14 Temmuz 2021 Çarşamba

ATAMIZ HZ. İBRAHİM (ALEYHİSSELAM)

 


Hz İbrahim’in adı anılınca öyle çok şey gelir ki akla. Öncelikle de yaşadığı büyük ve envai çeşit imtihanlar…

Yaklaşık 200 yıllık hayatında neredeyse her çeşit imtihanı yaşamış ve Allahcc’’ın izni inayetiyle bu imtihanlardan başarıyla geçebilmiştir.

Hz. İbrahim denilince akla sabır, tevekkül, teslimiyet, fedakarlık ve daha nice ulvi meziyet gelir.

Hz Nuh hariç diğer 3 Ulul azm peygamberin atası olan İbrahim(AS), bu özelliği ile insanlığın kahir ekseriyetini oluşturan semavi din mensuplarının sevdiği atası konumundadır. Rabbimiz nasıl ki tufan ile ikinci Adem sayılan Hz. Nuh’u atamız eylemiş, din konusunda da Hz. İbrahimi atamız eylemiştir. Kuranı Kerim’in birçok yerde ‘atanız İbrahim’ ve ‘milleti İbrahim (İbrahim’in dini)’ ifadeleriyle dünyadaki 3 büyük dinin mensupları ata- soy olarak da din olarak da İbrahim(as)’da buluşturmaktadır. Bununla ilgili Rabbimiz Teala şöyle buyurur: 

‘Kul sadekallâhu fettebi’û millete ibrâhîme hanîfen vemâ kâne mine-l müşrikîn…’ De ki: 'Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah'ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.' (Ali imran 95)

Rabbimiz Hz. İbrahim’in dininin de İslam olduğunu bildirerek tüm insanlığı İslam’a davet ederek şöyle buyuruyor:

‘Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'müslümanlar' olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye…’ (hac 78) 

Hz İbrahim, hem büyük insanlık ailesinin atası olarak hem de kendi küçük ailesine gösterdiği ihtimamla örnek bir peygamberdir. Onun hayatını okuyan, bir insanın, ehl-u ıyalinin şirke düşmemesi için, namazı sürekli kılanlardan olması için, ahirette ailece bağışlananlardan olması için nasıl mücadele ve dua etmesi gerektiğini anlar.

Genç yaşta peygamberlik verildiğinde, ilk tebliğini, hem Nemrud’un yanında görevli olan, hem de put satıcısı olan babasına yapıyor. Evladın ataya tebliği zor işlerdendir ki, her kelimeye her söze dikkat etmek gerekir. Hz. İbrahim’in Kur’an’da geçen ifadelerinde babasını tevhide davet ederken gösterdiği ihtimam öyle açıktır ki. "Kitapta İbrahim’i de an. Çünkü o, sıtkı bütün bir peygamber idi. Bir vakit, babasına şöyle demişti: Babacığım, işitmez, görmez, sana hiç bir faidesi olmaz şeylere tapıyorsun. Babacığım, bana muhakkak ki sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde bana uy da seni dümdüz bir yola çıkarayım. Babacığım, sakın şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahman’a asi olmuştur. Babacığım! Doğrusu ben, bu gidişle o Rahmân’dan sana bir cezanın gelip dokunmasından ve neticede şeytana tam bir dost olmandan korkuyorum. (Babası) Demişti ki: 'İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.'(İbrahim:) 'Selam üzerine olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek lütufkardır' dedi. 'Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.'(Meryem- 41/48)

Yüce Peygamberin, eşi ve çocuğunun da bazı hakikatleri anlaması için gayret ve fedakarlıklar gösterdiğini görüyoruz. Eşini ve çocuğunu çölün ortasına bıraktığında, onların bu fedakarlıkla çok şey öğreneceklerini ve yükseleceklerini bilmekteydi: ‘Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.(İbrahim 37)

Teslimiyet denilince akla Hz. İbrahim gelir. Ancak sadece o mu gelir? Elbette hayır; Hz. Hacer, Hz. İsmail de gelir. İbrahim(as)’ın Hz. Hacer’i bırakırken bir açıklama yapmaması, onu kayıtsız şartsız, açıklamasız teslimiyete ulaştırmak içindir. ‘İkna edilmişlerle yola çıkılmaz’ diye bir söz vardır; aynen öyle, açıklamalar yapıldıktan sonra herkes ‘tamam’ diyecektir; ancak bu kabul geçici süreliğine olacaktır. Çünkü böyle bir insan teslimiyet ve tevekkül eğitiminden geçememiş, inanma ve emin olma noktasına gelememiştir. Küçücük bebeğiyle kuş uçmaz kervan geçmez çöllere bırakılan Hz Hacer, tek soru sordu: Ey İbrahim bunu sana Rabbim mi emrediyor? Hz İbrahim ‘evet’ deyince Hz Hacer: O halde Allah bizi zayi etmez dedi. Teslimiyeti en güzel hangi cümle anlatıyor derseniz Hacer’in bu cümlesi derim: O halde Allah bizi zayi etmez.

İbrahim(as)’in kıymetli, gözler aydınlığı oğlu İsmail(as) ise teslimiyette zirvededir. Rabbi ibrahim’e rüyasında ‘oğlunu kesmesini’ söylediğinde Hacerin oğlu İsmail: ‘Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”

Anne- baba teslimiyetin zirvesinde olunca evlat da böyle zor bir konuda böyle tarihi bir cevap verebiliyor. O hem İbrahim’in hem Hacer’in oğlu… Salâtü selam cümlesinin üzerine olsun.

Hz. İbrahim denilince hem müthiş bir zekâ, hem de aklının mutmain olmasını isteyen ve karşısındakini aklen de mutmain etmeye çalışan bir peygamber çıkıyor karşımıza.

Önce kendi aklını çalıştırmış, düşünmüş, Allah’ı arama yolunda adeta cehdetmiştir. Yıldıza, Aya, Güneşe bakıp kaybolduklarını gördükten sonra ‘kaybolanları sevmem’ demesi ne kadar basit ve net bir şekilde yaratıcının varlığına götürür insanı. 'Kaybolanları sevmem!’ Ne çok ihtiyacımız var bu cümleyi anlamaya. Her şeyin eninde sonunda kaybolduğu şu dünyada ‘kaybolanları sevmem; yani bugün veya yarın kaybolup gidecek olanları kalbime koymam. Tüm kaybolanlar; taştan ilahlar, etten ilahlar, ideolojiler acizdir; ben Aziz, Hay Ve Kayyum olan Rabbimi severim, Ona itaat ederim’ diyebilmek, ne diri ve taze bir imandır. Yine düşünen, kafasını yoran Hz. İbrahim’in ‘dirilişe’ dair soru sorduğunu görüyoruz: ‘Hani İbrahim: 'Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' demişti. (Allah ona:) 'İnanmıyor musun?' deyince, 'Hayır (inandım), ancak kalbim mutmain olsun istiyorum' dedi.

Hz. İbrahim’in bu yönünü insanları hak dine davet ederken de görüyoruz. Tarih boyunca dillerde dolaşan, Kuran ile de doğruluğu tasdik edilen, meşhur hadise buna örnektir. Genç bir delikanlı iken puthanedeki tüm putları baltasıyla kırıp baltayı en büyük putun boynuna astı ve kim yaptı bunu denildiğinde ‘büyüğüne sorun o söylesin’(Enbiya 63) demişti. Putların acziyeti ancak bu kadar net ve akılcı anlatılırdı. Yine Nemruta karşı: ‘Allah güneşi doğudan doğuruyor haydi sen de batıdan doğur’(Bakara:258) diyerek Nemrud’un şaşırıp kalmasını sağlayan Hz. İbrahim…

İbrahim(as)’a baktığımızda ahlaki açıdan da çok özel bir insan karşımıza çıkıyor. Nemrud’un dağlar gibi büyük ateşi karşısındaki sabrını- tevekkülünü anlatmaya kelimeler yeterli olabilir mi?

Cömertlik denilince akla gelen peygamberdir Hz. İbrahim. Taberi’de geçen rivayete göre, 3 günlük yola adam gönderir, herhangi bir yolcu varsa gelsin yemek yesin, dinlensin isterdi. Bu durum cömertlikte zirvedir. Bugünkü insanların anlayacağı bir cömertlik değildir bu. Cömertliği birçok insan anlatır ama aslında onun ruhundan öyle uzaktır ki. Efendimiz için de tarif edilen budur: Sanki bitmeyecekmiş gibi veriyordu. Hz İbrahim’in cömertiğinin tarifi aynen böyledir. Çünkü bu kıymetli peygamberler bilmektedirler ki Kerim olan Rabbimiz ‘şükrederseniz arttırırım’ buyuruyor…

Rabbimiz Teala buyurur: ‘… Doğrusu İbrahim evvah ve halim idi’ (Tevbe 114) ‘Evvah’ yani çok âh edip üzülen demek. Hz. İbrahim insanların hakikati anlamamalarına çok üzülür, onların günahlarından ve kötü akıbetlerinden dolayı gözyaşı dökermiş. Bugün hem iman etmeyen milyarlar için, hem de kanları ve gözyaşları sel gibi akan Müslümanlar için İbrahim gibi evvah olan müslümanlara ihtiyaç var. Maalesef acı veya tatlı herkes kendi hayatını yaşıyor. Kalbi ince, gözü yaşlı, İbrahim yürekli olmaya çok ihtiyacımız var. Ümmet olarak hiç olmazsa acılarda buluşabilsek vahdetten bahsetmeye yüzümüz olur.

Hz. İbrahim deyince akla ciğerden yaptığı dualar gelir. Kuran’da en çok duası nakledilen peygamberdir Öyle çeşitli konularda dua eder ki, o dualar Onun hem yaşadığı imtihanları hem de iyilikle dolup taşan yüreğini izhar eder.

Seksen küsür yaşına kadar çocuğu olmamıştır. Hayırlı bir evladı olmasını öyle çok ister ki. Bugün çocuğu olmayan veyahut da çocukları hayırlı olsun isteyen insanlara tavsiye edilen meşhur, güzelim duasını söyler: 'Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl,' (Furkan 74)

Hz Peygamberin gönderilmesi için de özel olarak dua etmiştir. Bu sebeple Efendimiz(sav) ‘ben atam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’nın müjdesiyim, annemin de rüyasıyım’ buyurur. Kuranda geçen duada Hz. İbrahim(as): ‘Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin’. Der. Hamdolsun Atamız İbrahim(as)’ın duası kabul oldu, alemlere rahmet olan Hz. Peygamber(sav) gönderildi ve hamdolsun bizler de Onun ümmetinden olduk. Salatu selâm hepsinin üzerine olsun. Rabbim bizi atamız Hz. İbrahim(as) ve Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav)’in ahlakıyla ahlaklandırsın.

3 Nisan 2021 Cumartesi

İDEALİST RUHU KAYBEDENLER VE KAYBETTİRMEYE ÇALIŞANLAR

 


               Bugün gerek diğer ideolojilerin mensupları arasında, gerekse de İslami cenahta idealist insan kıtlığı yaşanıyor. Gençlerin çoğu herhangi bir ideale sahip değil. Geçmişte idealleri uğrunda bir şeyler yapmış insanlar da heyecanlarını, ümitlerini, ideallerini kaybetmiş durumda. Son günlerde, bazı aydınlardan veya bir zamanlar İslam’a hizmet etmiş insanlardan şu cümleleri sıkça duyuyoruz: ‘Eskiden bazı şeyleri yanlış anlamışım, şimdi realitenin öyle olmadığını görüyorum’, ‘geçmişte laikliği eleştirirdim şimdi ise mantıklı buluyorum’, ‘gençlik yıllarımda İslamcıydım şimdi ise İslamcılığın bir ideal olamayacağını anladım, olsa bile o ideal öldü’, ‘İslam Medeniyeti şart değil, insan merkezli daha evrensel bir medeniyete ihtiyaç var …’ gibi cümleler.

              Sarf edilen bu cümlelerin hepsinde ortak bir kaç nokta var: Geçmişinden pişmanlık, idealizmini kaybetme, gelecek nesli idealizm konusunda uyarma.

                Bu cümleleri sarf eden kişilerin kendilerince çeşitli sebepleri olduğunu görüyoruz. Bunların bir kısmı AKP hükümetiyle yaşanan adaletsizliklerin sebebini -tıpkı bazı solcular gibi- din zannediyorlar. Öyle zannettikleri için de suçlu olarak dini görüyorlar ve dinin ideallerinin hiçbir yaraya merhem olamayacağını hatta yeni yaralar açacağını düşünüyorlar. Bunların içinde gözünü bu hükümetle açan, yapılan birçok gayrimeşru siyasetten midesi bulanan gençler olduğu gibi, geçmişte İslami hizmetlerde bulunmuş, 28 Şubat’ı yaşamış, sonrasında AKP’nin kuruluşunda bizzat rol oynamış siyasiler de var, AKP’nin gelişiyle ülkeye İslam’ın adaletinin/huzurunun geleceğini düşünen halk da var. Oysa bundan 25 yıl önce, kendi ideolojilerinin kof olduğunu gören birçok solcu bile ‘İslam gelse belki düzelir bu memleket’ diyebiliyordu.

                Gelinen noktada ‘İslamcı’ olarak lanse edilen bir partinin yaptıkları İslam’a mal edildi ve insanlar İslam’dan uzaklaştı. Oysa AKP hiçbir zaman İslamcı bir parti olmadı; hatta kendi sözcüleri de böyle olmadıklarını, çeşitli zamanlarda defalarca dile getirdi. Gençlerin AKP’yi İslamcı zannedip idealist olmamaları bir nebze olsun anlaşılabilirse de geçmişin İslamcılarının AKP örneğinden yola çıkarak ideallerinden vazgeçmelerinin mazur görülecek tarafı yoktur. Açıkça yazmak gerekirse onların durumu; sistem tarafından, bu süreç içerisinde, gün-gün değiştirilme-dönüştürülme durumundan başka bir şey değildir. Aslında bu yazıyı yazarken başlığı ‘açık konuşalım efendiler değiştirildiniz’ şeklinde atacaktım sonradan vazgeçtim. Ancak hakikat bu cümlenin ta kendisidir.

                Haklı veya haksız, çeşitli gerekçelerle idealizmi kaybetme, fikirsel anlamda ciddi değişim ve dönüşümlere sebep olmaktadır. Bu fikirsel değişimler -İslami cenahın idealizmini kaybedenlerinde- laikliği benimser hatta savunur hale gelmeye kadar giden bir dönüşüme sebep olmuştur. 28 Şubat sonrasını baz alacak olursak yaklaşık 25 yıllık bir sürecin ardından gelinen noktada; İslami ideallerini kaybetme, geçmişte savunduklarını bugün inkâr veya geçmişte reddettiklerini bugün kabul etme gibi çeşitli düşünsel karışıklıklar yaşanmaktadır. Bu durumun yaşanmasında ciddi hayal kırıklıklarının rolü elbette büyük olmuştur. Özellikle; her ne kadar bazı İslami söylemlerle gelse de sistemin içerisinde olan bir partinin bu kadar değişeceğinin veya peygamberi metodla hareket etmeyen bir cemaatin stratejik hatalar yapacağının kaçınılmaz olduğunu düşünemeyenler büyük hayal kırıklıkları yaşadı. Yaşanılan bu kadar hayal kırıklıkları ise idealist ruhu boğdu.

                Müslümanların hiç olmazsa ‘ideal’ gibi temel meselelerde kafası, fikri net olmalıydı/ olmalıdır. Kafası net olanların ruhu diri olur, kafası net olmayanların ise bezgin hatta ölü bir ruha sahip olmaları kaçınılmazdır. Etrafımızda gezen bu bezgin ruhlu Müslümanlar o kadar çoktur ki ve onlar yeni nesle de öyle kötü örnek olmaktadırlar ki.

                İnsan bazen bu ölgün ruhları etrafta dolaşır vaziyette gördüğünde; bunlar keşke hiç ortalıkta olmasa, keşke kimseyle konuşmasa, kendisi ölmüş bari başkalarını öldürmese diyor; ancak öyle olmuyor. Çürük elmanın sağlam elmaya kastetmesi gibi bunlar da yanlarındaki yönlerindeki insanlara idealizmden uzak, ot gibi, ondan da beter dünyevi hayatlar öneriyorlar.

                İdealizmini kaybedenlerdeki en problemli bakışlardan birisi Marks’ın, ‘Din, halkların afyonudur’ sözünün bir nevi açılımı sayılabilecek; adaletsizlikleri yapanlar Hz. Ömer, Hz Ali’yi örnek vere vere zulmederler, anlayışıdır. Bu cümle hakikatte doğru bir cümledir; ancak bunu derken, lafı, ‘bu din veya bu dinin muttaki önderleri örnek alınmamalı evrensel ahlak/insaniyet örnek alınmalı’ anlamına gelecek bir niyet taşıyorlarsa, bu insanlar ideallerini kaybetmişlerdir. Sanki İslam dininin ilkeleri evrensel değilmiş gibi, O’nun dışında sabiteler aramak, İslam’ı hem nakıs görmek hem de evrensel olmadığını düşünmektir. Birilerinin şark kurnazlığı yaparak dini kullanması, o insanların iki yüzlü siyasetidir ki böyle insanlar, evrensel değerleri kullanarak da insanları kandırabilmektedir.

                Atasoy Müftüoğlu bir röportajında Müslümanların hayal kırıklıkları yaşayarak ideallerini kaybetmesine, ‘entelektüel haçlı seferleri karşısında bozguna uğramak’ diyor. Bu bozgunun sebeplerinin neler olduğuna bakacak olursak, Müslümanların kendi medeniyetlerini, kültürlerini, sanatlarını öğrenmeye ve ayakta tutmaya çalışmadıkları olduğunu görürüz. Bugün özellikle gençler entelektüel yönün sadece Batıda var olduğunu, Doğunun ise bu çağ için yaşanılabilir bir medeniyet ve kültüre sahip olmadığını düşünmekte. Gençleri bu yanlış düşünceye sevk eden en önemli etken ise, İslam’ı anlayamamış ve onun medeniyetini hazmedememiş olmalarıdır. Oysa bu eleştirilerini bir kenara bırakıp, kompleksli psikolojilerinden sıyrılıp, özlerine dönmeleri şarttır.

                Bunun için önce dinlerini ve o dinin medeniyet özelliklerini iyice öğrenmeleri gerekmektedir; milyonlarca insanı öldüren, öldürmeye de devam eden ve özü, dünyayı ifsada dayanan bu devasa cellada, kıtaları sömüren bu devasa gâsıba hayran olmaya doğru giden evrilme sürecini durdurmak zorundadırlar. Zira hayran olduklarında gerçek adaletin, gerçek insaniyetin Batıda olduğu yanılsamasına düşmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu kimseler Malik bin Nebi’nin şu sözünü unutmasınlar: “Batı, kendi insanına hümanist, diğer milletlere emperyalisttir.”

                Tüm dünyada özellikle 1800’lerin sonunda 1900’lerin başında doruk noktada olan Batı hayranlığı 1950’lerde Batının çirkef yüzü görüldükçe oldukça azaldı ve nispeten de olsa yerini İslam’ın ideallerini yeniden canlandırma heyecanına bıraktı. İslami hareketler oluşmaya, idealist aydın ve hocalar yetişmeye başladı. Ancak 2000’lerle beraber Ortadoğu’da Arap baharıyla Türkiye’de de AKP hükümetiyle bu yalancı baharlar ciddi hayal kırıklıkları yaşattı. Bu hayal kırıklığı kısır bir döngü gibi özellikle gençlerin yönünü tekrar Batıya çevirmesine neden oldu.

                İdealist ruhu kaybetme sebeplerinden bir diğeri ise; Ortadoğu ülkelerini İslam diyarı gibi görüp, bu ülkeleri batılı ülkelerle kıyaslama yanlışlığıdır. Oysa bugün hiçbir Ortadoğu ülkesinde İslam hâkim değildir. Ve şöyle de bir yanlış algı vardır; bir ülkede İslam hukuku varsa orası İslam’ın hâkim olduğu memlekettir algısı. İslam’ın ideali, göstermelik bir ‘kanunlar yani şeriat devleti’ kurmak değil, İslam Medeniyeti kurmaktır. İslam Medeniyetinin içinde şer’i hükümler elbette vardır; olmayacaksa Kur’an- sünnette yüzlerce şer’i hüküm neden bildirilmiştir? Ancak bir memlekette medeni bir atmosferin oluşması için fertlerin yani toplumun medeni olması elzemdir. Bunu sağlayabilmek, fertlerin ahlaken eğitilmesi ile mümkündür. Bu eğitim; adalet anlayışının, doğru sözlü olmanın, kadın-erkek ilişkilerinde hassasiyet gibi birçok konunun anlaşılmasını sağlayacaktır ki, bunun yolu; gerek okullarda verilecek sâfi İslami eğitim, gerekse de meşru bir şekilde yapılacak kültür/sanat faaliyetleridir.

                Bugün toplumsal eğitimi gerçekleştirecek en etkili sivil toplum kuruluşları cemaatlerdir. İslam Medeniyetini kuracak toplumun kilometre taşı olacak her bir ferdin, genç- yaşlı İslami eğitimden geçmesi lazımdır. Bu eğitimi verecekler halihazırda cemaatlerdir. Çünkü devlet bu eğitimi olması gerektiği gibi vermemektedir. (Ne acıdır ki bugün cemaatlere engel olunarak bu eğitime de engel olunmaktadır.) Ancak Medeniyet idealinden vazgeçenlerin cemaat çalışmalarını ve cemaate gidenleri ağır (hatta hakarete varacak) sözlerle eleştirdiklerini görüyoruz. Bu insanları, kendi akıllarıyla hareket etmeyen, özgürlükleri bitirilmiş zavallı tutsaklar gibi görenler, kendi idealsiz hayatlarından bihaber vaziyettedirler. Bu insanlar bunun adına özgürlük, bağımsızlık diyebilirler ben bunun adına idealsizlik diyorum.

                Evet, idealimiz Tevhidin hâkimiyetiyle sağlanacak İSLAM MEDENİYETİDİR. Çünkü yeryüzünde fitnenin kalkması1, adaletin sağlanması2, erkeklerin kadınların, çocukların ölmemesi3 bu medeniyetin hâkimiyetiyle mümkündür. Bu idealimizden canımız pahasına vazgeçmeyeceğiz. İdealist olmayanların ölgün ruhlarının bizi de öldürmesine müsaade etmeyeceğiz. Birileri, ayetlerle sabit olan, Rabbimizin belirlediği ideallerimize ütopya diyebilir. Onlar kendileri açısından doğru söylüyorlar, idealist olmayana bütün hedefler ütopyadır. Ancak idealinin ne olduğunu net anlayan ve kendine değil Rabbi’ne güvenen bir idealist bilir ki; Allah gerçekleşmeyecek hayal kurdurmaz.

1. Yeryüzünde fitne kalmayıp din, yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla mücadele edin. (Enfal, 39)

2. Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutun. (Nisa, 135)

3. Size ne oluyor ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz halkı zalim olan bu şehirden çıkar ve bize katından yardımcılar gönder’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75)

1 Şubat 2021 Pazartesi

Yoksa yine ‘mesele ağaç değil; anlamadın mı?’ mı diyeceksiniz.

 


Solcuların en büyük handikabı siyaset bilmezlikleri. Neyi nerede söyleyeceklerini, neye hangi söylemle karşı olmaları gerektiğini bilmiyorlar. Tüm bu temel bilmezlikleri, onları bir halk hareketi olmaktan fersah fersah uzaklaştırıyor. İnsanlar onları görünce uzak durmaya çalışıyor. Bu bilmemezlikte en büyük payı din ve dindarlar alıyor. Sol kesim, bir hakkı savunacağı zaman işin içine mutlaka dine yergiyi, dini değerleri aşağılamayı koyar. Oysa onlar ister kabul etsin ister etmesin, insan manevi yönü olan, buna ihtiyaç duyan bir varlıktır. Bu durum zayıflık değil, yaratılıştan kaynaklı bir gerçek ve insana insan olduğunu hatırlatan bir özelliktir. Fıtrata yerleştirilen bu özellikten dolayı insanların çoğu bir inanca sahiptir. Bizim ülkemizde bu inanç İslam’dır. Dolayısıyla bu ülkede hiçbir hareket, parti, dernek veya müstakil bir konuyu, bir problemi ortaya koymak için bir araya gelen, direnen bir topluluk, dine, dinin sembollerine, manevi değerlere saygısızlık yaparak taraftar toplayamaz, haklılığını ispatlayamaz.Halkı arkasına alamaz; sadece elitist, marjinal veya akademideki bazı solcuları arkasına alabilir. Oysa hiçbir hareket halkın desteğini almadan başarılı olamaz.

Boğaziçi Üniversitesinde rektör değişikliğine direnen kimseler, mecbur muydu LGBT bayraklarının dalgalanmasına, derneklerinin boy göstermesine izin vermeye. Veya bu mücadeleyi verenler İslam dininin kutsallarına saldırmayı marifet addeden kimseleri içlerinde barındırmadan veya böyle şeyler yapanları önce kendileri kınayarak daha samimi olamazlarmıydı? Böyle yapsalardı davalarına bir halel mi gelirdi? Yoksa gezi parkındaki mantıkla; ‘mesele rektör ataması değil sen daha anlamadın mı’ diyecekler. Şayet böyle yapıp, konuyu mecraından saptırırlarsa, ne üniversite ne de ülkenin içinde bulunduğu hak-hukuk tanımaz uygulamalar konusunda bir sonuç elde edebilirler.     

Yaptıkları açıklamalardan, tüm bunları ‘fikir hürriyeti’ kapsamında değerlendirdiklerini anlıyoruz. Oysa başkalarının kutsalına saldırı fikir özgürlüğü olamaz. Fikir özgürlüğünün de bir mantığı olmalı. Serkeş ve tarafgir bir özgürlük anlayışı toplumsal düzeni hepten bozar ve asgari müşterekte dahi bir araya gelememeyi sağlar ki bu bölünmüşlük bir toplumun felaketidir.

Anladığım kadarıyla birileri Boğaziçi direnişini kırmaya, birçok insanın nazarında haklı olan mücadelelerinde haksız konuma düşmelerini sağlamaya çalışıyor. Bu direnişi gerçekleştirenler eğer bu halkın veya kendi içlerinde bulunan dindar talebelerin manevi değerlerini ayaklar altına alırlarsa, bu işin sonucu fayda olmadığı gibi tam tersi çatışma olur. Ve bu çatışmadan kimse kazançlı çıkmaz

Sonuç olarak Kabe kutsalımızdır, canımızdır. Bu anlamda en ufak bir saygısızlığa tepkimizi gösteririz!... Liyakatsiz atamalar konusunda tepki gösterme gerekliliği ise elbette aşikardır