27 Şubat 2020 Perşembe

ADALETE ÖZGÜRLÜK !



         
Bugünkü adalet sistem kurulurken, akla hayale gelmedik şekilde devşirme kanunlarla kuruldu. Bu devşirme kanunlar kisvesi, yamalı bir çuvalın insana giydirilmesi gibi hep iğreti durdu ve durmaya da devam ediyor… İnsana hem uymayan hem de onu rezil eden bu kisve ile adaletin tesis edilmediği, insanlara dünyanın en saçma gerekçeleriyle idam cezalarının verildiği genç cumhuriyette, daha sonraki yıllarda da bu çürük zemin sürekli darbeler aldı. Daha açık ifadeyle; laiklik ile din, devletin ve adaletin vicdanından çıkartılıp bireylerin vicdanına hapsedilince, kanunlarda ruh ve vicdan kalmayınca, demokratik ülkelerde bile olmayan katı totaliter kanun ve yönetimlerle ‘halkın iradesi esası’ dahi mütemadiyen askıya alınınca, adalet zindana hapsedilmiş oldu. Bazen hasbelkader bu zindandan firar eden adalet, nereye kaçacağını bilemediği için tekrar yakalandı, tekrar hapsedildi.
Bugün adaleti zindandan kurtarmaya çalışan adalet savaşçılarının şiarı olan ‘la ilahe illallah’ adaletin Allaha firar etmesini sağlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla bir gün adalet firar ederse zindandan çıkarken söyleyeceği ilk cümle: La ilahe illallah olacaktır. Çünkü tevhid adaletin özgürlüğünün müsebbibidir.
En azından son 100 yıldır adeta makûs talih gibi adaletsizlikler yaşatılan ülkemizde, haksız yere zindanda yatan tüm mahpuslar ‘adalet!’ Çığlıkları atıyorlar. Aslında bu çığlık ‘adalete özgürlük!’ çığlığıdır. Çünkü adalet özgür olduğunda hak yerini bulacak, terazi doğru tartacak, insanlar zulme uğramayacaklardır.
Rabbimiz ayetinde şöyle buyurur:  ‘Size ne oluyor ki; Rabbimiz! bizi bu halkı zalim olan kavimden kurtar diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz!’1 Bugün içinde yaşadığımız toplum, ne adaletin çığlığından ne de mazlumların çığlığından haberdardır. Bu sağır toplumu tevhidin şok edici tesiriyle uyandırmadan bu ülkede adaletsizlik bitmeyecektir. Çünkü yöneticileri cesarete getiren şey kör ve sağır gibi davranan, zulümleri umursamayan toplumlardır. Bugün zulme maruz kalan veya zulümlerin farkında olan birçok insan suçlu olarak sadece kanunları veya yöneticileri görmektedir. Adaletsiz ve ruhsuz kanunlar, adaletsiz ve ruhsuz yöneticiler elbette suçludur. Ancak tüm bunlara gözleriyle şahit olan halk suçlu değil midir? Sessizliğiyle, bencilliğiyle daha beteri zalime desteğiyle, bizatihi zalim değil midir! İşte bu halka tevhidi anlatarak, onların da birer adalet savaşçısı olmasını sağlayacağız. Bu savaşta ne kadar gönüllümüz artarsa adalet o kadar çabuk özgürlüğüne kavuşacaktır.
Peki, tevhid adaleti nasıl sağlar?
Tevhid, adaleti mahkum eden her zorba kanuna lâ demektir!
Tevhid adaleti mahkum eden her zorbaya lâ demektir.
Tevhid tartışılması söz konusu dahi edilmeyen tüm ilahlaştırılmış düzenleri ve düzen koyucuları tartışmanın ötesinde reddetmektir!
Tevhid, adaletin kollarındaki zinciri kıracak demir yumruktur!
Evet, Tevhid, adaletin kollarındaki zinciri kıracak demir yumruktur! Bu konuyu anlatan harika bir ayet var. ‘Demir’ manasına gelen ‘hadid’ suresinde Rabbimiz Teala şöyle buyuruyor: ‘Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…’ 2 Rabbimiz ayette adaletin ayakta tutulması için gelen peygamberlere verilen kitap ve mizan (terazi) dan bahsediyor. Kutsi olan kitabın, bu mizanı yani adaleti sağlayacağı ifade ediliyor. Kur’an hukukunun sağladığı adalet anlayışını burada uzun uzun anlatmayacağım. Ancak bu hukukun temel bir ilmine kısaca değinip, adalet yönünü kısaca açacağım. İslam hukuku çağlar üstü bir hukuktur. Bu hukukun temelini oluşturan ve Kur’an-sünnetten çıkmış kaidelerden müteşekkil ‘kavaidul fıkhu külliyye (külli fıkıh kaideleri) ilmi’ birçok meseleyi kapsamakta ve günümüzde de her yeni meselenin fetvasına ışık tutmaktadır. Bu anlamda fıkıh âlimi Muhammed Ebu Zehra: ‘İslam fıkhı mucizedir’ der.    

Çağlarüstü yönünü kısaca vurguladıktan sonra bu mucizevi fıkhın birkaç yönünü anlatalım… Şunu diyebiliriz ki; bu hukukun adalet anlayışının temelinde hakkaniyet ve insana insanca muamele vardır. Kur’anın adaletinde suçlunun dini, ırkı, statüsü önemli değildir. Suçu işleyen her kimse ayrıcalık yapılmadan cezası adil bir şekilde verilecektir. Bu, hakkaniyetin gereğidir…
Yine örneğin, delilsiz/ mesnetsiz tutuklamalara karşı bu dinin yaklaşımı… Efendimiz ‘el beyyinetü alel müddeî’3 buyurur. Yani ‘bir suçu ispatlamak(delillendirmek) iddia edene düşer.’ Bugün binlerce insan delilsiz, ispatsız bir şekilde evlerinden alındılar ve kendilerini savunmaları istendi. Oysa özellikle son 3 yıldır görülen davalara bakıldığında beyyinesiz/delilsiz kuru iddialarla insanlar cezaevlerine doldurulmuştur. Ve bu insanlar mahkemeleri boyunca delilsiz iddialara delilli savunmalar yapmaya çalışmaktadırlar. Bu durum adaleti temelden sarsan, hakkaniyetin belini kıran bir durumdur. Alparslan Kuytul Hocamız bunu çok güzel ifade etmişti: ‘Adaletin olduğu ülkelerde savcılar suçu ispat eder; adaletin olmadığı ülkelerde sanıklar suçsuzluğunu ispat eder’
Tekrar Hadid suresindeki ayete dönecek olursak, adalet ile ilgili 25. ayetten önceki 2 ayette dünya nimetlerinin önemsizliği anlatılmaktadır (23-24.ayetler)4 Ve bu 2 ayetten sonra, adaleti ayakta tutmanın önemini anlatan ayet gelmektedir. Rabbimiz bu sıralamayla da ayrı bir mesaj vermektedir. Adaleti sağlayacak olanlar dünyaperest olmayanlar olmalıdır. Yani ‘dünyayı adaletle yönetecek olanlar, dünyaperest olmayanlar olacaktır’ mesajı. Bugün ülkemizi de dünyayı da dünyaperestler yönettiği için adaletin sağlanamadığı aşikârdır.
Ve 23. Ayetin en can alıcı noktası, kitap ve mizandan bahsedildikten sonra ‘demiri indirdik’ buyurulması. Rabbimiz, adaleti tesis etmek yetmez,  adaleti mahkum etmeye kalkışanlara karşı bir demir yumruğun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bugün adaletin başına dikilen demir yumruk, tevhidin hâkimiyetiyle, adaletsizliğin başına dikilecektir...   
Bir de bugün adaletsizlikten kurtulmanın yolu olarak çok moda ve mantıklı gelen kavramlar ve sözler var. Bu kavramların başında ‘vicdan’ gelmektedir. Oysa adaleti insanın aklına ve vicdanına mahkum etmek adalete zulümdür. Adalet, Allah’ın hukukuyla, imanlı ve takva(Allah korkusu) sahibi insanların vicdanlarıyla özgürlüğe kavuşacaktır. Çünkü akıllar ve vicdanlar çeşit çeşittir. Bir insana mantıklı gelen diğerine mantıksız gelebilir. Bir insana vicdanlı görünen diğerine zulüm görünebilir. Veya bugün mantıklı ve vicdanlı gelen yarın farklı gelebilir. Bunun binlerce örneği mevcuttur... Çok bilindik bir örnek, kadına nafaka meselesi. Boşanmış bir kadına bir erkeğin ömür boyu nafaka ödemesi, bazı erkeklere ve binlerce kadına göre mantıklı ve vicdanî bir durumdur. Oysa erkek açısından aleni bir zulümdür.
Akıl ve vicdan elbette çok önemlidir. Ancak bu aklı ve vicdanı kontrol eden vahiy olmazsa, nefsin esaretinde olan envai çeşit aklın ve vicdanın, adaleti nereye götürüp zindana atacağı belli değildir.
Allah’ın hakkını kale almayan insanların, insanların hakkını vermeleri muhaldir. Tevhid Allah’ın hakkını ve Allah’ın kullarının hakkını sağlayıp, yeryüzüne adaleti getirmenin davasıdır. O halde ‘gelin la ilahe illallah’ diyelim; gelin ‘adalete özgürlük’ diyelim.
1-      Nisa 75
2-      Hadid 25
3-      Beyhakî
4-       ‘Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye (böyle yapmıştır). Allah kendini beğenen, böbürlenen hiç kimseyi sevmez.’(Hadid 23) ‘Onlar kendileri cimrilik yaptıkları gibi insanlara da cimrilik telkin ederler. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her türlü övgüye lâyıktır.’(Hadid-24)

24 Şubat 2020 Pazartesi

Davet İçin Değer !

          Bugün güneşli bir Adana havasında dolmuşa bindim. Bahar gelmeye; ağaçlar çiçeklenmeye, sarmaşıklar yaprak açmaya başlamış... Dolmuşa, ömrünün hazânını yaşayan, 80 yaşlarında, beli bükülmüş ama oldukça bakımlı bir teyze bindi. Kendinden emin bir ses tonuyla şoföre parayı uzattı, üstünü aldı ve kimsenin tercih etmediği yan koltuğa oturdu. Şoför benim yanımı işaret ederek 'teyze yan tarafta rahat edemezsin, bak orada bir kişilik yer var oraya otur' dedi. Yaşlı kadın adeta söylenircesine 'tamam oturuyorum' diye mırıldandı. Kadıncağız yüzünü zerre kadar bana çevirmiyor ve koltukta öyle emaneten oturuyordu ki düşecek ve bir yerini kıracak diye korktum. Anladım ki, benim gibi giyinenlerden nefret ediyor ve varlığım bile onu rahatsız ediyordu. Ama ben onu rahatsız (!) etmek pahasına da olsa kendi varlığımı hissettirmek istedim. Çantamdaki çerezden ikram etmek için seslendim. Zannediyorum kendisinin, antipatisini bu kadar belli etmesine rağmen, benim ona seslenmeme çok şaşırmıştı. Ani bir refleksle ve kızgın bir ifadeyle baktı; ben de gülümseyerek 'çerez alır mısınız?' dedim. Telaşla 'hayır hayır' dedi. Şaşırdım. Uzattığım çerezden de mi hoşlanmamıştı?Yanımda çantasını o kadar sıkı tutuyordu ki. Oysa o çerez vesilesiyle belki konuşabilecek ve ön yargılarını kırabilecektim. Ancak bütün kapıları kapattı ve şoföre 'müsait bir yerde inecek var! ' diyerek, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikte indi ve uzaklaştı. Dolmuşun kapısı sanki suratıma kapanmış gibi hissettim. Uzaktan yürüyüşünü seyrederken hafızam beni yıllar öncesine götürdü.
          Zannediyorum 25 yaşlarındaydım. Yine derse yetişme telaşıyla Abidinpaşa Caddesinden hızlı bir şekilde yürürken, kaldırımda böyle bir teyzeye biraz çarpmışım, farkına bile varmamışım. Yürümeye devam ederken bir anda sırtımda bir yumruk hissettim. Hayatımda duymadığım bir ağrı hissttim. Sırtımdan yediğim yumruğu göğüs kafesimde hissediyordum. Hem ağrıdan hem de şaşkınlıktan bayılacak gibi oldum. Arkamı döndüm, nefesimi toplamakta zorlanıyordum ve sesim çıkmıyordu. Arkamda bir kadın öfkeyle bakıyordu. Kısık bir sesle 'teyze bana sen mi vurdun? Neden vurdun?' diye sorabildim. Kadın 'sen benim yanımdayken bana dokunarak geçtin' dedi. 'Teyze ben farkında olmadım' deyince kadın içindeki bütün kin ve öfkeyi adeta kusarcasına bağırmaya başladı : 'Başörtülülerden nefret ediyorum, siz insan değilsiniz, sizin buralarda serbestçe dolaşmamanız gerekiyor...' Bir an ne diyeceğimi bilemedim sadece yürüyordum, kadın da arkamdan bağırarak yürüyordu. Daha sonra hayal meyal hatırladığım bir genç yaklaşarak: 'abla bu kadının sana nasıl vurduğunu gördüm -elimdeki kitaplarımı ve çantamı işaret ederek-  sen de elindekilerle vursana kafasına' dedi. Ben de:'O yaşlı bir kadın nasıl vurayım, bir de bize yakışır mı' dedim. Ve kadına döndüm: 'Ben seni Rabbime havale ediyorum. Allah bunun hesabını soracak. dedim. Sonra, Efendimiz aklıma geldi, dava yolunda başına her türlü zulüm gelen Efendimiz... Ve Rabbime hamdettim; bana Efendimizi zerre kadar anlamayı nasib ettiği için hamdettim... Ve kadın için de hidayet diledim.
          Bugün dönüş yolunda tekrar dolmuşa bindim ve dua ettim: 'Rabbim ne olur Senin davanı anlatabileceğim biri ile yolculuk yapmayı nasib et.' dedim. Hamdolsun bir lise talebesi yanıma oturdu. Biraz konuştum, yanımdaki tevhid broşüründen verdim. O da: 'Okumaz mıyım abla, eve gidince okuyacağım mutlaka' dedi.
          Bu yolda elbette başımıza bir şeyler gelecek. Bazen bir şeyler öğrenmek için yola çıkacağız birileri o yolda 'ayağıma takıldın' diyecek. Sen onun ayağına takılacaksın o senin sırtına vuracak; tınmayacaksın! Hani Bediüzzaman der ya: 'Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birine ayağım çarpmış ne önemi var! Birileri, bunu kınayacak ama bunlar dar düşünceler'             
          Tevhidin kime nasib olacağı belli olmaz. Bize düşen anlatmaya çalışmaktır. Her şeye rağmen anlatmak. Yaşlıya- gence anlatmak. İlgiliye- ilgisize anlatmak. Rabbim hepimize gerçek davetçiler olabilmeyi nasib eylesin.









16 Şubat 2020 Pazar

OKU(YA)MAYAN YAZARLAR


     

          Her sene kitap fuarına katılmaya çalışırım. Fuarda yayınevlerini gezmenin yanısıra, yazar söyleşileri vs. gibi uygun etkinlere de elimden geldiğince iştirak etmeye gayret ederim. Bu yıl fuara yeterince zaman ayıramadım, etkinlikleri de takip edemedim. Ancak yine de kısa süreliğine de olsa arkadaşlarla gittik ve bazı yayınevlerini gezdikten ve yeni çıkan kitaplara bakabildiğimiz kadar baktıktan sonra katılabileceğimiz bir söyleşi var mı diye etkinliklerin yapıldığı bölüme geçtik. Sadece bir salonda etkinlik vardı. Salonun önündeki levhaya 'Öykünün dili' diye bir etkinlik yazılmış ve Çukurovalı 5 öykücünün sunum yapacağı belirtilmişti. Aslında öykü okumayı severim ama daha önce öykü yazarlarının nasıl yazdıklarını, yazdıklarının ne kadarının hayal gücü, ne kadarının gerçek hayattan etkilenilerek yazıldığını, onların dilinden dinlememiştim. Arkadaşlarla salona girdik. Seyirci o kadar azdı ki, ilk 2 sıra ancak dolmuş, aralarda da tek tük oturanlar vardı. Biz de arkadaşlarla en arka sıralara oturduk ve öykücülerin sunumlarını izlemeye başladık. Hemen hepsi 60 yaş üzerinde olan öykücüler, büyük bir heyecan ile kısaca öykücülükten bahsediyorlar, daha sonra da kendi öykülerinden bazı bölümleri okuyorlardı. Sıra en sondan bir önceki yazara geldiğinde yazdığı öyküyü okumakta o kadar zorlanıyordu ki. Bir çok yerde dili sürçüyor, bazı yerlerde duraklıyor, vurgusuz ve tesirsiz okuyordu. Evet, okumasında bir problem vardı ama olabilir diye düşündüm ve kafamı okunan öyküye vermeye çalıştım....
         Öykücü öyküsünü sabırla okumaya, bizlerde sabırla dinlemeye devam ederken, belki de edebiyata hiç meraklı olmayan, belki de sırf hava olsun diye etkinliğe katılmış olan, belki de bunların ötesinde insanları mahcup etmeyi marifet bilen bir seyirci 'daha yazdığını okuyamıyor' dedi. Salon buz kesildi... Okurken zaten çekinerek ve zoraki okuyan yaşlı öykücü kıpkırmızı oldu ama öyküsünü okumayı bırakmadı ve sonuna kadar tamamladı. Sunumlar tamamlandığında hepimiz bir tuhaf olmuştuk. Okunan öykülerden ziyade saygısız seyircinin söyledikleri aklımızdaydı. Allah'tan programı yöneten kişi yüreğimize su serpen bir açıklama ile hem yazarı hem bizi rahatlattı ve işgüzar seyirciye de bir ders vermiş oldu. Moderatör :' Evet, 'yazdığını bile okuyamıyor' dediğiniz öykücümüz, yıllarca bir fabrika işçisi olarak çalışmış, ilkokul mezunu bir yazardır. Ancak yürekten yazdığı öyküler bizim için kıymetlidir' gibi sözler söyledi.
         Eğitimin diplomadan çok öte bir marifet olduğunu, zannediyorum en iyi bu dönem anlayabiliriz.* Çünkü bu gerçeği analiz edeceğimiz o kadar çok veri var ki elimizde. Alparslan Hocamız bir gün 'okullar mektep olmayalı yıllar oldu' demişti. Diplomalı binlerce insan kitap okumuyor... Eğitim ve kültürüyle toplumu aydınlatması gereken etiket sahibi binlerce insan sadece maddiyat peşinde koşuyor... Öte yandan diploması olmayan bazı gençlerimizin, diplomalı binlerce üniversiteliden milyon kat daha eğitimli, daha ilgili ve ufku açık olduğunu görüyoruz.
         Hal böyle olunca, okul okumayan ama daha düzeyli bir eğitim gören ve kitap okuyan gençlerimiz diğerlerinden daha kıymetlidir. Okul okumayan ama gayet iyi yazan yazarların okul okuyan ama bir dilekçe bile yazmayı beceremeyenlerden daha kıymetli olduğu gibi... Tabi normal olarak her ikisi beraber olsa daha iyi olmaz mı sorusu akla geliyor. Buna normalde 'evet, elbette' demem gerekir. Bir eğitimcinin kızı olmam hasebiyle de bu soruya bu cevabı vermem gerekir. Ancak son günlerde, eğitimli zannettiğimiz insanların kafalarının o kadar çok karışık olduğunu müşahade ettim ki, artık bu soruya öyle kolayca 'elbette' diyemiyorum, belki kerhen 'elbette' diyorum. Bir gün okullarımız gerçek mekteplere dönüşürse, ben de bu soruya gönül rahatlığıyla 'elbette' derim inşaallah...


*Tabi bu konuda ironik bir durum da yok değil. Diplomanın marifet olduğunu da gördük, o ayrı bir konu...