirlemeye yetecek donanımda yaratılmamıştır. İlmi sonsuz olan Allah’ın ilmine, gönderdiği bilgiye teslim olmak, insanın kendi kendine ulaşabileceği bilginin çok ötesine geçmek demektir. İnsanın birçok tecrübe ile ve zaman kaybederek elde edeceği bilginin ziyadesini/kâmilini, Alîm olan Allah, vahiyle, hazır olarak, aklımızın alacağı şekilde bildirmektedir. İşte bu durum, bilgiyi, ilmi nakıs olandan değil de ilmi sonsuz olandan almamızı sağlar ki, böylece insan aklının sınırları genişler ve akıl, hürriyetine kavuşur. Tüm meselelere vahyin ışığında bakan bir akıl, aklı ve bakış açısını kısıtlayan çağın esaretinden de kurtulur; gerçek bilgi (vahiyle) ile büyük düşünmeye başlar. Böylece Müslüman, çok daha geniş bir perspektif kazanır. Bu geniş perspektife sahip olanlar, bazen çoğu insanın doğru dediğine yanlış, yanlış dediğine ise doğru diyebilir; görünmeyeni görebilir, yıllar sonra ortaya çıkacak bir hakikati bu günden anlayabilir. Biz buna feraset, basiret diyoruz. Aslında mü’mine bu feraseti kazandıran, Alîm olan Allah’ın, olayların arka planına da bugününe de yarınına da projektör tutan Kur’an’ından kaynaklanmaktadır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Müminin ferasetinden korkun, çünkü o, (mes’elelere) Allah’ın nuruyla bakar” buyurdu, Sonra da şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Şüphesiz bunda anlayışlı (firâsetli) olanlar için (nice) ibretler vardır.”8
İnsanoğluna emanet olarak verilen bedenin özgürlüğü ise helaller ile mümkündür. İslam fıkhının ana kaidelerinden olan ‘eşyada asas olan ibahadır (mübah olmasıdır)’ hükmü gereğince, aslında haram nadirdir. Allah ve Rasulünün belirlediği haramların dışında, çok geniş bir helal dairesi çizilmiştir. Müslüman, bu geniş helal dairesi içerisinde özgürce yaşamaktadır. Örneğin, bildiğimiz bilmediğimiz binlerce, belki milyonlarca meyve –sebze suyu helaldir, sadece içki haramdır; bu serbestiyet, içecekte özgürlük değil de nedir? Her meselede durum böyledir; yani, helaller sayılamayacak kadar çok, haramlar ise sınırlıdır. İşte bu sınırlı haramlara fütursuzca girenler, nefislerinin esiri olmaktadırlar. İnsan, nefsinin telkin ettiği haramlara girdiği zaman, o nefsin kulu, esiri olmaya başlar ki; bu durumda köle olması gereken nefis, efendi konumuna yükselir. Oysa nefis değil insan, dünyaya efendi olmak için gelmiştir. Yaşadıkları haram hayatlarla, kendi kafalarına göre yaşayıp, hiçbir sınır tanımadan özgürleştiklerini zannedenler, aslında nefisleri tarafından çok büyük bir esaret tuzağına düşürüldüklerinin farkında değildirler.
Dünya hayatını yaşarken, sınırlı sayıdaki haramlar hususunda sınırlar, kurallar belirleyen Allah Azze ve Celle, kendine, davasına muhabbet konusunda sınır koymaz. Çünkü Allah, kendisini sevdikçe özgürleşeceğimizi, dünyanın esaretinden kurtulacağımızı bilmektedir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi, “Kulum, kulum, kulum… İnsanlar özgür oldukça mutlu olur, bense sana kul oldukça mutlu oluyorum.”
Hâsılı kelam, Allah’a kul olmak için geldiğimiz şu dünyada, bu kulluğu yaşamak için özgür olmak zorundayız. İşte bu mecburiyeti bilen Rabbimiz, kulluğa attığımız ilk adımda, bir LÂ sözü ile bizi özgürleştiriyor, İLLALLAH ile sadece kendine bağlıyor. Ve diyoruz ki, yüreğin özgürlüğü TEVHİD ile ruhun özgürlüğü İBADET ile aklın özgürlüğü VAHİY ile bedenin özgürlüğü HELALLER ile mümkündür.
1-Zariyat 50
2-Taberani,nak.Elmalılı,6/70
3-Furkan 43
4-İsra 107
5-Kehf 29
6-İnsan 3
7-Bakara 256
8-Tirmizi Tefsir 15

19 Ekim 2013 Cumartesi

Cemaatle Gelen Rahmet

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “El cemaatü rahmetün ve’l firkatu azab”1 yani “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır” buyuruyor. Milyonlarca parçaya bölünmüş ümmetin derli toplu olmasını sağlamanın en önemli basamağı olan cemaat çalışması, dünya-ahiret, rahmeti celbedecek bir çalışmadır. 
Gerek Kur’an-sünnetin  “birlik olun” mesajının pratikte nasıl olacağını anlamayanlar, gerekse de mantıklı düşünceden mahrum olan bazı insanların, sözde ümmet namına- vahdet namına cemaatleşmeyi reddetmeleri akıl kârı değildir. 1,5 milyar İslam âlemini sanki ellerinde sihirli bir değnek varmış gibi cemaat olmadan, teşkilat kurmadan, düzenli bir eğitim vermeden sadece ‘vahdet’ sözcüğü ile bir araya getirmeye çalışanlar – aslında bunun hayalini kuranlar- bu birliği sağlamayı başaramayacaklardır. Bu mantıksız hayallerin peşinden gidenler, bırakın ümmeti bir araya getirmeyi, cemaat olmayı reddederek, ümmetin daha da parçalanmasına yol açmaktadırlar.
Vahdetin ve ittifakın gerçekleşebilmesi, Rabbanî metod ile hareket eden cemaat çalışmalarıyla mümkün olacaktır. Çünkü tefrikayı oluşturan en önemli sebep, hareket metodundaki farklılıklardır. Tefrikayı oluşturan sebep ortadan kalktığında, vahdet doğal olarak zaten gerçekleşecektir.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in “cematte rahmet vardır” sözünün de tecellisiyle, Rabbanî metod ile hareket eden bir cemaatin güçlenmesi her yönden rahmeti ve bereketi celbedecektir.
İşte cemaatin sağlayacağı rahmete birkaç örnek:
Cemaat, ümmet olmamızın önünde en büyük engeli oluşturan ve bizi milyonlarca parçaya bölen ferdiyetçiliği yok eder. ‘Ben’ demeyi bıraktırıp ‘biz’ demeyi öğretir. Tek başına bir damla olup kuruyup gitmektense, cemaate karışıp göl olmayı, ırmak olmayı sağlar. Enaniyetten uzaklaşan insanlar bir araya geldiğinde zamanla, benceler bir kenara bırakılacak ve yol birliği, hedef birliği sağlanacaktır. Tesadüfen bir araya gelmemiş olan bu topluluk, belli ilkeler çevresinde kümelenen, bilinçli bir topluluk olacaktır. Hasseten de cemaati cem eden en önemli etken olan, yetkin bir ‘imam’ etrafında toparlanan böyle bir toplulukta ‘kollektif bir şuur’ oluşacaktır. İşte bu kolektif şuur, başına buyruk yaşamayı önleyerek, birliğimizi, varlığımızı güçlendirecektir.          
Cemaat, nakıs olan insanlardan kâmil işlerin çıkabilmesinin yoludur. Nakıs olan insanoğlunun tek başına, büyük ve kâmil işler yapması mümkün değildir. Ancak cemaatin içerisinde olunduğunda yarım işler birleşince tüm olur, birler bir bakarsın bin olur. Herkes Hz. İbrahim değildir ki! Allah Azze ve Celle Hz. İbrahim için “İbrahim tek başına ümmetti”2 der. Hz. İbrahim’in çok özel bir insan olduğunu, tek başına bir insan iken sayısız badireler atlattığını, her imtihana sabrettiğini, bir kişi ama sanki milyon olduğunu dünya âleme ilan eder. Bir büyük peygamber için böyle bir hitap yerini bulan bir hitapken, bu kadar eksik ve noksanımıza rağmen tek başımıza kâmil işler yapmak ve ümmete derman olabilmek, bizim için mümkün değildir. Hatta yine ulul azm peygamberlerden olan Hz. İsa as bile  “Allah yolunda yardımcılarım kimdir?”3 diyerek, havarilerinin kendisine yardım etmelerini istemiştir. Elmalılı bu ayeti tefsir ederken ‘Koskoca Hz İsa bile adeta, cemaat olmazsa, destekleşme olmazsa başarı olmaz diyerek, cemaat olmak istiyor’ der.  
Cemaat, tembelliğe temayüllü olan insanoğlunu çalışkan yapar. Özellikle de hedefi büyük olan ve disiplinli çalışmayı şiar edinmiş bir cemaatte, hizmet ehlinin tembellik yapması çok zordur. “Şeytan bir kişiye yakın iki kişiden uzaktır” buyurur Efendimiz. İnsanoğlu tabiatı ve acziyeti gereği insanlarla bir arada yaşamaya muhtaçtır. Çünkü tek başına kaldığında gaflet ve tembellikten kurtulamamaktadır. İşte bu noktada cemaat, tüm bu tembellik halini üzerimizden atmamıza ve işe koyulmamıza sebep olmaktadır. İnsan etrafında hizmet eden, koşuşturan, ibadet eden insanları gördüğünde kendine gelir: ‘Benim cennete girmeye ihtiyacım yok mu? Benim cehennemden kurtulma mecburiyetim yok mu?’ diyerek silkinir. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadisi şerifte cemaati sopaya benzetmektedir.5 Evet, cemaat sopadır; insanı dürter. Hadi kalk! İşin çok, zulüm çok, kafir çok! Vaktin az, gücün az, sayın az! der. Evet, cemaat sopadır; zayıfa destektir. İnsan cemaatte olduğu müddetçe dökülmez, düşse de kalkar. Cemaat sopa gibi, baston gibi gerek mensuplarıyla gerekse de manevi atmosferiyle onu ayakta tutar.
Cemaat, bereket sağlar. Rabbimiz Teâlâ  “Her nefis kazancına bağlıdır,  Ashab-ı yemin müstesna (onlara yaptıklarının dışında da sevap vardır)”6 buyurur. Yani yeminleşenler, biatleşenler, bu davayı hâkim kılmak için bir araya gelip söz verenler, ellerini – güçlerini-gönüllerini birleştirenlerin elde edeceği sevap da dünyevi netice de aynı olmayacaktır. Cematle kılınan namaza bile 27 kat sevap veren Rabbimiz Teâlâ, ondan çok daha zor olan cemaatle yapılan hizmetlere çalışmalara kat be kat sevap ve bereket vermez mi? Denilir ki “meşakket arttıkça sevap artar.” Cemaat içerinde hizmet etmek, ferdi hizmet etmekten, bazı açılardan çok daha zordur. Ferdi çalışanlar yorulunca durur, ama cemaat ehli yorulsa da durmaz, durmasına müsaade edilmez. Ferdi çalışanlar canları hizmet yapmak istemediğinde yapmazlar, cemaat ehli ise canı istese de istemese de hizmetine devam eder. Fert olarak çalışan kendisine bir zarar gelmesin diye düşünür-kaygılanır, cemaat ehli ise kendinden önce cemaatini düşünür, hatta ‘cemaatime bir zarar geleceğine bana gelsin’ der.
Cemaat, İslam medeniyetinin bir numune-i imtisali olarak sadece fertleri değil toplumları da kendine çekmeyi hedef edinir. İslam’ın (mümkün mertebe) her yönüyle yaşandığı, İslam medeniyetinin muhteşem atmosferinin nispeten de olsa oluşturulduğu cemaat çalışmasında, toplumlar etkilenecek ve bir süre sonra fevc fevc katılımlar olacaktır. (inşallah) Bu topyekun katılımları tek başına hizmet eden bir ferdin gerçekleştirmesi mümkün değildir. Çünkü toplumları fertler değil, cemaat halinde çalışan topluluklar etkileyebilir.
Cemaat çalışması Allah’ın yardımını da çektiğinden dolayı rahmeti bereketi bol bir çalışmadır.  Allah’ın Rasulü: “Allah’ın eli cemaatle birliktedir.”7  “…Allah’ın yardımı cemaatle birlikte olanlaradır.”8 “Allah’ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir”9 buyurmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Muhterem Hocamız da; “Tek bir ağaç rahmeti çekmiyor ki! Orman olacacaksın da rahmet yağmurları sağnak-sağnak yağacak” buyurmaktadır. Şu bir gerçektir ki, Ümmeti Muhammedi içine girdiği girdaptan, envai çeşit zulüm ve entrikadan, üzerinde tatbik edilen büyük ve çetrefilli projelerden kurtarmak, Allah’ın yardımı ve desteği olmadan mümkün değildir. Şayet görevimizi yerine getirir cemaat olur ve bu cemaatin de kıymetini bilirsek, O’nun yardımı gelecektir. Sadece O’nun yardımının gelmesi değil, yardımın geleceğini bilmemiz dahi şevkimizi, ümidimizi ve sabrımızı arttıracaktır.
Cemaat çalışmasının içerisinde görev almak, bizi ahirette de mesrur ve mamur eyleyecektir. (inşallah) Ehli cemaate verilen Rahmetin en büyüğü ahirette gerçekleşecektir. (inşallah) Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunun müjdesini şu hadisiyle veriyor: “Kim iman selameti ile ölüp, cennetin tam ortasında olmak istiyorsa, cemaata yapışsın.”10 Rabbimiz Teâlâ da şöyle buyuruyor: “Allah kendi yolunda, kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”11 Hatta bazı âlimlerimiz “cemaat üzere olmadan ölenin, cenneti kazanması şüphelidir” demişlerdir. Özellikle de cemaat halinde çalışmanın önemini, ümmete faydasını anladıktan, delilleri kavradıktan sonra, hala fert olarak çalışmaya devam edenler veya cemaatten ayrılanlara, Rabbimiz Teala ciddi uyarılarda bulunmaktadır: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Böyle davrananlar için büyük bir azap vardır.”12
Defaatle şunu söylemek istiyorum ki, cemaat halinde çalışmak, Rabbimizin rahmetini de celbetmesiyle, ümmet olabilmemizin yegâne yoludur. Cemaat dahi olamayanların ümmet olabilmeleri hayaldir, ütopyadır, gayrı mantıki bir istektir. Bizim ütopyalarla avunacak, oyalanacak ne vaktimiz vardır, ne de takatimiz. Allah Azze ve Celle bu ümmete peygamberleri örnek göstermiştir ki, o peygamberler, cemaat-teşkilat oluşturmuşlardır. Allah Azze ve Celle insana akıl vermiştir ve bu akıl da adeta bağırmaktadır: Düzenli, sistemli, disiplinli bir cemaat oluşturmazsak başarı hayal! İslam’ın cemaatleşmeye verdiği önemi hala anlamayanlar, hiç olmazsa düşmana bakıp, Muhterem Hocamızın akıllara dank eden sözünü aklına getirerek, hak bir cemaate dört elle sarılmalıdırlar. Muhterem Hocamız der ki: “Düşman fert olarak mı çalışıyor ki biz fert olalım ve cemaat oluşturmayalım?” Düzensiz teşkilatsız milyar olsak çer çöp mesabesinde kalırız, düzenli, teşkilatlı sayıca az da olsak Allah’ın izni ile milyara denk olabiliriz.

22 Eylül 2013 Pazar

İslam'da Demokrasi Var Mı?

Allah Azze ve Celle, “… Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim…”1 buyuruyor. Bu ayeti sadece imanî veya taabbüdî (ibadet)

konularda kemale erme şeklinde algılayanlar yanılmaktadırlar. Şayet İslam dini temel herhangi bir konuyu ihmal eden bir din olsaydı, kâmil olma özelliğini yitirirdi. Oysa böyle bir durum, İslam için söz konusu dahi olamaz. İslam hayata dair her meselede ekmel bir dindir. Bunun yanı sıra bugün Müslümanların ‘din’ kavramı denilince aklına sadece, ibadet, ahlâk, cihad gibi mevzular gelmektedir. Oysa din, ‘düzen’ demektir. Allah’ın belirlediği düzenin adıdır ‘İslam’. İşte Allah Azze ve Celle, yukarıdaki ayeti kerimede ‘dininizi kemale erdirdim’ buyurarak, ‘hayat tarzınızı’, ‘yönetim düzeninizi’ kemale erdirdim buyurmaktadır. İslam’a dair bu kemal mertebesini bildiren Rabbimiz, son din ve tek kâmil düzen olan İslam’ın, yeryüzünde hâkim olmasını ‘fitne kalmayıp din (düzen) yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla mücadele edin’2 ayetiyle emretmektedir. İşte bu temel ayetler, İslam’ı ve O’nun ortaya koyduğu hedefi akıllarda ve kalplerde netleştiren ayetlerdir.
Mütekâmil olan İslam, dini insanların vicdanına hapsetmemiştir. Allah Azze ve Celle bu dini, insanlık hayatını insan gibi yaşasın ve her yönden eşref-i mahlûkat özelliğini muhafaza etsin diye göndermiştir. Bunun gerçekleşmesi İslam’ın hayata hükmetmesiyle mümkün olacaktır. Hayata hükmetmeyen İslam’ın insanı bütünü ile koruması mümkün değildir.
Bugün beşerî sistemlerin insanı insanlıktan çıkardığı ve insana uygun bir hayat tarzı ortaya koyamadıkları ortadadır. Çünkü insan insanı tanımamaktadır. Bugün demokrasinin tanımı olarak da söylenen, ‘insanın insanı yönettiği sistem en iyi sistemdir’ iddiası boş ve kof bir iddiadan ibarettir. Bu lafların boş bir iddiadan ve yalandan ibaret olduğunu demokratik sistemlerin kendileri defalarca ispat etmiştir. Dünyaya ne adalet, ne huzur, ne de insaniyet getiren bu sistemlerin kendileri kendi aleyhlerine en güçlü delili oluşturmaktadırlar.
İnsanın aklını (aslında nefsin hakimiyetindeki akılları) baz alan demokrasi, her yönden insanlığa büyük zararlar vermiştir. İnsanın hâkimiyetinde, en büyük kayba insanlık uğramıştır. İnsanın hâkimiyetiyle nefisler ilah haline getirilmiştir. Kur’anı Kerim “nefsini ilah edineni gördün mü”3 buyurmaktadır. Nefsi ilahlaştıran demokrasi, kapitalizm gibi kan emici bir canavarı da türetmiştir. Faizi, adaletsizliği, toplumu değil bireyi zengin eden ferdiyetçi ahlakı, haramı- helali hiçe sayan ve insanı hayvanlaştıran özgürlük anlayışı ile kapitalizm… Kendi öz ismiyle insanların dimağında yer tutamayan demokrasi, yaldızlı kelimelerle beraber anılarak ayakta kalmaya çalışmıştır. Özgürlük demokrasinin en önemli maskesi olmuştur. Amerika Irak’a yakmak, yıkmak, fitne tohumları atmak için girer ama demokrasi ve özgürlük getirmek için girdiğini söyler. Demokrasi hem kendisi yalandır, çünkü ‘demokraside demokrasi yoktur; hem de birçok yalana kılıf olmuş bir sistemdir. Bu kılıfı kaldırdığımızda altından, İslam düşmanlığı, emperyalizm gibi envai çeşit hakikat ortaya çıkacaktır. Bu hakikatleri görmek için Ortadoğu’da, demokrasi ve özgürlük adına yapılan müdahalelerin neticesine ve gerçekte bu memleketlere ne getirdiğine bakmak yeterli olacaktır. 
Tüm bu yönleriyle kendi ipliğini kendisi pazara çıkaran demokrasi, Müslümanlar tarafından asla benimsenmemelidir. Çünkü bütün bu menfi yönlerinin yanı sıra, hâkimiyeti Hak’tan alıp halka veren bu sistemi Allah Azze ve Celle de reddetmektedir. “Hüküm (egemenlik) ancak Allah’ındır. Çünkü O gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır”4 buyuran Kur’an, egemenliğin halkta değil Hak’ta olduğunu ilan etmektedir. Müslüman’a düşen Hak’kın gaspedilmiş hakkını halktan (aslında belli güçlerden) alıp Hakka iade etmektir.                   
Her tarafı yalan dolan olan demokrasi, her ne kadar çoğunlukçu bir sistem olarak görülse de esasında, çoğunluğun göstermelik olarak yönetime müdahil olduğu bir sistemdir. Aslında perde arkasında çoğunluğun dediği değil, kan emici-mutlu azınlığın dediği olmaktadır. Gerçekte demokrasi denilen sistem, pratik olarak uygulanmamakta; demokrasinin tam tersi olan otokrasi (yönetimin belli güçlerin elinde olduğu sistem) sistemi uygulanmaktadır.    
İşte demokrasinin ‘çoğunluğun dediği olacak’ iddiası, Müslümanları kandıran tarafıdır. Müslümanlar demokrasinin ‘insanın hâkim olduğu bir sistem’ olduğunu unutmakta ve çoğunluğun dediğinin olduğu bir sistem olduğunu zannetmektedirler. Hal böyle olunca çoğunluk elde edildiği takdirde Hakkı hâkim kılabileceklerini vehmetmektedirler. Oysa bu istek, demokrasi sisteminin özüne aykırıdır. Demokratik sistemler (hakikatte), ‘bütün insanlar hâkim olabilir, yeter ki Allah hâkim olmasın’ demektedirler. Tıpkı Mekke dönemindeki müşriklerin; “Ey Muhammed sen bile başkanımız olabilirsin, ama Allah’ın hâkimiyeti (Leilehe illallah) deme bizlere” dedikleri gibi. Yani çoğunluğun isteklerini belli şartlara bağlamışlardır. Mesela o çoğunluk asla, ‘Allah’ın dediği olacak’ demeyecek. Aksi halde çoğunluğun oranı %99’a ulaşsa dahi, demokrasinin ruhuna aykırı olan herhangi bir talepte bulunmaları kabul edilmeyecektir.
Beşeri bir sistem olan demokrasinin, kendisinden faydalanmak isteyenlere, kendi sisteminin özünü (demokrasinin özü: insanın hâkimiyetidir) korumak için bir takım şartlar koşması çok normaldir. Normal olmayan şudur ki, bu şartları görmezden gelerek, demokrasiyi demokratlardan daha iyi biliyor gibi sahiplenenlerin tavrıdır. Allah’ın gönderdiği dini hâkim kılmaya çalışanların, sanki İslam dininin, kendini hâkim kılacak yol ve yöntem ortaya koymada bir acziyeti varmış gibi davranmaları ve demokrasi yoluna sımsıkı sarılmaları hayret edilecek bir durumdur.
İslam’ın nasıl ki kendine has bir hedefi vardır, bu hedefin gerçekleşmesini sağlayacak kendine has da bir yöntemi vardır. İslam aciz değil, kâmil olan dindir. Hedefi gösteren Allah, yolu-yöntemi de göstermiştir. Eğer takip edeceğimiz yolu göstermeseydi ve bizi, emrettiği muazzam hedef ile baş başa bıraksaydı, bu durum Allah’ın rahmetine de, İslam’ın kemaliyatına da ve akla mantığa da sığmazdı.
İslam’ın hâkimiyeti İslam’ın kurallarına göre, Kur’an ile bildirilen metoda göre ve bu metodu pratiğe geçiren peygamberlerin nebevi yöntemlerine göre sağlanacaktır. Bu hakikat Kur’an ile de sabittir, aklen de olması gereken budur. Kur’an-ı Kerim Rabbani hareket metodunu teorik olarak anlatmaktan ziyade, pratik olarak anlatır. Peygamber kıssalarıyla bütün peygamberlerin aynı yolu takip ettiklerini defaatle gözlerimizin önüne serer ki, adeta; ‘izleyeceğiniz yol, defalarca gidilmiş, defalarca tatbik edilmiş, bilinen bir yoldur’ mesajını verir. Bizi kafa karışıklığından da yol karışıklığından da kurtarır; şu zulmet çağında, önümüzü bir projektör gibi aydınlatır. Rabbimiz Teâlâ buyuruyor: “Gerçekten bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.”6 “Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”7
Kur’an’ın yanı sıra akıl-mantık da bu dini hâkim kılma yolunun, bu dinin belirlediği kriterlere göre olması gerektiğini haykırır. Rabbani metot konusunun Üstadı olan Seyyid Kutup, bu mantıklı durumu, şu şekilde ifade eder: ‘Meşru olan bir din, -tabiatı gereği- gayrı meşru vasıtalarla hâkim kılınamaz. Rabbani olan bir din -tabiatı gereği- beşerî bir yolla hâkim kılınamaz. Hak olan bir dava -tabiatı gereği- batıl bir yolla hâkim kılınamaz” 
İslam’ı hâkim kılmaya çalışan Müslümanlar, Rabbani metot veya beşeri metodu tatbik etme hususunda muhayyer bırakılmamışlardır. Allah Azze ve Celle buyuruyor: “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur; artık bu yola uyun, başka yollara uymayın, sonra o yollar sizi Allah yolundan ayırıp, parçalar (fırkalara ayırır). İşte Allah size bunları emretmektedir; olur ki sakınırsınız.”7 Ayeti Kerime Allah’ın bildirdiği yola uymamızı öğütlerken, yol farklılıklarının büyük ihtilaflara sebep olduğunu da bildirmektedir. Hakikaten bugün, cemaatler arasındaki ihtilafın büyük bölümünü metot farklılıkları oluşturmaktadır. Bir gün, bu metot farklılıkları ortadan kalkar ve gidilen yol aynı olur ise, ufak tefek ihtilafların kıymeti harbiyesi olmayacak ve ‘yol birliği’ ümmetin vahdetini sağlayacaktır. İslam namına, ümmetin ve insanlığın kurtuluşu için yapılacak yığınla iş varken ve zaman da gitgide azalıyorken, beşeri metotlarla oyalanmak akıl karı değildir. Müslümanlar, ‘demokrasi ile hakkı hâkim kılma’ kandırmacasına bir son vermelidirler. Onların metotlarını onların başına çalıp, Rabbin hâkimiyetini Rabbin metoduyla sağlayacaklarını artık anlamalıdırlar. VE BİLMELİDİRLER Kİ ALLAH, HAK DAVANIN HÂKİMİYETİNİ, BATIL YOLLARA TEVESSÜL EDENLERE DEĞİL, RABBANİ YOLU TAKİP EDENLERE NASİP EDECEKTİR.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Çifte Dikiş Kardeşlik; Cemaat Kardeşliği

 “Bir cemaatte kardeşliğin kuvvetli olması o cemaatin alacağı en önemli tedbirlerdendir” der Muhterem Hocamız. Fitne ve fesadın kol gezdiği şu karanlık çağda, ümmetin yeniden birliğini ve dirliğini sağlayacak en
önemli araç olan cemaat çalışmasında, bu fitnelere set çekebilmek, cemaat kardeşliğini tesis etmekle mümkündür.
Üstad Bediüzzaman: “Her birinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir bir… Bine kadar bir bir. Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir… Yüze kadar bir bir…”1 der. Üstadın saydığı birlere cemaat birliğini de eklediğimizde hayat birliği, hizmet birliği, hedef birliği, yol-yöntem birliği, imam birliği, kader birliği gibi daha birçok bir birler eklenmiş olacaktır. İşte bu kadar birliği olan bir topluluk birliğini beraberliğini daim kılmak istiyorsa, bu ortak değerleri koruyacak yegâne unsur olan kardeşliğini muhafaza etmelidir.
Ümmet-i Muhammed’in birliğini, attıkları fitne tohumlarıyla- en azından yüz yıldır- tarumar edenler, yeniden ümmet olmanın yegâne yolu olan cemaat çalışmalarına da, aynı fitne tohumlarını atacaklardır. İşte böyle bir dâhili kargaşaya pirim vermemek için, cemaatteki her kardeşimizin bu fitneleri anında anlaması ve oyuna gelmemesi elzemdir. Fitnelere kapılıp da selin önündeki çer çöp gibi değersiz bir insan veyahut gerek kendisini gerekse de ümmetin geleceğini iflasa sürükleyen bir müflis olmamak ve oyuna gelmemek, kardeşliğimizi kuvvetlendirmekle mümkündür.
Yukarıda Üstad’ın saydığı temel ortak değerler korunur ve daim hatırlanır ise, İslam kardeşliği kolay kolay sarsılmayacaktır. Aynı şekilde cemaat kardeşliğini pekiştirecek ortak değerler de korunur ve daim hatırlanırsa cemaat kolay kolay sarsılmayacak ve bunun neticesinde ümmet olabilmenin yolu açılacaktır. İşte İslam cemaatinin içerisinde kardeş olmayı pekiştirecek yüzlerce sebepten sadece birkaçı:
İslam cemaatinde HAYATIMIZ BİRDİR. Bu dünya hayatını yaşarken cemaat içerisinde olan kardeşlerimizin özel hayatı asgari düzeydedir. Dolayısıyla hayatın çoğunu cemaatin içerisinde, kardeşleriyle beraber yaşar. Bu yoğun beraberliği sağlayan en önemli etken ise, ‘hizmet’tir. Hizmeti hayatının merkezine yerleştiren bir ehl-i cemaat için, hizmette bir ve beraber olduğu kardeşi bir nevi gerçek bir ‘hayat kardeşi’ dir. Hayattaki her meseleye müdahil olan İslam dini nasıl ki şümullüdür, İslam cemaati de aynı özelliği bünyesinde barındırarak envai çeşit hizmet faaliyetlerinde bulunur. İşte bu çeşitli hizmet faaliyetleri esnasında yaşananlar ve beraberce geçen zamandır hayat. Dolayısıyla bu hayat kardeşliği; zamanla birbirine benzemeyi, birbirini anlamayı ve birbirinin derdiyle dertlenmeyi oluşturur. Dışarıdan bakan insanlar ‘bunlar aynı şeyleri konuşuyor, aynı şekilde giyiniyor, aynı fikirleri paylaşıyor’ diyebilir. Doğrudur, çünkü onların hayatları birdir.
İslam cemaatinde HEDEFİMİZ BİRDİR. Hedef birliği de bizi kardeş yapan ortak paydalardandır. Geleceğe aynı gözle bakmak, hayallerimizin de umutlarımızın da aynı olmasını sağlar. Bir topluluk topyekûn tek bir hedefe kilitlenmişse, o topluluk güçlüdür. Ayrı gayrı hedefleri olan veya hiçbir hedefi olmayan topluluklar, zamanla tarumar olmaya mahkûmdur. Allah Azze ve Celle, yeryüzünün en ulvî hedefinde bizim kalplerimizi birleştirmiştir; Allah’ın yeryüzünde hâkimiyetini sağlama hedefi. İslam cemaatinin en büyük derdi olan ‘Allah’ın yeryüzündeki otoritesinin gasp edilmiş olması’, işte bu ortak dert, bizi ortak bir hedefte birleştirmektedir. Derdimiz de o derdin dermanı olacak hedefimiz de birdir ve büyüktür. Dolayısıyla bir topluluğun ulaşmak istediği menzil aynı ise, o topluluk zaten kardeş olmuştur.
İslam cemaatinde YOLUMUZ-YÖNTEMİMİZ BİRDİR. Bugün cemaatler arasında yaşanan en önemli ihtilaf, İslam’ı hâkim kılma metodu konusudur. Müslümanlar, Allah’ın davasını Allah’ın belirlediği şekilde değil de, kendi kafalarına göre hâkim kılma hadsizliğinden veya cehaletinden kurtulmadıkça, bu ihtilaf devam edecektir. Maalesef yaşadığımız şu dönem, batı menşeli beşeri ideolojilere batılılardan daha çok, adeta mal bulmuş mağribi gibi sarıldığımız bir dönemdir. Bu dönemde Rabbanî metodu benimseyerek vifak ve ittifakın oluştuğu cemaat, kardeşliğe sebep çok önemli bir ortak payda yakalamıştır. Aynı yolun yolcuları olan bu kardeşler arasında problem, tartışma asgari düzeydedir. Çünkü onlar bu kutlu yolu kat ederken, ‘bence’ lerini bir kenara bırakmışlar, Kur’an-sünnetin kılavuzluğuna teslim olmuşlardır. Hakemleri Kur’an’dır, kılavuzları Kur’an’dır, yol arkadaşları Kur’an’dır.
İslam cemaatinde İMAMIMIZ BİRDİR. Bugün topluma önderlik edecek ilme, takvaya, karizmaya, yeteneğe, kaygıya, diğergamlığa sahip insan bulmak neredeyse imkânsızdır. Bazı insanlarda bu özelliklerden birkaçı bulunsa da tamamı olmayınca toplumlara tesir edilememektedir. Böyle bir insan bulunduğunda o insanın kıymetini bilmemizi Kur’an bize öğütlemektedir. “Ve Ulu’l Emri Minkum – sizden olan emir sahibine (itaat edin)”2 düsturu, bu nimetin farkına varmamızı sağlayacak en önemli ayetlerdendir. Dünya telaşından sıyrılıp, din için dava için gayret edecek insan bulmanın bile kıtlık olduğu şu dönemde; ömrünü bu davaya adayan, ümmetin derdiyle dertlenen ve bu ümmete önderlik edecek ehliyete ve liyakate sahip olan bir insan bulunduğunda, insanlar hiç olmazsa o şahsiyetin peşinden gidebilme erdemini göstermelidir. Şu unutulmamalıdır ki, lidersiz, başsız topluluklar birliklerini beraberliklerini asla muhafaza edemezler ve hiçbir zaman gerçek bir cemaat olamazlar. Cemaati cem eden imamdır.
İslam cemaatinde KADERİMİZ BİRDİR. Aynı cemaate mensup olan insanlar ayrı şehirlerde, ayrı mekânlarda veya ayrı hizmet sahalarında çalışsalar da kaderleri birdir. Allah Azze ve Celle benzer hayatları yaşayanlara, benzer duyguları paylaşanlara, benzer imtihanlar yaşatmaktadır. Bu benzer imtihanlar anlamayı anlaşılmayı o kadar kolaylaştırır ki. Hani damdan düşen demiş ya, ‘bana bir damdan düşen bulun, o anlar beni.’ İslam cemaatinde bulunan bir kardeşimizin böyle nida etmesine hiç gerek kalmaz, çünkü etrafı damdan düşenlerle doludur.
İslam kardeşliğinin bir numune-i imtisali olan cemaat kardeşliğini kuvvetlendirecek daha birçok sebep vardır. Önemli olan, şeytan kalplerimize buğz ve nifak tohumları atmaya kalkıştığında bu ortak değerleri akla getirmektir. Aksi takdirde, bizi çifte dikiş kardeş yapacak bu ka dar ortak değerimiz varken, hâlâ birbirimize öfkeleniyor ve düşmancasına muhalefet ediyorsak, Allah’ın azabını bekleyelim. Çünkü Allah, cemaat gibi büyük bir nimet verdiği topluluktan, bu nimete şükretmesini ister. Cemaat nimetinin şükrü ise, cemaati ayakta tutacak, birliği dirliği koruyacak olan kardeşliği muhafaza etmektir. Can olmak, candaş olmak, kardeş olmak için bu kadar sebebimiz varken hâlâ kardeş olamayanlar, bunun hesabını veremezler.
Yukarıda saydıklarımız, kardeşliği pekiştirmek ve daim hatırlayıp unutmamak için ortaya konulan, ortak paydalarımız ve temel değerlerimizdir. Bir ve beraber olduğumuz paylaşımlara ve değerlerimize sahip çıkarsak, kardeşliğimiz kuvvetli olur; kardeşliğimiz kuvvetli olur ise, değerlerimiz de dimdik ayakta kalır.
Tüm bunların yanı sıra, bir cemaat içerisinde kardeşliğimizi kuvvetlendirmek için, İslami ve insani anlamda, yapmamız gereken daha birçok vazife vardır. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunları bize detaylı olarak bildiriyor.
Kardeşliğimizi kuvvetlendirmek için yapmamız gerekenler:
“Müslüman hasta kardeşini ziyaret ettiğinde dönünceye dek Cennet bahçelerinde demektir.”3
“Kim gıyabında bir kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, aynı şeyler sana da verilsin diye dua eder.”4
“… Birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayın.”5
“Kim kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır.”6
Kardeşliğimizi kuvvetlendirmek için yapmamamız gerekenler:
“Zandan sakının. Zira zan, sözün en yalan olanıdır.”7
“İnsanların özel hallerini araştırmayın, konuşmalarını dinlemeye çalışmayın.”8
“Birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. EY ALLAH’IN KULLARI KARDEŞ OLUN!”9
1) Uhuvvet Risalesi, Üstad Bediüzzaman
2) Nisa, 59
3) Müslim, Birr,41
4) Müslim: Zikr
5) Müslim, İman
6) Buhari, Mezalim
7) Buhari, Edep
8) Buhari, Edep
9) Buhari, Edep

16 Haziran 2013 Pazar

Ümidimiz Gençliktedir

Toplumun en önemli kitlesel gücü gençliktir. Gençliğin potansiyel gücünün farkında olanlar, onlar üzerinde çok çeşitli oyunlar tezgâhlamaktadır. Gerek İslamcı gençlik üzerinde gerekse de diğer gençler üzerinde tatbik edilen envai çeşit proje, aslında sadece gençleri değil, toplumun her katmanının bugününü ve yarınını etkileyecek boyuttadır. Özellikle eğitimdeki rasyonalist (sadece akla- bilime dayalı ve vahyi dışlayan eğitim anlayışı) mantık, eğitimin ruhunu katletmiştir. Ruhsuz ve maneviyatsız bu eğitimden geçen birçok genç, Allah’ı ve dini hesaba katmayan ideolojilerin, kolayca kurbanı olmuştur.
Bu memleketin Müslüman gençlerini Marksist yapmayı başaranların bu başarısında, ruhu kabzedilmiş eğitimin ve dış güçlerin tesiri olduğu gibi, gençlere gerçek İslam’ı anlatmayanların da payı büyüktür. Yine bu memleketin ümmetçi olması gereken Müslüman gençlerini milliyetçi yapmayı başaranların başarısında da tüm bu etkenlerin yanısıra, onlara gerçek İslam’ı anlatıp da İslamcı yapmayanların payı büyüktür.
Müslümanlar, bu memleketin gençlerine hak olan davalarını gürleyerek anlatmazlarsa, meydanı boş bulan bâtıl davaların savunucuları cesaret bulurlar. Bu durumda gençlerimizi onlar etkiler. Biz onlardaki bu cesareti yakinen yaşamış bir memleketiz. Bu memlekette 1910’lu yıllardan itibaren başlayarak 1960’larda daha da hız kazanan gençleri ideolojilerle zehirleme gayretleri, maalesef Müslümanların meydanı boş bırakmalarından kaynaklanmıştır. Bugün dahi Müslüman gençleri Marksist-Leninist yapmaya çalışanlar, bitmiş-tükenmiş, hatta yanlışlığı ve gayrı fıtriliği ispatlanmış bu ideolojilerini temcit pilavı gibi defalarca ısıtıp gençlere sunmaktadırlar. Bugün Türkiye’de hâkim sistem olan, Kapitalist- Materyalist sistemin yanlışlığı ortaya çıktığı an, sanki kurtuluşun başka bir yolu yokmuş gibi, ‘Marks haklıymış’ diyerek yanlışı tescillenmiş, köhnemiş ideolojilerini gençlerimize yutturmaya çalışanlar, yoğun bir şekilde çalışmaktadırlar.
Deveye sormuşlar; ‘yokuş mu iyi, iniş mi ?’ Deve demiş ki; ‘düzün suyu mu çıktı?’ Bugün gençlerimizi toplumların refahı için, sosyal adaletin gelmesi için, hak ve hukukun yerini bulması için sosyalizm veya kapitalizmden birini tercih etmeye zorluyorlar. Geçmişte oynanan ‘Rusya’dansa Amerika, Komünizmdense kapitalizm’ oyununu tekrar oynayıp, gençlerimizi yanlış tercihlere adeta mecbur bırakıyorlar. Eğer bu toplumun geleceğini düşünen kaygılı Müslümanlar; ‘başka bir yol var! Hatırlayın!’ diyerek doğrunun, hakkın, adaletin gerçek yolu olan ‘Tevhid yolu’nu haykırmazlarsa, gençlerimiz, aynı delikteki aynı zehirli yılan tarafından bir daha ısırılacaktır. Müslüman gençleri Marksist yapmayı başaranlara mukabil, Müslüman gençleri Müslüman yapanlar olmadıkça, gençler dini ve fıtratı hiçe sayan bu ideolojilerin kıskacından kurtulamayacaktır.
Bugün tüm inançlar ve ideolojiler ümitlerini gençlere bağlamışlardır. Kiminin hayalindeki ideal gençlik; ‘dindar bir gençlik’, kiminin ‘sosyalist bir gençlik’, kiminin ise ‘milliyetçi bir gençlik.’ Aslında tüm bu idealleri belirleyen etken, benimsenen hayat tarzıdır. Benimsenen veya hedeflenen hayat tarzı her ne ise, ideal gençliğin sıfatı da ona göre belirlenir. Bu noktada İslam’ın ortaya koyduğu hayat tarzı da Müslüman gençliğin misyonunu ve sıfatını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda İslam dini gençlerin, sadece fert olarak dini yaşayıp, dindar bir genç olmasını istemez. Dini, hayatın her alanında yaşamalarını ve hâkim kılmalarını öğütler. Dolayısıyla Müslüman veya dindar bir genç olmasının yanısıra aslında tüm bu özellikleri de bünyesinde barındıran ‘İslamcı bir genç’ olmasını hedefler. İslam’ın belirlediği hayat tarzını tüm dünyada hâkim kılmak için mücadele edecek olan İslamcı gençliğin, çeşitli özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu özelliklerden sadece bir kaçı şunlardır:
İslamcı gençlik muvahhiddir:
İslam dininin temeli olan tevhid akidesi doğru anlaşılmadan ve öncelenmeden ortaya konulacak hizmet çalışmalarının hiçbirisi, tevhidi bir hareket olarak nitelendirilemez. Bundan dolayı Müslüman gençlerin tevhidi çok iyi anlamaları ve devamlı tevhid merkezli söylem ve eylemlerde bulunmaları gerekmektedir. Allah’ın yeryüzünde egemenliğini savunan yegâne söylem olan tevhid, Müslüman gencin şiarıdır, idealidir.
İslamcı gençlik muhaliftir, muhafazakâr değildir: ‘Yeryüzündeki tüm yanlışlar ortadan kalksın ve doğru hâkim olsun’ diyedir tüm mücadele. Yanlışlar hiçbir zaman kendiliğinden düzelmeyecektir. Şayet doğrunun farkında olanlar ve hakkı hâkim kılmaya çalışanlar, bâtıl düzenlere muhalefet etmez ise, bâtıl düzenlerden nemalananlar güç kazanacaktır. İslamcı gençlik şunun farkında olmalıdır ki; İslam bugün iktidarda değildir, muhalefettedir. İslam’ı yaşayan insanların iktidarda olması İslam’ın iktidarda olması demek değildir. Birkaç namaz kılan insanın başa geçmesiyle İslam hâkim oldu zannedip rahatına bakanlar ve sisteme muhalefeti bırakıp adeta sistemi muhafaza edenler bilsinler ki, sisteme güç katmaktadırlar. Bunun yanısıra sisteme muhalefeti bırakıp muhafazaya başlayanlar, bir süre sonra sistemi müdafaaya da başlamaktadırlar. Bu durum ise maalesef bu kardeşlerimizin, İslamî nizamdan vazgeçmesinin tescili olmaktadır. Özellikle gençleri sistemin içerisinde kalarak - kaleyi içten fethetme hayalleriyle- sözde mücadelelere yönlendirenler, bu gençlerde olması gereken muhalif ruhu öldürmektedirler. İşte bu ruh olmadığında ümidimiz azalmaktadır. Çünkü geleceğimiz olan gençlerimiz, İslam Medeniyeti’nin kurulmasında kilit rolü üstlenecektir. İşte bu gençler, beşer menşeli gayrı İslamî nizamlara muhalefet etmezler ise, İslam Medeniyeti için nasıl mücadele edecekler?
İslamcı gençlik İslam’ı bilir:
Öncelikle İslamî ilimleri öğrenir ve böylece körü körüne bir İslamcılık taslamaz. Bugün İslam’ı savunan birçok genç, İslam’dan bihaberdir. Temel İslamî mevzularda dahi eğitim almamış gençler, tevhidi ve İslam’ı yeteri kadar bilmediklerinden dolayı etkili bir davet ortaya koyamamaktadırlar. Bu cehalet maalesef İslamcı gençliği, gayrı İslamî değerleri veya ideolojileri savunan, bu ideolojilerin kitabını okuyan gençlerin yanında tesirsiz kılmaktadır. Özellikle genç kitleleri hedef alan, talebe çalışmasını önceleyen cemaatlerin bu gençlere İslamî ilimleri öğretmeleri zorunluluktur. Çünkü, sadece beşerî ilimlerde yetiştirilen gençler, sayıca ne kadar çok olsalar da tesirsiz, pısırık, dünyaperest, cesaretsiz, ilkesiz bir kuru kalabalık oluyorlar.
İslamcı gençlik hareketlidir.
Onlar ölmüş bitmiş ideolojilerini dahi harekete geçirdikleri gençler ile diri gibi gösterirken, biz dipdiri tevhid davasını hareketsiz bir gençlik ile ölmüş bir dava gibi nasıl gösteririz? Bir inancı veya ideolojiyi hareket hayata geçirir. Eğer o inancın mensupları aktif bir topluluk değil ise, o inancın hayatta olduğunu ispatlayamaz. Evet, tevhid davası kıyamete kadar hayattadır. Ancak bu dava, dinamik bir topluluk tarafından yaşanırsa ve anlatılırsa, 21. Yüzyılda da dimdik ayakta olduğunu dünya âleme ispat eder.
Tüm bu özelliklere sahip olan müslüman gence nidamız şudur:
Ey Müslüman Genç! İslam’ın sana verdiği misyonu hiçbir zaman aklından çıkarma. Çünkü o misyonu unuttuğun an, başka taraflara savrulursun. Tevhid ile kök sal ki; esen yelden, gelen selden etkilenmeyesin.
Ey Müslüman Genç! Haddini bil. Allah’ın davasını kendi kafana göre yaşayacağını veya hâkim kılacağını zannetme. Herhangi bir konuda ‘bence’ demeden önce kırk defa düşün, öyle söyle. İyisi mi sen, dilini ‘bence’ kelimesine hiç alıştırma. Çünkü bu kelimeyi söylemeye alışan insan, kafasına göre hareket etmeye başlar. Bu durumda ise Kur’an ve Sünnet’in kılavuzluğu unutulur. Karanlıkların içerisinde olduğumuz şu çağda bir projektör gibi önümüzü aydınlatacak olan kaynağımızı elimizden bırakırsak, yolumuzu kaybederiz.
Ey Müslüman Genç! Özgüven sahibi ol. Bil ki senin özün tevhiddir, tevhidin medeniyeti ise; İslam Medeniyeti’dir. Batı Medeniyeti karşısında ezik durma. Kendi medeniyetine güven ve kendi medeniyetinin üstünlüğünü bil.
Ey Müslüman Genç! Şeytanın en büyük hasmının İslamcı gençler olduğunu bil. Ona göre; sana hasım olana sen de hasım ol. Ve hasmını iyi tanı, vesveselerini hemen farket ki, tuzağına hiçbir zaman düşmeyesin.
Ey Müslüman Genç! Nefis daha çok gençken insanın başının belasıdır. Nefsi alt etmenin en kolay ve doğal yolu ise, hizmette yorulmaktır. Bil ki, beden yoruldukça nefis de yorulur ve zayıflar. Aksi takdirde kuvvetli nefis seni davan için çalışmaktan alıkoyar.
Ey Müslüman Genç! Dünya en çok sana gülümser ve en çok sana parlak gösterir kendini. Adeta bir girdap gibi seni kendine çeker ve yok eder. Bu girdaba kapılma, cazibesine aldanma. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi, ‘bir parmak bal için, bir batman baldan olma!’
Ey Müslüman genç! ‘Allah aşkla oyun oynamayan genci sever’ hadisini şiar edin. Aşkı mecaziye tevessül etme, zira aşkı mecazi seni aşkı hakikiden mahrum eder. Aşk gibi ulvi bir duyguyu çar-çur etme, zayi etme. Allah bu duyguyu kendisine hasretmemiz için yaratmıştır.
Ey Müslüman Genç! Cesur ve yiğit ol. Peygamberinin cesaretine bak, ashabı kiramın genç yiğitlerine bak, ecdadının kahramanlılarına bak, hâlâ cesaretini toplayamadıysan hiç olmazsa bâtılı savunanların cesaretine bak, utan da cesur ol! Bil ki sen hakkın temsilcisisin. Hakkı savunanlar bâtılı savunanlardan daha cesur olmazsa, hak nasıl bâtılı zail eder?
Ey Müslüman Genç! Bil ki gençlik, nisan yağmuru gibidir; bir anda gelir, bir anda geçer. Elinde bir cevher olduğunun farkına var ve bu çok kısa ancak çok kıymetli dönemi iyi değerlendir. Çünkü gençlik elden bir defa gitti mi gitmiştir, geçmiştir, geri getirmek mümkün değildir. Hani masallardaki gibi ‘bir varmış bir yokmuş’ oluverir, şaşar kalırsın…
Ey Müslüman Genç! İdealist ol. İdealizm en çok gençlere yakışır. Bir davayı hâkim kılacak olanlar da, yolun sonuna kadar gidecek olanlar da, o davanın idealistleridir. Erken yorulmuş, kendisini erken emekliye ayırmış ve ideallerinden vazgeçmiş olanlara aldırma. Onların çok çalıştıklarından yorulduğunu ise hiç zannetme. Dikkat edersen göreceksin ki bu tipler, dünya işlerinde hiç yorulmazlar. Ahiret kaygısı azalıp, dünya kaygısı artanlar çabuk yorulur. Yani yorgunluk, zayıf imanla ve dünya sevgisiyle çok alakalıdır.
Ey Müslüman Genç! Ümmetin ümidi ve istikbâli sensin, bunu unutma! Unutma ki gayretin hiçbir zaman azalmasın. Ümit gibi, ‘ümit edilen’ olduğunu bilmek de insanı gayrete getirir. Sen ümit edilensin, bunun şuuruyla gayret et ki, ümidimiz devam etsin.

22 Nisan 2013 Pazartesi

Hayatı Dosdoğru Yaşamak; Takva

Hayat, Allah’ın insana bahşettiği en önemli fırsattır. Rabbimiz Kur’an yoluyla bu hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini detaylı bir şekilde bildirmektedir. İşte bizlere bahşedilen bu hayatı,

dosdoğru yaşamanın adıdır takva. Hayatı doğru yaşamanın ötesinde olan dosdoğru yaşamak; doğrunun kenarında değil, doğrunun göbeğinde yaşamaktır.
Takva, doğrunun merkezinde yaşanılan bu hayatın, her yönünü kapsayan bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda bu kavramının şümullu bir kavram olduğunu hemen anlarız. Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır.”1
Yukarıdaki ayette; iman, ibadet, ahlâk, davet, ahde vefa, mücadele ve sabır gibi birçok temel konu bir arada zikredilmiş ve bu konularda nasıl olunması gerektiği anlatılarak, böyle olanlar, doğru insanlar ve takva sahipleri olarak nitelendirilmiştir. Dolayısıyla her meselede doğruyu yakalayanlar ve bu doğruyu hassasiyetle ve istikrarlı bir şekilde yaşayanlar, ‘muttaki’ sıfatına hak kazanacaklardır.
Kur’an-ı Kerim, bir taraftan ‘Allah korkusu’, bir taraftan ‘ince düşünce’, bir taraftan da tüm bu sebeplerin neticesinde ‘günahlardan şiddetle kaçınmak’ manasına gelen ‘takva’ kavramını, detaylı bir şekilde anlatmaktadır.
Kur’an’a göre takvanın tezahürleri:
TAKVA, TEVHİDDİRRabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah; elçinin ve mü’minlerin üzerine (kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu indirdi ve onları ‘takva sözü’ üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu. Zaten onlar da buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”2
Ubey İbnul Ka’b radıyallahu anh, yukarıdaki ayette geçen ‘takva sözü’nden, Lailahe illallah’ın kastedildiğini Hz. Peygamber’den işittiğini söylemiştir. 3
Hadisten de anlaşıldığı üzere, ayeti kerimede kastedilen ‘takva sözü’, kelime-i tevhiddir. Şirkten uzaklaşmak, tevhid üzere olmak kişiyi muttaki yapmaktadır. Dolayısıyla bugün tevhidden bahsetmeyenler, insanların zihninde ve hayatında tevhidi yerleştirmeye çalışmayanlar muttaki insanlar yetiştirmedikleri gibi, kendileri de muttaki değillerdir.
Yine aynı ayeti kerimede Rabbimiz Teâlâ, bu takva sözünün ‘müminleri kararlılıkla ayakta tuttuğunu’ bildirmektedir. Dolayısıyla tevhidin insanı güçlü kıldığı anlatılmaktadır. Aslında ‘takva’ kelimesinin bir manası da ‘takviye’ yani ‘güçlendirmek’ demektir. İmam Ali radıyallahu anh şöyle der: “Ey Allah’ın kulları, biliniz ki takva kuvvetli ve emin bir evdir. Bu evde yaşayan insanlar hiçbir düşmandan endişelenmezler. Takva evi, insanı nefsi emmarenin şerrinden ve bütün insan bozguncularından korumaktadır. Takvanın karşılığı fücurdur. Yani o, ruhî savunma durumunu kendisinde oluşturmamış, yabancı şeylere gönlünü açmış iyi ve kötü herkesin oraya girmesinin kapısını aralamıştır. Onun başına neyin geleceği, insanlığından nelerin yok olacağı ve nelerin geri kalacağı ortadadır.”4
TAKVA, SEVGİDİR: Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve kalp temizliği de verdik. Ve O, çok takva sahibi biri oldu.”5
Muttaki Müslüman sevgi konusunda duyarlı bir kalbe sahiptir. O, ‘Rabbi sevme’ istidadında yaratılan kalbinin, başka sevgilerle kirlenmesine müsaade etmez. Kalbinin sevebilme yeteneğinin körelmesine veya yanlış yerlere yönelmesine de izin vermez. Bunun neticesinde ise, Allah için yaptığı her işi sevgiyle, aşkla yapar ve bu aşk onu işinde hassas ve başarılı kılar. Rabbinin rızasına ulaşmak isteyen muttaki, hata yapmaktan ve eksik yapmaktan o kadar korkar ki; bu korku Rabbine duyduğu sevgi ile birleşince, kıldan ince kılıçtan keskin gibi gördüğü dünya sıratını, adeta kılı kırk yararak yaşamaya çalışır.
TAKVA, ALLAH’IN SÖZÜNÜ YÜCELTMEKTİR:Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “İşte böyle; kim Allah’ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır.”6
Muttaki Müslüman, Allah’ın hükmü yeryüzünde hâkim olsun diye mücadele eder. Bu mücadeleyi verirken de, benceleriyle veya beşeri metotlarla değil, Kur’an’ın söylemiyle ve metoduyla hareket eder. Çünkü Allah’ın davasını, Allah’ın sözüyle hâkim kılmaya çalışmak, kalbin Allah’a olan saygısının göstergesidir.
TAKVA, CİHAD EDERKEN MAZERET BULMADAN GAYRET ETMEKTİR: Rabbimiz Teâlâ şöyle buyurur:“Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilendir.”7
Muttaki mücahid, Allah yolunda gayret ederken, ara vermeyi, izin koparmayı düşünmez. Onun hayatı, Allah yolunda hizmettir; mücadeledir. Cihadı hayatının merkezine yerleştiren kişi, mücadele meydanından kaçmayı değil, o meydanda yaşayıp, o meydanda ölmeyi arzular.
TAKVA, AZIKTIR: Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “…Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup-sakının.”8
Hayatı boyunca mücadele edecek olan muttakinin, azığa o kadar çok ihtiyacı vardır ki… Özellikle de ibadetlerin sağlayacağı azık. Haşyetle kılınan bir namaz, zorlukla tutulan bir oruç, tertil ile okunan Kur’an, ihlâsla yapılan bir hac, insana ne kadar güç katar, kim bilir…
TAKVA HARAMA YAKLAŞMAMAKTIR:Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “Demişti ki: “Gerçekten ben, senden Rahman’a sığınırım. Eğer takva sahibiysen bana yaklaşma!”9
Muttaki bir Müslüman harama bulaşmayan değil, yaklaşmayandır. Çünkü harama doğru atılacak en ufak bir adım dahi takvayı zedeler. Bu nedenle harama sevkedecek her fiili kerih görür ve harama tevessül ve tenezzül etmez.
TAKVA, DOĞRU YERDE OLMAKTIR: Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiçbir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescit, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.”10
Muttaki Müslüman, hem doğrunun hem de doğru yerin peşindedir. Temeli hiçbir dünyevî menfaate dayanmayan, ilkeleri tavizkârlığa müsaade etmeyen, yolu da yöntemi de, hedefi de Rabbanî olan yerde hizmet etmek, muttakinin ideali olmalıdır.
Kur’an-ı Kerim’de daha birçok yerde takvadan bahsedilmektedir. Tüm bu ayetler, Allah Azze ve Celle’nin, dini hassas ve sağlam bir şekilde yaşayan muttakiler olmamıza, ne kadar önem verdiğinin göstergesidir. Allah’ın takvaya verdiği önemin farkında olan bir Müslüman gücü yettiği ölçü de, her konuda takvaya sarılmaya çalışır. “Gücünüz yettiği ölçüde takvalı olun…”11buyruğunu dikkate alarak, kendinden ümitvâr olur.
Güçlü iman, hûşûlu namaz, zekâtın ötesinde infak, tevhid davasını hâkim kılmak için rahatını bozarak gayret etmek, mâsivâdan (Allah’ın dışındaki her şeyden) kopmak, dünyayı umursamadan Allah’ın rızasına nazar etmek, başına her ne gelirse gelsin sarsılmadan yola devam etmek; TAKVADIR. “Takvayı huy edinin” der İmam Ali. Yani, hayata dair her konuda, en iyiyi, en güzeli, en doğruyu yaşamayı huy edinmektir takva.
1-Bakara, 177
2-Fetih, 26
3-Tirmizi, tefsir, Feth,3261
4-Nehcul Belaga
5-Meryem, 13
6-Hac, 32
7-Tevbe, 44
8-Bakara, 197
9-Meryem, 18
10-Tevbe, 108
11-Tegabün, 16