27 Ekim 2020 Salı

ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL MUHAMMED

Yirmili yaşların başımdaydım...

Öğle arası verildiğinde, arkadaşlarla beraber çalıştığım hastanenin yemekhanesine yemek yemeye gittik ve boş gördüğümüz yere oturduk. Bir süre sonra, 4-5 kişilik bir grup yemeklerini alıp bizim tam karşımıza geçti. İçlerinden birisi yemeğe başlar başlamaz, oldukça yüksek bir sesle Peygamberimiz aleyhine konuşmaya başladı. Mevzuyu O'nun evliliklerine getirdi ve benim buraya yazmayı bırakın, düşününce bile haya edeceğim kelimeler sarfetti. Kadın, henüz konuşmasının başındayken kendi kendime 'Ya Sabır' deyip durdum; ama artık çirkefleşince cevap vermeye başladım. Efendimizin özel hayatındaki durumları izah ettiğimde anlayacak bir kadın değildi. Sakin bir ses tonuyla konuşmaktan anlamayan ve insanlara da aldırış etmeden yüksek sesle konuşan kadına ağzının payını vermemin farz olduğunu kesinkes anlamıştım. Nasıl cevap vermezdim? O, tertemiz bir insan hakkında utanmadan konuşurken, ben nasıl olur da Peygamberimi savunmam dedim ve konuşmaya başladım. O konuşuyordu ben konuşuyordum... O konuşuyordu ben konuşuyordum... Artık ayağa kalkmıştık; yemekhanedekiler dikkatle bize bakıyorlardı. Tek bir Allah'ın kulu karşıdaki terbiyesize 'sen ne diyorsun' demedi. Kadın en son 'ya ben, sana bir laf mı ettim; Muhammede söyledim ne bu öfken' dedi. Ben de: 'Keşke bana söyleseydin. Bana söyleseydin ben kendimi müdafa etmezdim; cahilliğine verir 'cahildir; hadi selametle' deyip uzaklaşırdım.'' dedim. Kadın bu sözüme hayret etti çekip gitti. Daha sonra da ne zaman beni bir yerde görse yolunu değiştirmeye başladı.      

Peygamberimiz(SAV) bizim değerimizdir; değerlimizdir. O'na hakaret edene hiç olmazsa dilimizle olsun cevap vermeyeceğiz de lal olup Şeytan mı kesileceğiz! Ebu Bekir O'na saldıranlara gövdesini siper ediyordu, kandan heykele dönüyordu. Hz Ali O'nun yatağına yatıyor 'O'na canım feda' diyordu. Uhudda Katade bedenini siper ediyor, gözü çıkıyordu... O(sav)'nun bedeni yok ama adı var ve bizim de O(sav)'na imanımız var. O(sav)'nun adını lekelemek O(sav)'nun getirdiği dini lekelemek demektir. O'nun adını lekelemeye çalışanlarla vargücümüzle mücadele ederiz. Elbette provakasyona gelmeyiz ama zillete de düşmeyiz... Böyle müdafaları basit veya gereksiz görenler, mevzu bahis kendi liderleri/önderleri olduğunda onlara en ufak söz söyletmezler. Hatta onları korumak için yasalar bile çıkarırlar.  

Bugün İslami kesimden olduğunu düşündüğümüz insanların tutumları ise daha ilginç. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da bir komleks ve bir savrulma almış başını gidiyor. Onlar, marjinal ve radikal bir Marksist, ideali uğruna mücadele verdiğinde, alabildiğince alkışlarken, samimi bir müslüman olması gereken tepkiyi veya davranışı ortaya koyduğunda 'gelenekselci veya marjinal'  gibi yaftalayabiliyorlar.

Kim ne yaparsa yapsın O(sav) her daim çok sevildi ve hiç bir zaman unutulmadı, unutulmayacak. Kur'an bize, Peygamberimiz ilk gönderildiğinde, müşriklerin O(sav)'nun için 'raybe'l menûn' dediğinden bahseder. Raybe'l menun yani; zamanla unutulup gidecek kişi. Müşrikler O'na böyle demiştir; ama O(sav), zamanla daha çok tanındı, daha çok sevildi. O'na böyle diyenler unutulup gitti. Bugün de O'na düşmanlık edenler unutulup gidecek; ama O, sevilmeye, izinden gidilmeye, kurduğu mükemmel medeniyet yeniden inşa edilsin diye mücadele edilmeye devam edilecek.

Biliyorum, O'nu gerçekten müdafaa etmek O'nun getirdiği yaşam tarzı, tevhid ve adalet merkezli medeniyet için mücadele etmektir. Ancak adını bile müdafaa edemezsek, canla- başla bu büyük mücadeleyi ortaya koyabilir miyiz?  





24 Eylül 2020 Perşembe

BAŞARININ ANAHTARI: İTKÂN

Görevliyiz; vazifeyi Allah’tan almışız ve bu vazife büyük bir emanet…

Rabbimiz Teala buyurur: Biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik, onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular; onu insan yüklendi…

Ayette, yüklendiğimiz emanetin büyüklüğü, fevkalade ifadelerle, adeta insanın içini titretircesine anlatılıyor. Ve kaygılı her insana: Nasıl taşıyacağım? Ne yapacağım? Hadi altında ezilirsem gibi onlarca soru sorduruyor. Ancak Rabbimiz başka ayetlerde bu emanetleri taşıyacak gücümüzün olduğunu ve buna ehil olduğumuzu da bildiriyor. ‘Allah, kimseye gücünün üstünde yük yüklemez’ buyuruluyor. Bu ayetten anlıyoruz ki; insanoğluna yüklenen vazife esasında onun altında ezileceği, onu devirecek/ belini kıracak bir vazife değil. Yine başka bir ayette: ‘emaneti ehline verin’ buyuruluyor. Bu ayetle aslında bir taraftan insana nasihat eden Rabbimiz, bir taraftan da kendi ahlakını bize bildirmiş oluyor. Yani insana dünyanın küçük işlerini/emanetlerini bile ‘ehil olana verin’ buyuran, devasa emaneti ehil olana vermez mi?

O halde Rabbimizin bize yüklediği davayı taşımaya, temsil etmeye ve onun uğrunda mücadele etmeye ehil bir durumdayız. Ancak bugün baktığımızda insanlık emanetten bihaberdir; emaneti yüklendim diyenlerin hali de ortadadır. Emanetten bihaber olanları anlatmaya gerek yok… Biz bu yazımızda emanete sahip çıktığını iddia edenlere bakalım.

Bugün İslam dininin temsilcileri olan Müslümanlara baktığımızda, gerek dünyevi gerekse de islama hizmetle ilgili işlerinde, titizliğin olmadığını görüyoruz. Hatta şunu diyebiliriz ki; belki de işini en kötü yapanlar Müslümanlar. Hal böyle olunca, işlerinde en başarısız olanlar da Müslümanlar oluyor. Bunun sebebi ne? Bunun en büyük sebebi Müslümanların Kur’anın bu konudaki ilmine/ öğretilerine/ direktiflerine göre hareket etmemesi. Kur’an bir işte başarılı olmanın yolu olarak ilmi çalışmayı göstermiştir. İlim, Kuranın en çok önem verdiği konulardan birisidir; bu sebeple 900’ü aşkın yerde ‘ilim’ kelimesi geçer. Sadece bu rakamsal bilgi bile bu kitabın, mensuplarına verdiği büyük bir mesajdır…

Herhangi bir işin ilme uygun yapılıp yapılmaması, sonucu belirleyecek en önemli etken sebeplerdendir. Aslında bu gerçeği vahiy değil akıl da insana söylemektedir. Bunun farkında olan batı medeniyeti, gerek teknoloji konusunda gerekse de dünyaya egemen güç olma konusunda başarıyı bu yolla elde etmiştir.

Rabbimiz, tıpkı fizik alemindeki kanunlar gibi metafizik alemine de kanunlar koymuştur. Herhangi bir işte başarıya ulaşmanın sünnetullahı vardır ve Allah’ın sünnetullahında değişiklik olmaz. Bu sünnetullahın temel esaslarından biri; ilmi çalışmadır. Başarının ilminde/formülünde işi kitabına uygun, planlayarak, sürekli ve disiplinli bir gayret içerisinde yapmak gibi esaslar vardır. Bu formülden şunu anlıyoruz ki; bir işi güzel yapabilmek ve başarılı olabilmek için 2 temel durum gerekiyor; ilim ve düşünce.

Said Havva ‘Allah’a inanmak’ kitabında bu durumu şöyle anlatır: ‘Kuran üzerinde düşünmeye başlayan kişi, İslam’ın Müslümanlara düşünmeyi farz kılmış olduğunu anlar. İlim öğrenmek de yine her Müslümana farzdır. Düşünce ve ilim, Müslümanın şahsiyetinin iki parçasıdır. Oysa ilim ve düşünce; kafirin ya kendisiyle savunduğu bir zevki ya geçimini temin aracı, ya da bazılarında bir hevestir.’ Üstadın bu açıklamasında, Müslümanlar için, olması gereken durum anlatılmaktadır. Oysa Müslümanlar işlerini, düşünmeyi ıskalayarak yapmaktadırlar. Kendilerini düşünmeye sevkeden  Kur’anın kelamından ya habersizdirler ya da miskinliklerinden veya tembelliklerinden dolayı ilim öğrenmeyi ve düşünmeyi kulak ardı etmektedirler. Evet, düşünmek farzdır, hem de en mühim farzlardan biridir ancak, çok da zordur. Bir düşünürün dediği gibi; en zor işçilik fikir işçiliğidir. İşte bu zora gelmeyenler hayatta hiçbir konuda başarılı olamamaktadırlar.

‘Hiç düşünmez misiniz’ buyurarak Müslümanları soruyla karışık adeta azarlarcasına düşünmeye sevkeden Kur’ana mukabil düşünmeden/ kara düzen hareket eden İslam alemi son 300 yıldır; düşünenlerin elinde oyuncak olmakta, sömürülmekte, üzerlerinde plan üstüne plan uygulanmaktadır.

Bu acı durumun sebebini ve sonucunu bir başka ayette şöyle anlıyoruz: ‘… Kendinizi tehlikeye atmayın kendi ellerinizle. Yaptığınız işi güzel yapın. Muhakkak ki Allah işini güzel yapanları sever’. Ayet, eline aldığı işi güzel yapmayanın kendi elleriyle kendini tehlikeye attığını anlatırken; işi/emeği heder etmenin kişinin kendini/ ömrünü heder etmek olduğunu da anlatmış oluyor. Esasında işini böyle yapanlar arttığında, heder olan bir nesil, daha da ötesi bir ümmet oluyor. Bu ümmet, işini güzel yapmayanların sayısı arttığı için yenilmeye ve bâtıl da olsa işini güzel yapanlara mahkum olmaya başlamıştır. Burada suçlu düşman değil, kendi ellerimizle yaptığımız meymenetsizliklerdir.

Bu çağın Müslümanları Kur’anın bu konudaki direktiflerine dikkat etmedikleri gibi yol göstericileri olan Hz. Peygambere ve Onun öğretilerine de dikkat etmemektedirler. 

Hayatı boyunca yaptığı her işi en güzel şekilde yapan, Kur’anın ‘örnek insan’ diyerek övdüğü, pratik olarak ortaya koyduğu ve bize miras bıraktığı mükemmel medeniyetin önderi Hz Peygamber (sav) şöyle buyurur: ‘Allah sizden birinizin bir iş yaptığında itkân ile (sağlam ve kaliteli) yapmanızı sever’. Efendimizin hayatına, dünyayı nasıl değiştirdiğine baktığımızda yaptığı her işi itkan ile yaptığını görüyoruz. Yani bizlere her konuda örnek olduğu gibi başarısıyla da örnek olan Efendimizin başarısının sırlarından biri; itkan. Böyle kısa bir yazıda Efendimizin işlerindeki itkanı anlatmamız mümkün değil. Ancak, kısaca değinecek olursak:

PLAN VE DİSİPLİN

O yaptığı her işi disiplinle ve planla yapardı. Gerek davet hayatına gerek hicret ve cihad hayatına baktığımızda, hep bir işinde  planlamanın olduğunu ve düzensizliğe/plansızlığa zerre kadar yer olmadığını görüyoruz. Burada sadece hicretini anlatsak dahi, ne derece hassas bir planlamayla hareket ettiği görülecektir. Müslümanlar defalarca okudukları, anlattıkları hicret hadisesinde, işin zorluğunu, duygusal tarafını anlatırlar ancak, plan tarafına hiç dikkat etmezler. Dikkat etseler, hiçbir şeyin şansa bırakılmadığını, ‘kervan yolda düzülür’ mantığına yer olmadığını, her tedbir alındıktan sonra takdirin Allaha bırakıldığını görecekler ve düşünme özürlü olmayacaklardı.       

SÜREKLİ AZİM, ÇALIŞKANLIK, FEDAKÂRLIK

Efendimiz’in işlerinde itkanı sağlayan bir başka yol, azmindeki sürekliliktir. Buna disiplinli çalışma da diyebiliriz. Jules Payot İrade Terbiyesi kitabında şöyle der: ‘Araplar büyük bir imparatorluk kurdular ama korumayı başaramadılar… Eksik olan, aylarca yıllarca az ama düzenli çalışmadır. Gerçek ve verimli çalışma, enerjisi az ama düzenli olan eforla mümkündür. Böyle değilse muhtemelen tembel işidir.’ Oysa Payot’un suçladığı Arapların ve dahi şuan yenilmiş durumdaki tüm İslam aleminin peygamberi Hz Muhammed (sav), Payot’tan çok daha öz ifadelerle, bu konuda ümmetine nasihat etmişti: ‘Allah katında amellerin en makbul olanı, az ama devamlı olanıdır.’ Müslümanlar peygamberlerini her konuda, hakiki anlamda rehber edinselerdi bugün bu yenilmişlik içinde olmayacaklardı.

İŞİNİ GÖNÜLDEN (İHLASLA) YAPMAK

Bir insan bir işi gönülden yapmadıkça başarılı olması mümkün değildir. Gönülden yapmak karşılık beklemeden yapmaktır ki; bizim işlerimizde bu, dünyevi- uhrevi herhangi bir karşılık beklememek demektir. Buna Bediüzzaman teveccühü nâs der; yani insanların teveccühü, övgüsü. Hiçbir zaman insanların övgüsüne tamah etmemek… Kuranı Kerim bu konuyla alakalı tüm peygamberlerin muhatablarıyla konuşurken; ‘ben sizden de bir ücret talep etmiyorum’ dediklerinden bahseder. Beklentisiz bir ömür sürmek Efendimizin bariz özelliklerindendir. Uykusuz geçen yıllarına, her türlü zorlukla, açlıkla susuzlukla ve fakirlikle geçen hayatına, tarih şahittir. Bir insan bir işe beklentisiz, canı yürekten koyulduğunda o işe kendini tam anlamıyla verir. Bunun adı ihlastır. İşini itkan ile yapan ihlaslıdır.  

Evet, ‘gönlüm sizinle’ deyip bedenen başka alemlerde olanlar vardır. Ancak şu bir gerçektir ki kişinin bedeni gönlünün olduğu yerdedir. Diğer söz sadece yalandan ibarettir…

EHLİYET VE LİYAKAT

Efendimiz (sav) kendi işini itkan ile yaptığı gibi, bir işi emanet ederken de o işi itkan ile yapacak olana emanet ediyordu. Bu konunuda asrı saadetten örnekler boldur. Örneğin vefatından kısa bir süre önce genç sahabi Usame’yi orduya komutan tayin edince ashabın içinden bazıları: Ebu Bekirlerin, Ömerlerin olduğu bir toplulukta, Resulullah nasıl bu kadar genç ve babası azatlı köle olan birisini komutan tayin eder? Diye söylenmişti. Efendimiz bunu duyduğunda hasta haliyle mescide gitmiş ve: Siz onun babasını komutan tayin ettiğimde de söylenmiştiniz; Usame buna layıktır demişti. O, hiçbir konuda akrabalarına iltimas geçmemiş, daim ehliyete göre davranmıştır. Bugün devlet yöneticileri sadece bu kuralda bile Kurana sünnete göre hareket etseler, memleketin beli bir nebze doğrulur. Maalesef bu ayete ve Resulullah’ın net ve tavizsiz uygulamalarına rağmen, Ortadoğu ülkeleri dediğimiz ve ekseriyatının Müslümanlardan müteşekkil olan ülkelerde, akraba kayırmacılığı, ehliyetsiz ve liyakatsız insanlara emanetleri yükleme, şaşmaz bir uygulamaya dönüşmüştür. Hatta aksi olduğunda insanlar şaşırmaktadır.

Türkiyede de iktidar gücü, İslamcı kisvesindeki ehliyetsiz ve liyakatsizlerin elinde ziyan edilmekte; makamlar, ehil olanlara değil otoritenin ehlinden olanlara peşkeş çekilmekte; bu şekilde insanlar dinden imandan soğumakta ve sonuçta liyakate dikkat eden batıya hayranlık duymaktadırlar. Kimse bu durumu kınamanın edebiyatını yapmasın! İnsanları hamaset edebiyatıyla, dinde tutmanın batıdan uzaklaştırmanın mümkünatı kalmamıştır; aksini düşünen tiyatro çevirmeye devam etsin. Bu ülkenin ucuz beceriksiz tiyatroculara değil; işini itkan ile yapan, samimi, dürüst, ehliyet ve liyakat sahibi insanlara ihtiyacı vardır.   

5 Eylül 2020 Cumartesi

İsmail Saymaz'ın Kitabından Ne Anlamalı?

 

Gazeteci İsmail Saymaz ‘Şehvetiye tarikatı’ isimli bir kitap yazdı ve yayımladı.1 Şimdilerde üzerinde sıkça tartışılan konu bu. Kitapta merdivenaltı ve sapkın şeyhli (bazılarında müritler de sapkın) 6 tarikat anlatılıyor. O kadar uç ve iğrenç örnekler ki, bunların bu zamanda nasıl var olduğuna, insanların bunlara nasıl kandığına ve devletin bunlara nasıl müsaade ettiğine şaşırıyorsunuz. İlk ikisinin sebebi belli. İslami anlamda o kadar cahil bırakılmış bir halkımız var ki halkın bunlara inanması, kanması  çok da anormal gelmiyor. Ama devletin yıllarca bunları duymaması, görmemesi işte bu hiç inandırıcı bir durum değil. 50 insan bir yerde toplansa haberdar olan istihbaratın, gelen kolluk kuvvetlerinin, yüzlerce insanın uğradığı, paralar bıraktığı, anormal durumların yaşandığı, 26 kadınla birlikte olduğu söylenen bir şeyhten, tarikattan haberdar olmaması mümkün değil…

Şimdi, bu 6 tarikatı boş verin, bu ülkede bir Adnan Oktar hadisesi var ki, Türkiye’nin gözlerinin önünde yaşandı bütün çirkeflikler. Din adına yapılan pislikler canlı yayınlarda verildi. Adnan Oktar’ın kendini şeyhlikten çok daha öte ‘mehdi’ ilan etmeleri tüm Türkiye’nin önünde gerçekleşti. Ve bu karanlık yapının2 yıllarca genç kızları ve dahi erkekleri ağına düşürerek yaptığı/ yaptırdığı sapıklıklar; gerek mali açıdan gerekse de ahlaksızlık açısından bahsi geçen 6 tarikatın fevkinde durumların yaşandığı meşhur seviyede bilinen gerçeklerdir. Peki, neden yıllarca göz yumuldu? Neden beklendi beklendi ve yenilerde bunlar ortaya çıkarıldı ve müdahale edildi. Neden?

Belli ki bunlar bir süre devam etsin istendi. Belli ki müdahale zamanı olarak bu zaman uygun görüldü. Belli ki sapla saman karışsın istendi. Belli ki kurunun yanında yaş da yansın istendi…    

Bu tarikatlar bitiriliyor, bir kısmı bitirildi, aslında geç bile kalındı, hatta ‘neden bu kadar beklendi?’ sorusunu sormak geliyor içimizden... Bunlar ayrı muammalar ve ayrı önemli sorular ama bugün ‘cemaatleri bitirme projesi’ adı altında bahsedilen proje bu tür yapıları bitirme projesi değil, bu bilinmeli! İşte o kuruların yanında yakılmak istenen yaşlar; bitirilmek istenen onlar. 

Sol bir gazeteci olan İsmail Saymaz nerede bir saçma, sapık, aslında zerre kadar İslami ilmi olmayan sahte şeyhi ve tarikatı ortaya çıkararak iyi bir araştırmacı gazetecilik örneği ortaya koymuştur3

Şimdi benim beklentim İslamcı veya liberal4 gazetecilerden bir tanesinin de çıkıp bunun tam tersi 6 cemaat ve grubu yazması... Yani İstanbul’u Anadolu’yu araştırıp, bu yazılanların tam tersi hayatlar yaşayan hoca, cemaat veya grupları yazmaları… Temiz bir hayatı olan, öyle milyonlarla oynamayan, mütevazı bir yaşantıya sahip olan, gerçek ‘âlim’ sıfatına haiz, milletin ıslahı için uğraşan, gençleri suçlardan (hırsızlık, içki, yalan- dolandan, hak yemekten ve daha bir çok haramdan) uzaklaştıran bir hoca, bir cemaat… Yine insanlara sahih İslami eğitim veren, böyle sapık kimselere kanmamaları için şuur veren bir cemaat... Batının çirkef/ kokuşmuş medeniyetini reddeden bir hoca ve cemaat…  

 Bazılarının ‘6 tane var mıdır?’ diye alayvâri bir şekilde sorduğunu duyar gibiyim. Objektif gazeteciler araştırırlarsa çok daha fazla olduğunu göreceklerdir. Ve bir de bunların, gençliğin suçlardan kurtulmasına, toplumun ıslahına, ülkeye, memlekete faydasını araştırsınlar, o faydaları da yakinen göreceklerdir.

Bu naçizane beklentimi hayata geçiren bir gazeteci çıkar mı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, bizim cenahın gazetecileri maalesef oldukça pasif. İstisnalar olmakla beraber, çoğunlukla İstanbul-Ankara’ya sıkışmış durumdalar. Anadolu’da neler oluyor; nasıl hareketler filizlenmiş büyümüş ve ne sorunlar yaşanıyor? Maalesef tüm bunlardan bihaber vaziyetteler…

Dipnot: 1- Kitabı okumadım ama İsmail Saymaz’ın kendi dilinden katıldığı birkaç programda dinledim

               2- İroniye bakar mısınız? Bundan birkaç yıl önce Alparslan Kuytul Hoca, Adnan Oktar’a ‘karanlık adam’ dediği için tazminat ödemeye mahkûm edilmişti.

               3- Bu konuda taltifimde samimiyim, birileri bunları ortaya çıkarmalı.

                            4- Liberal gazetecileri özellikle belirtmemin sebebini tahmin etmişsinizdir. Onlar İslami cenahın problemlerine kısmen de olsa duyarlıdırlar. Gerçi son dönemde solcu bazı gazeteciler de bu konularda duyarlılık gösteriyor

28 Temmuz 2020 Salı

Z KUŞAĞI VE ÖNCÜ NESLİ




Dünya'nın Üstad Seyyid Kutub’un ifadesiyle uçurumun kenarına geldiği, bizim müşahadelerimizle ise uçurumdan yuvarlanmaya başladığı şu çağda bir nesil bekliyoruz. Hem kendini hem dünyayı değiştirecek bir nesil. İnsanın insanca, onurluca yaşamasını sağlayacak bir nesil. Ahlakın, adaletin, esasında insaniyetin kalmadığı şu çağda sadece kendini değil dünyayı değiştirmeye azmedecek bir nesil.
Böyle bir neslin yetişmesi için yaşanılan dönemin, şartların, ataların durumunun etkisi çok büyük. Sahabe neslinin yetişmesinde Efendimiz’in varlığı ile beraber tüm bunların etkisi olmuştur. Arap Yarımadası’nda Bizans’ın, İran’ın sömürgesinden rahatsız olan, atalarının dini olan ve akla mantığa ters gelen putperestliği, yaşanılan ahlaksızlıkları sorgulamaya başlayan gençlerin olduğu bir kuşağın dönemiydi sahabe dönemi... Ve o kuşağın içerisinden çıktı Bizans’ın tağutuna da Arabın tağutuna da lâ diyen gençler.
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’in ‘Örnek Kur’an Nesli’ bölümünde der ki: ‘Bir daha öyle bir nesil dünyaya gelmedi. Evet, tarih boyunca bu nesli temsil eden bireyler bulunmuştur. Ancak, davet tarihinin ilk döneminde olduğu şekilde, belli bir yerde, bu kadar büyük bir sayının bir araya geldiği vâki değildir.’ Üstad, bu mühim gerçeği ortaya koyduktan sonra bunun sebeplerini tespit etmeye çalışır. Özellikle kendisinin de yaşadığı asrın yani 20. asrın Müslümanlarındaki ciddi eksikliklerin bu neslin ortaya çıkışına engel olduğunu 3 maddede anlatır. Özetle der ki: O neslin beslendiği kaynak Kur’an idi, yalnızca Kur’an; onlar Kur’an’ı bilgi ve kültürlerini geliştirmek için değil amel etmek için okuyorlardı ve onlar İslam’a girdiklerinde kendilerini eski cahiliye hayatlarından tamamen soyutluyorlardı.
Örnek bir neslin ortaya çıkmama sebebi olarak Seyyid Kutub’un ortaya koyduğu bu sebepler yaşadığımız şu çağda da geçerliliğini koruyan mühim sebeplerdir. Ancak 20. asrın son çeyreğinden günümüze yani 21. asrın ilk çeyreğine kadar geçen 50 yıllık dönemde, Müslümanların hâlâ böyle bir nesli ortaya çıkaramamasında dönemsel bazı sebepler de aramak gerek.
Konuyu bu bağlamda değerlendirirken dünyada şu anda etkili olan son 3 kuşağın durumuna ve özelliklerine bakmak gerekiyor:
X KUŞAĞI
X kuşağı denilen 1965-1980 doğumlulardan böyle bir nesil ortaya çıkmadı. Bu kuşak gerek ekonomik bunalımları, gerekse de ciddi siyasi bunalımları görmüş bir kuşak. 60 ihtilalinin tesirini, 1974 ekonomik krizini yaşamış ve 80 ihtilali ve sonrası siyasal döneme kısmen tanıklık etmiş bir kuşak. Bu durumlardan dolayı ebeveynleri tarafından sürekli olarak ‘etliye sütlüye karışma’ denilerek, adeta bir kozanın içerisinde kendi bireysel ve tehlikesiz hayatlarını yaşamaları öğütlenmiş bir kuşak… Bu kuşağın İslami cenaha mensup gençlerinin bizzat yaşadığı en mühim olay 28 Şubat darbesi olmuştur. Bu darbede gerek üniversiteli gençlerin başörtüsü konusundaki dirençsizliği, gerekse de İslamcı siyasilerin ve onların arkasından giden halkın laik sistemin kararları karşısındaki dirençsizliği, otoriteye teslimiyeti sağlamıştır. Tüm bu dirençsizlik ve teslimiyetçiliğin akabinde İslamcı zannedilen ancak oldukça tavizkâr bir parti doğmuş veya doğurulmuştur. Böyle bir partinin doğumunda en önemli sebep ise; 28 Şubat’la yaşatılan zulümlere karşı tepkisellik oluşmasın, başkaldırı ruhu uyanmasın ve kitlesel ve gerçek bir İslami hareket ortaya çıkmasın diyedir…
Y KUŞAĞI
1981-2000 doğumlulardan oluşan, hem 28 Şubat’ı kısmen yaşamış hem de teknolojiyi yakalamış, 3 kuşağın en mühimi diyebileceğimiz Y kuşağına baktığımızda, özgürlükçü/ bağımsız, otoriteye meydan okuyan, eğitimli olmak gibi oldukça ideal özellikler karşımıza çıkıyor. Ancak topluma yön verecek öncü bir neslin ortaya çıkmasını sağlayacak tüm bu özelliklerin, İslami cenahın Y kuşağında olup olmadığına bakmak ve konuyu ona göre değerlendirmek gerekiyor. Normalde özgürlükçü olan ve teslimiyetçi olmayan, otoriteye başkaldıran Y kuşağı, İslami camiada böyle tezahür etmedi.
Bunun en önemli sebebi bu cenahın Y kuşağı, gençlik yıllarında AKP hükümetini gördü. Dolayısıyla bu dönemde kamusal alanda İslam’ı yaşama açısından baskı vs. yaşamadılar. Ancak İslami açıdan büyük bir yozlaşmaya şahit oldular veya birçoğu bizzat bu yozlaşmaya ortak oldu. Bu durum Y kuşağının temel özelliklerinden olan otoriteye boyun eğmeme durumunun bu cenahta ortaya çıkmamasına sebep oldu. Tam tersi otoriteyi kabullenmiş, otoriteye/sisteme angaje olmuş, muhafazakâr, devletçi, elitist, burjuvazi, davasız bir nesil ortaya çıktı. Ancak bu kuşağın daha genç olanları klasik Y kuşağından veya arkalarından gelen Z kuşağından etkilendiler ve onun özelliklerini kısmen de olsa bünyelerine alabildiler. Yani Y kuşağının İslami cenah gençlerinin bir kısmının, son dönemde siyasilerden, adaletsizlikten, haramlardan midesi bulanmaya ve otoriteyi reddetmeye başladı. Bu ümit verici bir gelişmedir…
Birkaç cümleyle de olsa sol camiada Y kuşağını değerlendirirsek, ‘Gezi olayları’ özelinde bu kuşağın özelliklerinin, solun en azından bir kesiminde görüldüğünü söyleyebiliriz. Bunda iktidarda olanların solun politikalarına ters düşen, liberalizmden dahi uzak, milliyetçi faşizan politikaların tesiri büyük olmuştur. Yani etkiye karşı tepki durumu ve elbette Y kuşağının bünyesinde de var olan otoriteye tepkisellik ve bu tepkileri internetten organize ile marjinal, kontrolsüz bir harekete dönüştürme hali...
Z KUŞAĞI
Ve bu günlerde Z kuşağı yani 2000-2020 arası doğanlar meydana inmeye, seslerini çıkarmaya ve dünyanın atmosferini etkilemeye başladı. Önümüzdeki çeyrek asırda dünyanın şekil almasında bu genç kuşak önemli bir rol alacak. Zeki, egosu güçlü, hızlı düşünen, otoriteye başkaldıran ve hayallerinin arkasından gidebilen bir kuşak…
Z kuşağı X kuşağının bir ferdi olan bana, epey uzak bir kuşak. Ancak gençlerle konuşmayı sevdiğim için onları rahatlıkla anlayabiliyorum ve onların birçok özelliğini kıymetli görüyorum. 19 yaşındaki yeğenime bu kuşağın özelliklerini sorduğumda ilk söylediği özelliğin (zannediyorum kendisinin de en çok önem verdiği özellik) kazandığı parayı, yıllarca ödeyip hayatından çalacağı bir eve yatırmaktansa, dünyayı gezmeye harcamak olarak nitelendirdi. Zannederim birçoğumuzun gençken içimizden geçeni bu gençler yapacak. Dünyayı gezmek… Gençlerin bu istekleri elbette turist gibi, avare bir gezme değil, seyyahlığın oluşturacağı bedevilik ve muhacirlikle, insan ruhunu güçlendirmeye dönük olmalı. İbn-i Haldun Mukaddime’de ‘medeniyetleri bedeviler kurar’ der. Bugün orta yaşlı bir insana sorsanız belki de bu düşünceleri ütopya; bu gençleri de toy gençler olarak nitelendirecektir. Orta yaşlı bir insan olarak şunu söylüyorum: Gençler haklı. Su gibi geçen zaman o kadar kıymetli ki, bu zamanımızı neye yatıracağımıza karar vermemiz gerekiyor. 2 tane ömür verilmemiş. Tek ömrümüzü betona mı harcayacağız; muhacir ruhuyla gezip Allah yolunda cihad etmeye mi? Tek ömrümüzü kariyer peşinde koşmaya mı harcayacağız; ilimle, ibadetle ve takva ile O’nun katında derecemizi yükseltmeye mi? Z kuşağı insanı yükseltenin ünvan değil güçlü bir kalp yani takva ve fıtrî bir hayat tarzı olduğunu anlayabilecek bir kuşak…


Z kuşağının birçok özelliği kıymetli... Bu kuşak diktatöryaya açıkça dislike: Beğenmiyorum; istemiyorum; reddediyorum diyebilen bir kuşak.
Tüm bu ‘öncü nesil’ olmaya elverişli olma özelliklerinin yanı sıra Z kuşağının bir handikapı var ki o da; bağımsızlık /özgürlük adı altında her şeyi reddetmek. Bu kuşağa neyi reddetmesi ve neye teslim olması gerektiği iyi anlatılmalı. Yani Tevhid! Bu kuşakta Tevhidi anlayacak ruh ve anlayış var. Zihni açık bir kuşak var karşımızda. Kula kulluğun mantıksızlığını, reddedilmesi gerektiğini ve yalnız Allah’a kulluğu/teslimiyeti anlayacak bir kuşak…
Bu kuşağın bir diğer handikapı ise organize çalışamama, örgütlü hareket edememe… Bu durum ‘cemaatleri bitirme projelerine’ prim verecek bir problemdir. Bu gençler enerjilerini, muhalif ruhlarını, İslam medeniyeti idealine düşman mihraklara harcatmamalılar. Bir kuşakta ne kadar muhalif ruha sahip olan genç olursa olsun, bunlar bir araya gelmez, bir eğitimden geçmez ve cemaat halinde hareket etmezlerse, bir nesil yetişmez ve medeniyet kurulamaz.
Her dönemin öncü neslin sıfatlarını bünyesinde barındıran fertleri, gençleri olmuştur. Ancak Y ve Z kuşağındaki başkaldırı ruhu bir neslin yetişmesi için en önemli özelliğin bu iki nesilde potansiyel olarak var olduğunu gösteriyor… Onlar anne babalarının mıymıntılığıyla, takiyyeciliğiyle, tavizkârlığıyla, hiçbir şeyin değişmediğini çok acı bir şekilde anladılar ve dahi anlayacaklar... Zalim otorite bu kuşağın çocuklarına/ gençlerine hiç acımadı ve büyük kıyımlar yaşattı… Esasında tüm İslam aleminde çocukların/gençlerin canı çok yandı…
Bu canı yanmış gençler birileri tarafından yanlış yönlere/işlere sevk edilmek istenecek ve İslam’ın ve Müslümanların geleceğini imar edecek öncü bir neslin çıkmasına engel olunacaktır. Müslümanlar bu konuda uyanık olup gençlerine sahip çıkarak kuşak çatışması değil kuşak dayanışması olsun diye mücadele etmelidirler. Esasında öncü nesil gibi dünyayı değiştirebilecek bir neslin yükünü bir kuşağa yüklemekten ve kurtarıcı bir kuşak aramaktan ziyade her kuşak yaşlısıyla, orta yaşlısıyla, genciyle, ‘Allah’tan başka otorite yoktur’ hakikatini dünya âleme ilan etmelidir. Çünkü; mutlak otorite olan Allah’ın gasp edilen hakkını gâsıpların elinden alma vakti gelmiştir; geçmektedir.


29 Mayıs 2020 Cuma

DİKKAT! PROVOKATÖR VAR!

            Her dönemin moda suçlamasıdır provokasyon. Tabi bir de kanunda1 yeri olunca birine hasım olan diğerini kolaylıkla provokasyon yapmakla suçlayabiliyor. Provokasyon: 'Birilerini suç sayılacak bir eyleme itmek, kışkırtmak, tahrik etmek, kin ve düşmanlığa sevk etmek' demek.
             Bu kavram özellikle son dönemde, islami camia içindeki bazı gruplar için çokça kullanılmaya başlandı. Halka, islami bir partinin başta olduğunu yutturmaya çalışanlar, iç düşman ve provokatör olarak, İslamcı grupları gösterme yoluyla, halkı bu gruplardan uzaklaştırma çabasına girmekte.2 Bunu yaparken de, ya bu grupları provoke eden dış güçlerin olduğunu, ya da onların bizzat kendilerinin; hedefleriyle, fikriyatıyla, metodlarıyla provokatör olduğu iddia edilmektedir.
             Aslında 'provokatör, provokasyon' ithamı, daha çok İslami camianın diline pelesenk olmuş, moda ve kabul gören bir itham. Birileri cesur bir şekilde zulme ses çıkardığında, düzen taraftarları ve bizim muhafazakarlar hemen onu fitneci, provokatör olarak ilan eder. İslamcılara, seküler cenahtan gelen bu refleks anlaşılır bir durumdur da, muhafazakârların bu ani ve canhıraş refleksi göstermesi, kolay anlaşılır bir durum değil. Bu durumu anlamak için, özellikle son 18 yılda dönüştürülen, muhafazakârlığın3 da mübalağasını gördüğümüz kitlenin haleti ruhiyesine bakmak lazım. Bugün muhafazakârlar, sistemi muhafazanın da ötesinde, sistemin hayrını- şerrini müdafaa etme aşamasına geçmiş durumdalar. Bu durum, sisteme entegrasyonu, kendi ideallerine yabancılaşmayı ve tüm bunların sonucunda da geçmişte savundukları birçok değere, karşı refleksleri beraberinde getirdi.
             Oysa bir kitleyi uyandırmak, bir zulmü izhar etmek, bir halkı bilinçlendirmek ayrı, provokasyon ayrı şeylerdi. Ama birileri medya yoluyla bunun adına ‘provokasyon’ bu insanlara da ‘provokatör’ dediğinde toplum koro halinde aynı ithamları etmeye başladı.
             21 Mayıs gecesi yaşanan vahim olayların sosyal medyadaki görüntüleri ortaya çıkınca, İslami cenah yeniden ‘provokasyon’ kelimesini tekerleme gibi söylemeye başladı. Oysa görüntüler yürekleri sızlatacak, polisin aşırı güç kullandığını gösteren, vicdanı olan herkesin ‘bu insanlar bunu hak edecek ne yapmış!’ diyeceği vahametteydi. Tepkiler –çoğunlukla- böyle olmadı. İyi niyetliler:‘Furkan gönüllüleri provoke olmasın’; kötü niyetliler de: ‘Adana’da Provokasyon’; meseleyi anlayamayanlar da sessiz kalarak nötr kalmayı tercih etti. Oysa o gece orada olan avukat, provokasyonla alakası olmayan olayı şöyle anlattı: (sosyal medyada görülen görüntüler de teyid ediyor): 10 genç bir parkta teravih namazı kılmak istemiş, polisler kılamazsınız deyince bunlar da vazgeçiyor. Buna rağmen polis arkadan bunlara müdahale ediyor ve karakola götürüyor. Bunun dışında aslında en sert muamele, toplu namaz kılmaya çalışanlardan ziyade, yatsı namazını münferiden camide kılmak isteyen veya karakola gelip durumu sormaya gelenlere yapılmış. Sonuçta 40’ı aşkın insanın gözaltına alınmasıyla ve gözleri morartılmış, ağızları burunları kanatılmış insanların görüntüleriyle sonuçlanmış bir olay gerçekleşiyor. Devamında ise bu insanların yakınları ve Alparslan Kuytul Hoca bu gençler karakoldan çıkana kadar dışarıda bekliyor. Beklerken sosyal mesafeye dikkat edilerek topluca sabah namazları kılınıyor.
             Şimdi bu olayda kim provokatör! Bu gençlere bu derecede şiddet kullanan, ağızlarını burunlarını kıran polis mi, bu gençler mi? Bu gençler bu provokasyona, canlarının acısına, uğradıkları zulme rağmen en ufak bir mukavemet göstermiyor. Şimdi bu durumda kim provokatör! Velev ki bu gençler bir yasağı çiğnemiş olsun. Bunun cezası belli değil mi! Cezasını kesersin, olur biter. Bu polislere bu muameleyi yapma cesaretini verenler ve adeta onları provoke eden kimler! Şimdi bu durumda provokatör kim!       
             Tabi bir gün sonra tüm internet haber siteleri, ulusal medya, olayı çok farklı göstererek tam tamlı başlıklarla haber yaptı. Yandaş medyada ‘Alparslan Kuytul Hoca’ ve ‘Furkan Gönüllüleri’ provokasyon peşinde koşuyor gibi lanse edilmeye çalışıldı... Bu yazıyı hazırlarken tüm bu yazıları tekrar gözden geçirdim ve şunu gördüm; bu ülkede ‘araştırmasız gazetecilik’, ‘iftiracı gazetecilik’, ‘provokatif gazetecilik’ diye bir basın ahlaksızlığı yayılmış ve dahi yerleşmiş. Yalanın- iftiranın bini bir para; şimdi provokatör kim!
             Olayın sabahında tüm bu provokatif gazete/gazeteciler yaptıkları haberlerde, yazdıkları yazılarla 15 Temmuzdan hemen sonra darbeyi lanetleyen bir miting dahi düzenleyen Alparslan Kuytul Hoca’ya, ‘15 Temmuzda neredeydin, şimdi namaz için meydana çıkıyorsun’ deyip, millete yalan söyleyerek milleti cemaate karşı provoke etmeye çalıştılar. Şimdi gerçek provokatör kim! Türkiyede (tevafuken) canlı yayında darbeyi lanetleyen ilk kişi olan Alparslan Kuytul Hoca’ya ‘darebeye hayırlı olsun dedi’ iftirasını4 atma alçaklığını göstermeye devam ederek, milleti provoke etmeye çalıştılar. 10 Dakikalık konuşmanın 20 saniyesini alarak, onu da başlığa taşıyarak milleti provoke etmeye çalıştılar. Bu durumda gerçek provokatör kim!
            Alparslan Kuytul Hoca, hayatı ortada, ömrü bu vatan topraklarında geçmiş, oldukça şeffaf bir hayatı olan bir Türkiye insanıdır. Ömrü ilmi çalışmalarla geçmiş, binlerce ders, yüzlerce konferans vermiş, yüzlerce talebe yetiştirmiş bir alimdir. Ancak onu diğer hocalardan ayıran bir özellik vardır ki, siyasal erki rahatsız eden tarafı da odur; o da ülkesinde olup biten olaylara karşı duyarsız kalmama özelliği Alparslan Kuytul Hoca, kimliğine meşrebine bakmadan, her daim mazlumun yanında olan zulme karşı duyarlı bir alimdir. O, zalimin karşısında dururken de aynı bakış açısıyla durur. Bunu yaparken, çoğunlukla yüksek perdeden konuşur. İşte birçok insan, onun bu yüksek perdeden koşmasına takılır. Buna takılma aslında küçük düşünmektir. Duruşunda, düşüncesinde kusur bulamayanlar, onun ciğerden yaptığı konuşmasındaki yüksek tona kusur bulur. Hayır! Bu bir kusur değildir! Bu, bağrı yanık bir adamın haykırışıdır.
             Yani ben bir adam görüyorum, zulüm görünce öfkeleniyor; fıtratı öyle dayanamıyor. Ama bu öfke onu kine, adaletsizliğe, illegaliteye sevketmiyor. İnsanları provoke etmiyor, tahrik etmiyor, insanları uyandırıyor, harekete geçiriyor.
             Furkan hareketinin 30 yıla yakın süredir ortaya koyduğu İslami faaliyetlere bakıldığında illegalitenin içerisinde olmadığı dikkatleri çekmektedir. Esasında bundan dolayı, açılan yüzlerce dava da aleyhlerine sonuçlanmamaktadır. Yine bu hareketin hiçbir şekilde marjinalize olmadığı, halktan kopuk, aykırı bir harekete dönüşmediği ve  mensuplarının da hiçbir olayda provoke olmadıkları dikkat çekmektedir. Çünkü bu hareketin metodu, her çağa, her çağın insanına hitap eden, iyi anlaşıldığında aklın da mutmain olduğu Rabbani metoddur. Provokatif metodlarla Rabbani metod arasında temelli farklar vardır. Rabbani metod yapıcı diğeri anarşist/yıkıcıdır. Rabbani metod meşru/legal yolla hareket eder diğeri gayrı meşru yollara da girebilir… Takip ettiği metoddan dolayı, böyle bir cemaat, askere/polise karşı, hele hele halka karşı asla provoke olmayacak; halkı provoke etme yoluna da girmeyecektir.           
             Yine provokasyon kavramının yüklendiği mana veya provokasyona yüklenen mana konusunda da bir kavram kargaşası var. Evet, bu kavram negatif mevzularda insanları kışkırtma anlamına gelmektedir ve bu durum toplumun salahiyeti için ciddi tehlikeler ihtiva etmektedir. Ancak toplumu pozitif anlamda harekete geçirmek, uyandırmak, muharrik güce sahip hareketlerle mümkün olmuştur. Bugün dünyayı değiştiren insanlar, o gün kendi toplumlarında provokatör(!) olarak tanımlanmış olabilir.  
              Bir taraftan kavram üzerinden bir algı oluşturulmaya çalışılırken diğer taraftan bu kavramın verildiği olaylar, kişiler, kurumlar üzerinden de ayrı bir ters yüz olma durumu, sağ gösterip sol vurma durumu yaşanıyor/yaşatılıyor.
              Yani Türkiyede 2 grup var. Birincisi, halkı gerçekten provoke edenler, ikincisi halkı provoke ettiği iddia edilenler. Aslında birincisini kamuflaj için ikincisini iddia ediyorlar. Gerçek provokatörler görülmesin, anlaşılmasın istiyorlar. Cemaati provoke edemeyeceğini çok iyi bilen; ama halkı cemaatlere karşı, kolluk kuvvetlerini de halka karşı kışkırtan bir güç var. Son dönemde, basında çıkan bazı insanların, milyonlarca insanın önünde rahatlıkla hazırladığı ölüm listelerinden bahsetmesi, hızını alamayan bazı trollerin ülkeyi kan gölüne çevireceğinden, insan öldüreceğinden bahsetmesi ve bunlara yargının adamakıllı müdahale etmemesi, bu korkunç provokasyonun küçük bir emaresi olsa gerek.
              21. yüzyıl garip ve karmaşık bir yüz yıl olarak devam ediyor. Hakkı gür seda ile anlatanların, zulme sessiz kalmayıp kükreyenlerin provokatör ilan edildiği; yalanı-dolanı, hileyi- hud'ayı, insanları ahmak yerine koymayı gür seda ile anlatanların haklı görüldüğü bir asır olarak... Zulme/şiddete maruz kaldıkları halde zerre kadar şiddete başvurmadan; gasbedilen haklarını illegaliteye sapmadan en fazla ‘sivil itaatsizlik’5 yoluyla aramaya çalışanların provokatör ilan edildiği bir asır oldu.
             Son söz!
             Halkımız şunu bilmelidir; Allah’ın ve mazlumların haklarını savunanlar provokatör değil kahramandır. 
             Halkımız şunu bilmelidir; basın yoluyla veya canavar siyaset yoluyla insanları provoke edenlere karşı dikkatli olmak zorundadırlar.
1-     TCK 216: Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse. Bu kanun şu sıralar özellikle bazı olaylara 'provokasyon' denilerek adeta demoklesin kılıcına dönüştürülmüş, sıkça uygulanan bir kanun.
2-      Halkı cemaatlerden uzaklaştırmak bir projedir. Bu proje aslında siyasal otorireteyi de kullanarak ülkeyi islami değerlerden uzaklaştırma projesidir. Mevzu uzun olunca detaya giremiyoruz…
3-      Muhafazakârlardan kastımız, hem sistemi muhafaza edenler hem de islami hassasiyeti olanlar
4-      Alparslan Kuytul Hoca ‘Darbeye hayırlı olsun dedi’ ithamıyla açılan davadan beraat etti

5-       Sivil itaatsizlik: Bazı haksız uygulamalara karşı ortaya koyulan mücadele. Yani, yasadışı görülen ama meşru sayılan eylemlerdir

22 Mayıs 2020 Cuma

VİRÜS KÜÇÜK, İMTİHAN BÜYÜK


    
              Yaklaşık 2 aydır süren, Ramazanın başından beri de artarak devam eden bir mücadele veriliyor. Bu neyin mücadelesi? Aslında her şey Korona süreciyle başladı. Alparslan Kuytul Hoca henüz AVM’ ler kapanmadan ve birçok sosyal ortamda hayat devam ederken Cuma namazının yasaklanmasına tepki gösterdi. ‘Tedbirlerle Cuma kılınmalı, Cuma namazı farz bir namazdır’ dedi. Hatta nasıl tedbirler alınacağını da tek tek sıraladı. Ancak ne diyanetten ne de cemaatlerden bu konuda herhangi bir görüş ortaya atılmadı. Cuma ve camilerle ilgili konuşanlar sadece TV’ye çıkarılan doktorlardı. O doktorların açıklamaları ise insanları bir pandemiden korumaktan ziyade namazdan koruma(!) amaçlı garabet hatta felaket açıklamalardı. Hatta bazıları hızlarını alamayıp öyle şeyler söylediler ki ‘ben müslümanım’ diyenin tahammül sınırını zorlanacak cinstendi. ‘Namaz kılanların salyası aktığı için o halılarda namaz kılmak çok ciddi sakıncalar ihtiva ediyor’ gibi açıklamalara İslami camiadan yine neredeyse tek kelime çıkmadı.
            Bu arada devlet ricalinin bazı toplantılarından alınan görüntülerde sosyal mesafe vs. ye uymadığı açıkça görülüyordu. Ve 23 Nisanda tüm devlet erkanının dip dibe Anıtkabir’e yürüyüşü, devletin pandemi konusundaki ciddiyetsizliğinin veya işin içinde başka işler olduğu düşüncesinin pekiştiği durum oldu. Hakikaten onlar niye öyle yürümüşlerdi. Bu canları çok kıymetli olan güruh halkın gözünün içine baka baka neden bu kadar tedbirsiz yürür ki! Bu duruma gaflet hali demek mümkün değildi. TV’lerde dakka- saat ‘koronadan öldük- ölüyoruz’ denilen günlerde bu insanların bu rahatlığını gaflet diyerek geçiştirmek ahmaklıktı. Alparslan Kuytul Hoca ve Furkan gönüllüleri bu ahmaklığı göstermedi.
           Ve Mayıstan bu yana her hafta bazı yasaklar kaldırılmaya ve tedbirler hafifletilmeye başlandı. Açıklanan bu normalleşme paketlerinde Cuma namazının lafı bile geçmiyordu. En son kapanan, hava sirkülasyonunun asgari düzeyde olduğu, insanların saatlerce dolaştığı AVM’lerin açılacağından bahsedenler, camilerle ilgili orta vadede bile bir tarih vermiyordu. Alparslan Hoca bu duruma ciddi tepki gösterdi. ‘Her yerde normalleşmeye gidilirken camiler neden açılmıyor; cumalar neden kılınmıyor! 90 bin kaybın yaşandığı Amerika’da, 50 bin kaybın yaşandığı Avrupa’da camiler açılırken Türkiye’de neden açılmıyor!’ cümleleriyle İslam’ın bir hocası olarak İslam’ın mabedlerinin açılmasını ve ibadetlerin yapılmasını istedi. Ve bu konuyla alakalı yaptığı her konuşmada, camiye öyle bodoslama girmekten değil, tüm tedbirleri alarak girmekten bahsetti… Aslında büyük ihtimalle bu ısrarlı konuşmaların sonucunda 12 Haziranda kılınacak diye kararlaştırılan Cuma namazı 29 Mayıs’a çekildi.
           Artık Ramazanın son 10 gününe girilmişti ve yine acayip bir durum oldu. Diyanet işleri başkanlığından itikaf için uygun görülen camilerde itikafa girileceği ile ilgili bir genelge yayınlandı. Ancak ne yazık ki bu da hemen sonra iptal edildi. Tabi doğal olarak düşünen her insan gibi Alparslan Kuytul hoca da bu durumda bir tuhaflık, bir çift başlılık olduğunu gördü ve bu durumu da en net şekilde ifade etti…
         Bu arada sosyal mesafeye dikkat ederek caminin avlusunda Kuran okuyan 3 kişi 50 polisin müdahalesiyle emniyete götürüldü…
         Yine Furkan gönüllüsü olduklarını söyleyen talebelerin kaldığı ve milli eğitimin 1 ay önce ‘mesken’ olarak tutanak tuttuğu evler bir anda ‘yurt’ kapsamına girdirilerek 20 Mayıs Salı günü- Kadir gecesi sabahı- kapatılma kararının verildiğinin haberi alındı…
         Bu arada Ramazan boyunca camiler açılmadığı gibi camilerin mahyaları bile yanmadı. Ülkede adeta Ramazan atmosferi oluşmasın diye birileri elinden geleni yapıyordu. Alparslan Kuytul Hoca buna da ciğeri yanarak tepki gösterdi… Furkan gönüllüleri ise evlerine ‘Rahmet ayı Ramazan hoş geldin’ yazılı pankartlar astılar. Bu pankartların da bir kısmı söküldü, asanlar gözaltına alındı, hatta darp edildi…
        Ve dün… Gündüzünde sosyal medyaya Alparslan Kuytul Hoca’nın ‘Cuma günü (yani bayram yasağından 1 gün önce) bayramda sokağa çıkma yasağına inat ailemle, arkadaşlarımla bayramlaşacağım’ sözleri gündeme bomba gibi düştü. Oysa ne sokağa çıkma yasağını çiğneyeceğini ne de sosyal mesafeyi çiğneyeceğini söylemişti. Esasında herkesin bayramdan hemen sonraki gün yapacağı bayramlaşmayı, bayramdan 1 gün önce yapacağını söylemişti. Ancak Onun muhalif ruhla söylediği ve söylerken birilerinin aslında milleti hizaya getirmekten başka işe yaramayan uygulamalarını ortaya döken sözleri, birilerini rahatsız etmişti.
        Ve dün gece… Bazı Furkan gönüllüleri Ramazan bitmeden hiç olmazsa birkaç teravihi camide kılmak için (sosyal mesafeye dikkat ederek-maskeleriyle) bazı camilerin avlusuna gittiklerinde müthiş bir polis şiddetiyle karşı karşıya kaldılar. Bu şiddet o derece feci idi ki kimisinin gözü mosmor, kimisinin taktığı maske kıpkırmızı olmuştu… Oysa bu insanlar namaz için oradaydılar… Arkadaşları haksız yere darp edilen insanlar da gece boyunca onların sağ-salim karakoldan çıkışını bekledi…        
        Akşam polis ablukasındaki Alparslan Hocanın evinin önünde otururken bir arkadaş ‘hocam kardeşlerimizin namaz için yaralanmaları inşallah islami camiayı uyandırır’ dedi. Şaşkın bir şekilde ona baktım ve ‘kesinlikle anlamayacaklar hatta yanlış anlayacaklar’ dedim. Ve devâmen: ‘Bu çabayı öncelikle Allah görüyor ve O bundan memnundur. İkincisi İslam düşmanı olan, memleketin gitgide, hakkı söyleyen cemaatlerden temizlenmesini isteyen o malum komite ise rahatsızdır. Bu iki gaye gerçekleşirse bu en önemli sonuçtur. Münferiden hakkaniyetli davranan hoca veya aydın kardeşlerimiz hariç, bu ülkede İslami cenah ruhunu kaybedeli yıllar oldu.’ Dedim.
        Kardeşlerim, Rabbani metod böyledir... ‘Onlara itaat/ beyat etmeyin ama marjinal de olmayın’ der. Rabbani metod şiddete başvurdurmaz; illegal bir yol değildir. Bu metodda kimseye el kalkmaz ama din-dava sonuna kadar en gür seda ile savunulur. Bu metodda güce göre davranma vardır ve bu güç gayrı meşru/illegal yollara girdirmez. Bu metod Mekke’de Efendimiz’in hakkı haykırmasını söyleyen ancak fiilen güç kullanmasını(şiddete başvuru) yasaklayan bir metoddur. Bu metodda tüm kınamalara rağmen Taif’in her çadırına girilir, birileri sistem için tehlike görse de taşlanma pahasına da olsa hak ve hakikat anlatılır. Bir avukat kardeşimizin sözüdür bu ‘insanlar şunu unutuyor: Bu davada taşlanma da vardır!’ İşte bugün biz taşlanıyoruz. Nedenlerini yukarıda yazdım. Bir hikayeyi-masalı- ütopyayı değil, acısıyla tatlısıyla, neş’atıyla-kederiyle bir dini yaşama ve anlatma çabasının cilveleridir bunlar. Ama bu taşlamalardan daha çok, insana en ağır gelen, kardeşlerimizin bu durumu anlamamasıdır…
         Esasında Türkiyede bir çok olay gibi bu olay da İslami cenah için bir imtihana dönüşmüştür. Zamanında ‘Arap baharı’ denilen aldatmacayı anlayamayanlar, ‘bahar geldi, diktatörler devriliyor’ diye bayram edenler, bugün de bu olayla, medyanın vs.nin yansıttığı haberlerin de rüzgarıyla fıkha göre düşünmeyi (Cuma farz, bir farz ne zaman terkedilir, tedbir alınarak gerçekten kılınamazmıydı…) bir kenara bıraktı. Maalesef İslami cenahın en büyük handikapı İslam fıkhına uygun siyasi bakışın zayıflığı ve rabbani metodun ilkelerinden habersiz bir şekilde karar verme anlayışı... Bizim cenahta bu sıkıntılar devam ettiği müddetçe, birbirimizi anlamamız mümkün değil... İmtihanlar bitmeyecektir ve bu imtihanları İslamın ilkelerine göre değerlendirip ona göre davranmayanlar kaybedenlerden olacaktır.
Özetle:
Suçumuz İslami duyarlılığımız.
Suçumuz bir farzın hangi durumlarda terkedileceğini iyi bilmemiz
Suçumuz 2 ay boyunca camileri mikrop yuvası gibi göstererek insanları camilerden soğutanlara tepkimiz
Suçumuz Ramazan’ın ruhunu öldürmeye çalışanlarla mücadele etmemiz
Suçumuz totaliterleşmeye karşı çok net bir mücadele ortaya koyuşumuz
Suçumuz ülkemiz adım adım Ortadoğu ülkesi olmasın diye mücadele edişimiz
Suçumuz herkesin sustuğu yerde konuşmamız

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Biraz Melankoli İyidir

   
         Lisede yatılı olarak okuduğumuz okulun bir terası vardı. Şiir yazmak isteyen, şarkı söylemek isteyen, dertleşmek isteyen hep o terasa çıkardı. Hocalarımız her ne kadar yasak koysalar da öğrencilerin oralardaki köşelerde yalnız kalma ihtiyaçlarını giderme çabalarını engelleyemezlerdi. Hatta bazı köşeleri bazı talebeler tutmuştu ve o köşeye başkası gidemezdi. Bir gün bir öğretmenimiz 'bunlara çok ağır konuşayım da vazgeçsinler' demiş olmalı ki uzun ve yüksek tonda bir konuşma yaptı. Konuşmanın ana başlığı 'melankoli' idi. 'Bu terasa çıkarak nasıl melankolik takılırsınız, melankolik takılarak ruh sağlığınızı bozuyorsunuz, melankoli aptallıktır...' diye devam eden bir azarlama konuşması. O günden sonra uzunca bir süre terasta yalnız kalan kimse olmadı. Çünkü terasta olanlara 'melankolik' olarak bakılıyordu. Daha sonra melankoli alaya alınan bir kelimeye dönüştü ve tekrar teras köşeleri kapılmaya başlandı.
        Yıllar sonra bu durumu değerlendirdiğimde gençken ihtiyacımız olan bu yalnız kalma isteğinin, normal, hatta karşılanması gereken bir ihtiyaç olduğunu anlıyorum. Uzlet, hayatın anlamını düşünmede, kendini muhasebe etmede, tevbe etmede, şükretmede, dua etmede o kadar önemli ki. Telefonun kulaklıklarını çıkarmayan, gözlerini bilgisayardan uzaklaştırmayan gençler keşke biraz melankolik takılsalar. Sadece insanlardan değil aygıtlardan da uzaklaşsalar. Sessiz ve görüntüsüz bir ortamda sadece kainatı tefekkür etseler ve sadece kendilerini, hayatlarını geçmişlerini, geleceklerini tefekkür etseler. Miktarınca melankoli tefekkür etmeyi sağlar, muhasebe fırsatı doğurur, üretken-yetenekli insan için benzindir. Gençlerin tam üretmeye başladığı dönem olan lise döneminde bu ortamlar daha sağlıklı bir şekilde sağlansa eminim gençlerimiz daha az yanlışa düşecek ve daha fazla üretken olacaktır. Elbette her konuda olduğu gibi yalnızlıkta dozunda güzeldir. Yalnızlığın fazlası belki ruhbanlığı, belki nefsin tembelliğe alışarak güçlenmesini, belki de ruhi anlamda melankolinin devamıyla oluşan depresyon durumunu oluşturacaktır. Bu problemler oluşmasın diye kaliteli bir uzlet hayatı programlamak ve uzun süreli olamasa da bu çağın insanını Rabbi ve kendi ile başbaşa getirmek lazımdır... 

15 Mayıs 2020 Cuma

O'na Yalnızlık Sevdirildi

   

            Efendimiz (sav)’in, 37 yaşından 40 yaşına kadar Hira’da geçirdiği 3 yıllık dönemi anlatan siyer kitapları ,‘Ona yalnızlık sevdirildi’ diye anlatır. Peygamberimiz 3 yıl boyunca gece gündüz uzlete çekilmiş, toplumdan uzak bir şekilde yaşamaya başlamıştı. Nur Dağını görenler ve çıkanlar bilir, çok sarp, birkaç saatte ancak tırmanılan, çıkılması bir hayli zor ve meşakkatli bir dağdır. İşte uzlet için seçilen Hira Mağarası bu dağın tepesindeki mağaradır. Efendimiz tüm bu zorluklara rağmen bu dağa tırmanmış ve koskoca 3 yılını burada uzlette geçirmiştir. Onu bu uzlete mecbur kılan duygu ne idi? Hayatına baktığımızda aslında mutlu bir evliliği, sevgili çocukları, iyi bir maişeti mevcuttu. Ancak Ona, şahsi hayatının huzuru, rahatı, mutluluğu yetmiyordu. İçinde yaşadığı toplumun çirkef hali ve bunu düzeltememenin çaresizliği Onu huzursuz ediyor; Hira’da hem bu çirkeften uzak kalıyor, hem bu duruma hal çaresi arıyor, hem de Rabbini tefekkür ediyordu. Alparslan Kuytul Hocamız bu durumu uzun uzun anlatır ve Efendimizin bu halini ‘rahatın içinde rahatsızdı’ diye ifade eder.  
         Rabbimiz Teala, böyle uzun süren bir kaygı ve tefekkür döneminden sonra Efendimize Peygamberlik görevini verdi. Buradan anlıyoruz ki uzlet, büyük görevler yüklenecek insanlar için önemli bir hazırlık sürecidir. Ancak vahiy gelip vazife kendisine yüklenince, hayatı boyunca böyle uzun süreli bir uzlet dönemine girmediğini görüyoruz. İlk inen surelerde geçen ‘Kum’il leyl-Geceleyin kalk' ve ‘kum fe enzir-Kalk ve uyar’ emirlerinden sonra rahat yüzü görmemiştir. Belki uzlet, yani Rabbi ile yalnız kalma durumu, kısmen geceleri devam etmiştir. Ancak bunlar öyle gecelerdir ki, uykusuz, ayaklar şişene kadar kılınan namazlarla dolu geceler… Hal böyle olunca, uzletin şekli, nasıl olması gerektiği de bir nev’i ortaya çıkmış oluyordu. Yani;‘tertil ile okunan Kuran’ üzerinde saatlerce düşünerek geçen geceler; dualarla, uzun namazlarla, bedenen yorulunsa da ruhen güçlenilen bir eğitim süreci…     
            Efendimize ömrü boyunca farz olan gece uzleti teheccüd, sahabeye 1 yıl boyunca farz olmuş sonra sünnet olarak kolaylaştırılmıştır. Medine’de ise Ramazanın son 10 günü girilen itikaf, yine uzletin yoğun halidir ki tüm ümmete müekked sünnettir. Aslında hakkıyla kılınan her namaz insana bir kısa süreli uzletler yaşatmaz mı? Ve Arafatta durup düşünmemizi sağlayan vakfe haccın uzleti değil midir? Tüm ibadetleri gözden geçirdiğimizde bu ibadetlerin bazen bir bölümü bazen de tamamı bize uzleti hissettirir. İnsanın fıtratını en iyi bilen Rabbimiz, insanın yalnızlığa ihtiyacını da bilmektedir ve bunu zaman zaman yaşatmaktadır.
            İnsanın uzlete duyduğu ihtiyacını, zaman zaman içimize gelen, bulunduğumuz yerlerden uzaklaşma ihtiyacından, dağlara çıkma, ıssız kulübelerde insanlardan uzak yaşama arzusundan da anlıyoruz. Ancak genellikle, bu duygularla istenen uzlette, sorumluluktan ve cihadın sıkıntısından kaçma arzusu ağır basmaktadır. Oysa uzlet, Allah’ın emirlerinden değil Allah’ın yasaklarından, Allah’a kaçıştır. Yine de bazen, ıssız bir kulubeye kaçış veya bir deniz kenarına kendini atma veya yola revan olup tebdili mekân edip bulunduğun yerden kısa bir müddet uzaklaşma, insana sessizlik ve rahatlama duygusu sağlayacaktır. Bir davanın müntesibi olan insanlar, bazı günler kafalarının bir cenk meydanına döndüğünü hisseder; hatta o kafada öyle günler olur ki, onlarca cepheden oluşan cenk meydanları kurulur. Bu kafa bu meydanları nasıl idare etsin; nasıl yenilgiler yaşamasın! İşte uzlet, kafadaki cenge bir süre ara vermek yoluyla, hepten yenilmenin önüne geçecek, mühim bir çaredir.
            Uzlet, haram duygulardan, malayaniden, riyadan kaçış anlamında da çok önemli bir yoldur; çaredir. Kişi şayet uzletin hakkını verir; onu tembelliğe ve nefsinin daha da galebe çalmasına vesile kılmazsa, ondan çok büyük kazançlarla çıkabilir. Rabbi ile baş başa kalan insan bu yalnızlıkta, ‘kafasını/kalbini dinlerse (dinlemek, dinlendirmek değil,onların sesine kulak vermektir) ve onlardaki çirkefi, tertil ile Kuran okuyarak vahyin nuruyla temizlerse, çok büyük kazançlarla çıkabilir... Uzleti, ruhen bir tazelenme ve Allah yolunda cihad için benzin alma vesilesi kılmak için geçirirse çok büyük kazançlarla çıkabilir… İnanç, yoğun düşünceyle imana dönüşür; bilgi, tertil (düşünerek) okumayla bilgeliği kazandırır; nefisle cihad, vazgeçmeyi öğretir ve sabır, sebatı getirir... Şayet uzlet esnasında nefsi terbiyenin yollarından olan az yemek, az uyumak, az konuşmak başarılabilirse tüm bu kazançlar elde edilebilir.
           Bu çağ, uzletin tam tersi olan toplumun içinde olma, görünür olma anlamında zirve noktada olan bir çağdır. İnsanlar ama fiziken sosyal ortamlarda, ama sanal olarak sosyal ortamlarda bulunma ve oralarda görünür olma ihtiyacı duyuyorlar. Hatta bunun yarışı içerisindeler. Kendi ile kaliteli bir uzlet dönemi geçirmeyen ve Rabbini de kendini de tanımayan insanlar, başkalarının hayatını merak ediyorlar veya başkaları kendisini görsün istiyorlar. Sanki dünya büyük bir sinema platosu ve insan bunun içinde başrolü kapmaya çalışan hırslı oyuncu gibi. Halbuki bir süre sonra film bitecek ve figüranla beraber aynı gerçek hayata dönecek. Rabbimiz’in ‘bu dünya hayatı bir oyundan ibarettir’ benzetmesi ne kadar da insanı sarsıcı bir gerçektir. Ancak beyaz perdenin büyüsü gibi, insanı saran sanal alemin büyüsü, insanı derin ve reel düşünceden uzaklaştırmakta. Bu durum insana yıllar kaybettirmektedir. Günler birbirini kovalamakta ve akıp giden suyun geri gelmemesi gibi giden her bir gün ömürden gitmekte ve geri gelmemektedir. Hep başkalarının hayatı ile ilgilenen veya hep başkaları için yaşayan insanlar, aslında bu dünyaya hiç gelmemiş kadar silik insanlardır. Kıyametin alametlerindendir zamanın hızla akması... Boş işler ve boş düşüncelerle geçen ömür, insanı kof bir odun kütüğüne çevirmektedir. İnsanın kök salması, imtihanlara dayanaklı hale gelmesi, zaman zaman kısa süreli de olsa uzlet hayatının olması, kendini, Rabbini, hayatı- memâtı derin derin düşünmesiyle mümkündür.     
          ‘Yalnızlık Allah'a mahsustur’ derler. Allah yalnız değil ki! Elbette biliyorum Rububiyyetinde- Uluhiyyetinde birdir; tektir. Ancak Allah daim onu seven kullarıyla beraberdir! Bizlere şah damarımızdan daha yakın, dua ettiğimizde duamıza icabet eden değil midir? İşte uzlet insana Rabbinin yakınlığını yakinen hissettirir. Oturup Kuran okuduğunda, Rabbini dinlediğinde yalnızlık yalnızlık olmaktan çıkar. Dua edip derdini, derdi de dermanı da verene arz ettiğinde yalnızlık yalnızlık olmaktan çıkar. Allah’ı düşünmeden geçen uzlet yalnızlıktır. Allah’ı düşünerek geçen uzlet, dostla sohbetle, dostla muhabbetle geçen en kıymetli, dopdolu zamanlardır. Aslında Allah’ı düşünmeden geçen ömür yalnızlıktır; kimsesizliktir. Yanında Allah olanın dünya yanında olmasa ne gam; yanında Allah olmayanın dünya yanında olsa ne anlamı var…
          Efendimiz (sav) bu davaya hazırlanırken Ona yalnızlık sevdirildi. Sonraki dönemlerde de genel halinde nispeten hep bir uzlet hali var olmuştur. Ömrü mücadeleyle geçmiştir ama; az- öz konuşmuş, geceleri ihyaya azami dikkat etmiş, Ramazanın son 10 günü itikafı hiçbir zaman ihmal etmemiş, namazlarını uzun uzun kılmış, hasılı kelam Rabbi ile baş başa kalmak, Ona her zaman insanlarla bir arada olmaktan daha sevgili gelmiştir. Bizler de mecburen konuşma durumları hariç fazla konuşmamaya; mecburen insanlarla bir arada bulunma durumları hariç boş oturmalara dalmamaya, böyle durumlardansa uzleti sevmeye alışmalıyız. Bu durumda günahımızın azalacağı gerçeğini de asla unutmamalıyız.    

10 Nisan 2020 Cuma

Cumanız Hayır Olmasın !

               Siz adaletsiz merhametsizler! Binlerce insan, yıllardır çoluk çocuk inim inim inlerken, gözü kulağı sizdeyken; ağzınızda maskeyle kıymetli canınızı korurken, bu masum binlerce insana 'terörist' dediniz ya; dün gecenin sabahı, şu cumanız hayır olmasın.
               Siz! 7 kişilik koğuşlarda üst üste yatan onlarca insanın her gün her saniye nefesi daralırken; rahat bir nefes alıp 'bugün de oturumu bitirdik' diyebiliyorsunuz ya, sabahına eriştiğiniz şu cuma size hayır olmasın.
               Siz! Her faaliyetini legal görüp daha önce kolkola olduğunuz bir yapıyı, bir gecede 'terörist' ilan edip; kendinizi de  'hata ettik' diyerek bir gecede akladınız ve koluna girdiklerinizi, tutup tutup kollarından ateşe attığınız ya, sizin cumanız hayır olmasın.
               Siz! İnsanlar gözlerini kırpmadan size bakarken, yürekleri pır pır ederek hayırlı bir netice umarken, evinize gidip rahatça yatabiliyorsunuz ya, size bu cumalar hayır olmasın.
               Siz! gözünüzden sakındığınız çocuklarınıza gözünüz gibi bakarken, ayda bir bile çocuğunu göremeyen ona sarılamayan anne babaları görmezden gelip, kuru ile yaşı bir edip yakarken, sizin Cumanız hayır olmasın.
               Siz! Kiminin anne babası, kiminin eşi, kiminin kardeşi, kuzeni veya komşusu olan bu insanları yakarken yüz binlerin ciğerini yakarken, sadece kendi ehlu iyal'ınizi düşündünüz ya, sizin cumanız hayır olmasın.
               Siz! Yüzlerce cuma gecesi, gözyaşlarıyla yapılan duaların ardından gelen bedduların sahibisiniz. Sizin Cumanız hayır olmasın. O beddularla semada ne kıyametler kopuyor kimbilir; ama bir Cuma günü gerçek kıyamet koptuğunda; ne kıldığınız namazlar, ne başörtüleriniz, ne de riyakarca okuduğunuz Kur'anlar sizi kurtaramayacak bunu bilin. Bu kadar kul hakkıyla, o büyük Cuma da size hayır olmayacak ve akıbetiniz ateş olacak bunu bilin!
                   






22 Mart 2020 Pazar

İçimizdeki Boşluk Nasıl Dolar?

     

          İnsan bazen derin bir boşluğun içinde hisseder kendini. Yusuf’un içine düştüğü kuyu, Yunus’un yuttuğu balık gibi derin, karanlık ve sanki çıkılması imkânsız bir boşluğun… İşte Yusuf ve Yunus Peygamberlerin dışındaki o boşluk, bugünün insanının yüreğinde, ruhunda çöreklenmiş durumda. Boşluk insanın dışındaysa ondan kurtulmak kolaydır da, içindeyse, kendinin bir parçası olduysa, ondan kurtulmak imkânsız değildir ancak, kolay da olmayacaktır.
          İnsanı böyle derin bir boşluğa ne veya neler sürükler? İnsanın içindeki boşluğu oluşturan en büyük düşman içindeki kurttur. Onu günden güne kemiren ve bazılarında kurttan öte yıla dönüşmüş olan, ruhunda büyük bir boşluk oluşturan düşman. İnsan, eğer o yılanların boynunu vurmaz, boğazını sıkmazsa, zamanla o yılanlar onun boğazını sıkacak ve onu bitirecektir. İşte insanı kemiren o yılanlar nefistir.
          İnsan nefis belasını hiç olmazsa zayıflatmazsa, onun her sesine kulak verir ve celladına âşık mahkûm gibi onun peşinden gider. Bu peşinden gidilenler dünya hayatının basit metaı olan geçici zevklerdir. İnsan bu geçici zevkleri elde ettiğinde, bunların aslında bir ‘hiç’ olduğunu anlar; elde edemediğinde ise, zaman aşımına uğrayarak yok olan sevgisi, o nimetin hiçliği anlamasını sağlar. Yani elde edilen nimet de, elde edilemeyen nimetin yaşattığı zarar da (duygu kaybı, düşünce kaybı ve tüm bunların sebep olduğu zaman kaybı) yürekte bir boşluk oluşturur.
         Deler ki; Leyla’ya Mecnun’un çöllere düştüğünün, deli- divane olduğunun haberi gönderilir... Leyla Mecnun’un yanına gider bir o tarafına bir bu tarafına geçer. Mecnun bitap bir şekilde gözlerini kısarak yanındaki karaltıya bakar: ‘Gölge etme çekil güneşimden’ der. Leyla: ‘Benim ben Leyla’ dediğinde Mecnun tarihe geçen o meşhur sözlerini söyler: ‘Sen Leyla isen bu bendeki Leyla kim?’ Bu cümle, mecâzi aşkta yaşanan şokun, hayal kırıklığının, en bariz örneklerindendir. Yani aslında lisanı hal ile Mecnun şöyle der: Sen misin gönlümü-ruhumu aşkıyla doldurduğum. Sen misin deli-divane olup aklımı yitirdiğim. Sen misin vuslat için geceler boyu ağladığım; geçmişimden geleceğimden vazgeçtiğim; hayatımı ortaya koyduğum. Sen misin canımı hiçe saydığım, uğruna dünyaları karşıma aldığım… Gönlümdeki derin sevda sen misin? Mecnunun gönlünde o an, sevdasından daha derin bir boşluk oluşur…
         Sanıldığının aksine Leyla ile Mecnun hikâyesinin sonu hicranla bitmez. Evet, bir ayrılık vardır ama vuslatın hakikisinin olduğunu düşünürsek, bu hikâyeye ayrılık hikâyesi demeye dilimiz varmaz. Mecnun Leyla’ya değil ama Mevla’ya kavuşur… Her insanın Leylası ayrıdır ve esasında Leyla içimizdeki boşluğun müsebbibidir. Ondan kurtulmadıkça boşluktan kurtulamayız. Bazen Leyla’dan taraf yaşanılan bir hayal kırıklığı Leyla’yı bir anda gözden düşürür ki, bu durum da insanı boşluğa düşürür. Bir kitap yazacak duygulara sahipsindir ama Leyla öyle bir söz eder ki veya öyle bir vefasızlık yapar ki, yazdığın kitabı yaktırır sana. O kitap yanarken içinde derin bir boşluk oluşur. 
         Psikologlar boşluğa düşen insanların içinde bulunduğu durumu ‘varoluşsal boşluk’ olarak nitelendiriyor. Kişi bu durumda şu temel soruyu soruyor: Ben ne için yaratıldım? Aslında insanın aklına bu temel soruyu getirip, onun boşluğa düşmesini sağlayan Allah cc’dır. Çünkü insan boşluğa düşmedikçe, kurtulma arayışına girmeyecek. Arayışa girip hakikati bulmaya çalışan insana Allah Azze ve Celle cevabı Kelamullah’ı ile bizzat vermektedir. Yaradan sorunun cevabını ‘Kulluk’ diye bildirir. Bu cevap hayata anlam kazandıran harika bir cevaptır. Hayatta serkeşlik, başına buyrukluk yok! Kölelik, esaret de yok! Kulluk var! Çünkü fıtrat kulluk üzerine programlanmış bir yapıdır. İşte bu fıtrata uygun olan varoluşsal gerçeklik yani kulluk yaşandığında, teslimiyetin içinde gerçek bir özgürlük hissedilir. İnsan, insana kul olmamanın onuru ile ve Rabbine kul olmanın hazzını bir arada yaşar. Ve bu kulluk insanın ruhunu öyle bir doldurur ki, hayatı öylesine kapsar ki, insanın hayata ve metaa bakışı değişir. Bu durumu en iyi anlatan : ‘Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir’1 ayetidir. Hayatı ve hayatın içindeki en hakiki ve zorlu gerçek olan ölüm evresini de dahil ederek özetleyen bu ayet anlaşıldığında, hayatın anlamı konusunda bir yanılgı oluşmaz ve varoluşsal boşluk denilen o dehlize girilmez.
         İnsan, hayatı anlamlı kılacak kulluğu yaşarken, ona en büyük yardımcı, mutmain bir kalptir. Bizleri şu dünya boşluğunda boğulmaktan kurtaracak, içine düştüğümüz karanlık kuyudan çıkartacak, Hablullah (Allahın ipi) olan Kur’andır. İşte Kuran şöyle buyurur: ‘Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.’2 Kalp mutmain olmadıkça, azaların ve o azaların yaşattığı hayatın dolu bir hayat olması imkansızdır. Zikrullah hayatı serkeşlikten kurtarır. Zikir deyince Resullullah akla gelmeli. Onun zikir hayatı bizim için örnektir. Onun zikir hayatına baktığımızda, zikrin tüm hayatını kapsadığını görüyoruz. Hayata yayılmış zikir, insanın ayakta kalmasını sağlayan en önemli dayanak noktalarındandır…
         Bu hayat hep böyle geçmiyor, geçmeyecek. Hastalıklar, acı kayıplar muhakkak yaşanacak. Günümüz insanı gerek kendisi gerekse de sevdikleri için kaçınılmaz olan ölüm, hastalık gibi durumları kabullenmede, bunlara sabır göstermede zorlanmaktadır. Böyle durumlarda yıkım yaşayan insanlar boşluğa düşüp buhran hallerine girmekte, hatta intihar düşüncelerine bile kapılmaktadır. İşte hayatın tamamını kapsayan zikrullah, yani dilin daim ‘Allah’ demesi, insana güç verecek, dayanak olacak, düştüğü boşluktan onu kurtaracaktır. Dilden kalbe bir yol gider… Ve bir süre sonra kalp de Allah demeye başlar… Kalplerimizi O’nun aşkıyla doldurmak ve acılara dayanıklı hale getirmek için, kalbin gıdası zikrullahı dilimizden düşürmeyelim. Otururken- yatarken, konuşurken- susarken, iyilik halinde- hastalık halinde, sevinçliyken- hüzünlüyken zikrullah…
         Boşluğa düşmenin bir sebebi de sevgi eksikliğidir. İnsan, önce ve en çok Rabbini sevmelidir. Çünkü insana en yakın olan Allah’tır. ‘Kullarım sana benden soracak olursa muhakkak ki ben onlara çok yakınım bana dua ettiği zaman duasına icabet ederim…’3 ‘Biz insana şah damarından yakınız’.4 Ne kadar sıcak, sevgi dolu ifadeler… Rabbin yakınlığı kulun Rabbe muhabbetini arttırır. Yani Allah kulunu sevince kul da Allah’ı sever ve O’nun yolunda mücadeleyi de severek göze alır, O’nun razı olacağı işleri yapar… İnsan Rabbini sevdiğinde o sevgi yüreğindeki boşluğu gerçek manada doldur. Aynı insan eşini de çocuğunu da sever, sevmeli. Ancak şu unutulmamalı, en ideal evlilik dahi insanı mutmain etmez, ruhunu tamamlamaz. İnsanın eşiyle gönlü huzur bulur ama gönlü mutmain olmaz ve itmi’nan arayışı bitmez…     
         İnsanın kendini sevmesi de boşluğu gidermenin bir yoludur. Hayatımız boyunca ve hatta öldükten sonra da daima yanımızda olacak olan, bir Rabbimiz bir kendimiziz. O halde bizi biz yapan ruhumuzu sevmemiz lazım. Peki, nasıl seveceğiz. Onun fıtratını bozmayarak. Fıtratı bozulmuş bir ruhu sevmek, egoyu sevmektir ki bu kibirdir. Mesela, günah işlemişsek kendimize olan sevgimiz azalmalıdır. Eğer günahlarımıza rağmen sevgimiz aynı ölçüde devam ediyorsa, bu sevgi, kendimizden muzdarip bir şekilde, bin pişman bir vaziyette tevbe etmemize engel olur… Ancak genel olarak, haramlara girmediğimiz durumlarda kendimizi (ruhumuzu) sevmeli, kendimizle anlaşmalı, Rabbimizin fıtratımıza bahşettiği güzel yönlerimizi keşfetmeli, bunun için Rabbimize hamdetmeli, kusurlarımızı da gidermek için gayret göstermeliyiz… Kendi fiziğinden, zekâsından, yeteneklerinden memnun olmayan ve hep başkalarına özenen kişinin kendini keşfetmesi, kendi olarak yaşaması mümkün değildir. Kendisi olarak yaşamayan bir insanın hayatı, melankoliden yani boş hayallerden müteşekkil bir hayattır. Bu durum boşluğa düşmenin ta kendisidir… Bundan kurtulmanın yolu yukarıda yazıldığı gibi haramlardan kaçınarak kendine olan sevgi/ saygıyı kaybetmemek ve yaratılıştan verilen özelliklere rıza göstererek, bu özellikleri geliştirmeye ve hak yolda kullanmaya gayret göstermektir.                      
         Kişinin kendini ilgilendirmeyen, boş işlerle meşgul olması, boşluğa düşmesinin en önemli sebeplerindendir. Efendimiz bu konu ile alakalı kısacık bir hadisle, hem uyarısını yapar hem de güzel bir Müslüman olmanın yolunu gösterir. ‘Kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir; kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi’5 Kişi, faydasız işlerle zamanını öldürmemeli; başkalarının hayatıyla değil kendi hayatıyla ilgilenmelidir. Doğru hayat felsefesi budur. Boş ve gereksiz işlerle ilgilenen insanın hayatı bomboş bir hayattır. İmam Şafi’nin dediği gibi: ‘Hak ile meşgul olmayanı batıl işgal eder.’ Yani hayata batılın işgâliyeti, mâlayâni ile ilgilenen insanın halidir. Çözüm: her insan şunu bilmeli ‘Benim kendim gibi bir derdim var. Beni ilgilendirmeyen işlerle meşgul olarak vaktimi harcamam ömrümü israftır’. Hayatta ne ile meşgul olması gerektiğini bilmeyip de mâlayani ile uğraşmaya: ‘Boşluğu boşlukla doldurmaya çalışmak’ da diyebiliriz.
            Tüm bu boşluğa düşüren sebep ve çarelerden farklı olarak meseleye şöyle de bakabiliriz. Aslında fizik kanunlarının da bize öğrettiği bir gerçek vardır ki ‘kâinat boşluk kabul etmez’. O halde içimizde var olan problem boşluk mudur? Yoksa hayatı/ruhu yanlış şeylerle doldurma mıdır?  Esasında bu sorunun cevabını TEVHİD bize veriyor. Tevhid, İslam’ a ilk adımı attırırken işe kalbin tahliyesi ile başlıyor. Buradan anlıyoruz ki aslında bir boşluktan ziyade kir/pas var kalplerde. Tevhid Lâ diyerek önce bu kirin/pasın temizlenmesini ve kalpte temiz bir boşluğun oluşmasını sağlıyor. Sonra da ‘illallah’ sözü ile o boşluğu Allah ile (Davası, gönderdiği hayat tarzı) doldurmamızı istiyor.              
            Son olarak tüm bunların yanı sıra bazı pratik tavsiyeler de içimizdeki boşluğu gidermede etkili olacaktır. Güzel arkadaşlıklar kurmak, tefekkür için kısa süreli uzlete girmek ve doğa yürüyüşleri yapmak, bir hayvan beslemek, hasta ziyaretini ihmal etmemek, bize mutluluk verecek, yeteneğimize uygun bir uğraş edinmek. Mesela fotoğraf çekmek, spor yapmak, seyahat etmek gibi…
Rabbim hepimize, boş kaldığımızda (boşluğa/rehavete düşmeden) Rabbimiz’e rağbet ederek tekrar yorulduğumuz6, hayırlı işlerle dopdolu hayatlar nasib etsin… 
1-En’am 162
2-Rad-28
3-Bakara- 186
4-Kaf- 16
5-Tirmizi/Zühd; İbni Mace/ Fiten
6-İnşirah-7












17 Mart 2020 Salı

Bu Dünyadan Benim Babam Geçti

     Bugün 17 Şubat 2020. Babamı kaybedeli tam 33 yıl oldu. Sanki dün gibi, sanki bir asır evvel...Zaman nasıl bir mefhum, anlaması çok zor. Günleri, ayları, yılları sayıyoruz ama, hesapladığımız şey zaman olunca kuru zeka yetmiyor idrak etmeye... Gencecik bir milli eğitim müdürü, esasında edebiyat öğretmeniydi. O zaman eğitimciler gerçek eğitimciydi. Sokak lambalarında ders çalışarak Kozan'ın tarihi kara lisesini, daha sonrada Edebiyat Fakültesini bitirmiş. 6 erkek çocuğunun en küçüğü, dedesi Çanakkale şehidi, babası o şehidin tek yadigarı Kuş Ali. Dedem, babası şehit olup yetim kaldığında, annesi tek çocuğu olan dedemi 'kuşum' diye severmiş. Annelerin tek çocukları onların biricik kuşudur zaten...
     Babasından 1 yıl sonra, Dedesinin ölümünü 18 Mart (Çanakkale zaferi) sayarsak ondan da 1 gün önce (tarih olarak değil elbette, gün olarak) vefat etmiştir.
     Hayatımızın anlamıydı babam.Sabahları onun terennümleriyle uyanırdık. Çok güzel bir sesi vardı. Sanki bugün gibi kulağımda...
     Bazen bir doğum bir tohum gibidir; bazen de bir ölüm... Sevdiğini kaybedersin, o toprağa gömülür, kıyamet günü yeşermek üzere. Bazen de o tohum senin yüreğine atılır senin kıyametin olan ölümüne kadar yaşamak üzere...
      Bazen bir baba yaşarken ölür; bazen bir baba ölse de yaşar. Geçen haftalarda bir genç kardeşimizin atıfta bulunduğu 'Şeker Portakalı' nı yeni okudum. Kitabın kahramanı Zeze, Portuga kendisine sarılırken der ki: 'Portuga, ben babamı kalbimde öldüreceğim'...
     Siz bilir misiniz bir çocuğun babasının mezarından aldığı toprağı okul önlüğüne koyup arada bir ona dokunmasının ne demek olduğunu... Yaşamazsanız bilmezsiniz...
     Babası ölenler başkadır benim nazarımda. Kendimi onunla aynı yaranın sahibi gibi gördüğümden midir bilmem yakın bulurum... Efendimiz bu yönden de benim dert ortağım gibidir. Rabbim elbette Ona acının katmerlisini yaşatmıştır ki; örnek olsun diye tüm dertlilere...
      Sosyal medyada babasını kaybeden birisi paylaşmıştı: Geçen gün uzun süredir karşılaşmadığım bir arkadaşımla karşılaştım, bana dedi ki: Biliyor musun babamı kaybettim; tam 3 yıl oldu. Artık benim de yıllar geçse de unutamadan vereceğim taze acı bir haberim var... Evet, ben de bazen yeni tanıştığım sonra samimi olduğum bir insana 'biliyor musun babamı kaybettim; 33 yıl oldu'  diyesim geliyor. Çünkü benim de acım hep taze.
       Geçen hafta babamdan bana kalan, ortaokulda okuduğum kitapları bir karıştırayım dedim. Hem ilk Türk romanı olan hem de okuduğum ilk roman olan 'Denizci Hasan'ı, Balzac'ın 'Goriot Baba'sını, Varlık yayınlarının derlediği 'Büyük Kompozitörlerin Hayatı' kitabını, Halide Nusret'in 'Bir Devrin Romanı' nı, Ziya Gökalp'in Kızıl Elma'sını, Puşkin'in 'Yüzbaşının Kızı'nı ve Safahat'ı ... Kitapları karıştırırken içlerinden 1 mektup, 2 şiir çıktı. Dünyalar benim oldu. Sevgili babamın inci gibi el yazısına dokundum, ağladım ağladım... Üniversitedeyken yazılan şiirler... 50 sene önce yazılmış, hiç benden bahsetmeyen ama sanki bana yazılmış şiirler... Sonra aklıma ben de kitaplarımın arasına notlar bırakayım, belki ileride oğlum da benim kitaplarımı karıştırır ve beni yâdeder diye düşündüm...
       Annem babama sadakatle geçen 33 yılın ardından, her sene olduğu gibi bu sene de hatimini indirdi, aşkla, muhabbetle duasını yaptı... Her zaman: 'Benim sevdiğim orada beni bekliyor' der. Okuduğu Kur'andan onun haberdar olacağı düşüncesi onu çok mutlu ediyor.
       1987 yılının yağmurlu bir Mart gecesinde vefat ettiğinde binlerce insan uğurladı babamı. Bu genç yaşta ve ani gelen ölümün ardından şiirler, ağıtlar yazıldı...
       Hamdolsun... Her çocuğa babası mükemmel gelir... Ben, babamın mükemmel olduğunu iddia etmiyorum. Ama çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle, merhametiyle, işindeki titizliğiyle, bize olan sevgisiyle ve en önemlisi bazı İslami konulardaki hassasiyetiyle, benim nazarımda bambaşkaydı. İnşaallah Rabbim nazarında da kıymetlidir. İnşaallah Rabbim mekanını cennet eylesin. Bizi ahirette Cennet-i Ala'da buluştursun... Babası yaşayan arkadaşların babalarına hayırlı uzun ömür, ölenlere ise rahmet diliyorum.






 






27 Şubat 2020 Perşembe

ADALETE ÖZGÜRLÜK !



         
Bugünkü adalet sistem kurulurken, akla hayale gelmedik şekilde devşirme kanunlarla kuruldu. Bu devşirme kanunlar kisvesi, yamalı bir çuvalın insana giydirilmesi gibi hep iğreti durdu ve durmaya da devam ediyor… İnsana hem uymayan hem de onu rezil eden bu kisve ile adaletin tesis edilmediği, insanlara dünyanın en saçma gerekçeleriyle idam cezalarının verildiği genç cumhuriyette, daha sonraki yıllarda da bu çürük zemin sürekli darbeler aldı. Daha açık ifadeyle; laiklik ile din, devletin ve adaletin vicdanından çıkartılıp bireylerin vicdanına hapsedilince, kanunlarda ruh ve vicdan kalmayınca, demokratik ülkelerde bile olmayan katı totaliter kanun ve yönetimlerle ‘halkın iradesi esası’ dahi mütemadiyen askıya alınınca, adalet zindana hapsedilmiş oldu. Bazen hasbelkader bu zindandan firar eden adalet, nereye kaçacağını bilemediği için tekrar yakalandı, tekrar hapsedildi.
Bugün adaleti zindandan kurtarmaya çalışan adalet savaşçılarının şiarı olan ‘la ilahe illallah’ adaletin Allaha firar etmesini sağlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla bir gün adalet firar ederse zindandan çıkarken söyleyeceği ilk cümle: La ilahe illallah olacaktır. Çünkü tevhid adaletin özgürlüğünün müsebbibidir.
En azından son 100 yıldır adeta makûs talih gibi adaletsizlikler yaşatılan ülkemizde, haksız yere zindanda yatan tüm mahpuslar ‘adalet!’ Çığlıkları atıyorlar. Aslında bu çığlık ‘adalete özgürlük!’ çığlığıdır. Çünkü adalet özgür olduğunda hak yerini bulacak, terazi doğru tartacak, insanlar zulme uğramayacaklardır.
Rabbimiz ayetinde şöyle buyurur:  ‘Size ne oluyor ki; Rabbimiz! bizi bu halkı zalim olan kavimden kurtar diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz!’1 Bugün içinde yaşadığımız toplum, ne adaletin çığlığından ne de mazlumların çığlığından haberdardır. Bu sağır toplumu tevhidin şok edici tesiriyle uyandırmadan bu ülkede adaletsizlik bitmeyecektir. Çünkü yöneticileri cesarete getiren şey kör ve sağır gibi davranan, zulümleri umursamayan toplumlardır. Bugün zulme maruz kalan veya zulümlerin farkında olan birçok insan suçlu olarak sadece kanunları veya yöneticileri görmektedir. Adaletsiz ve ruhsuz kanunlar, adaletsiz ve ruhsuz yöneticiler elbette suçludur. Ancak tüm bunlara gözleriyle şahit olan halk suçlu değil midir? Sessizliğiyle, bencilliğiyle daha beteri zalime desteğiyle, bizatihi zalim değil midir! İşte bu halka tevhidi anlatarak, onların da birer adalet savaşçısı olmasını sağlayacağız. Bu savaşta ne kadar gönüllümüz artarsa adalet o kadar çabuk özgürlüğüne kavuşacaktır.
Peki, tevhid adaleti nasıl sağlar?
Tevhid, adaleti mahkum eden her zorba kanuna lâ demektir!
Tevhid adaleti mahkum eden her zorbaya lâ demektir.
Tevhid tartışılması söz konusu dahi edilmeyen tüm ilahlaştırılmış düzenleri ve düzen koyucuları tartışmanın ötesinde reddetmektir!
Tevhid, adaletin kollarındaki zinciri kıracak demir yumruktur!
Evet, Tevhid, adaletin kollarındaki zinciri kıracak demir yumruktur! Bu konuyu anlatan harika bir ayet var. ‘Demir’ manasına gelen ‘hadid’ suresinde Rabbimiz Teala şöyle buyuruyor: ‘Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…’ 2 Rabbimiz ayette adaletin ayakta tutulması için gelen peygamberlere verilen kitap ve mizan (terazi) dan bahsediyor. Kutsi olan kitabın, bu mizanı yani adaleti sağlayacağı ifade ediliyor. Kur’an hukukunun sağladığı adalet anlayışını burada uzun uzun anlatmayacağım. Ancak bu hukukun temel bir ilmine kısaca değinip, adalet yönünü kısaca açacağım. İslam hukuku çağlar üstü bir hukuktur. Bu hukukun temelini oluşturan ve Kur’an-sünnetten çıkmış kaidelerden müteşekkil ‘kavaidul fıkhu külliyye (külli fıkıh kaideleri) ilmi’ birçok meseleyi kapsamakta ve günümüzde de her yeni meselenin fetvasına ışık tutmaktadır. Bu anlamda fıkıh âlimi Muhammed Ebu Zehra: ‘İslam fıkhı mucizedir’ der.    

Çağlarüstü yönünü kısaca vurguladıktan sonra bu mucizevi fıkhın birkaç yönünü anlatalım… Şunu diyebiliriz ki; bu hukukun adalet anlayışının temelinde hakkaniyet ve insana insanca muamele vardır. Kur’anın adaletinde suçlunun dini, ırkı, statüsü önemli değildir. Suçu işleyen her kimse ayrıcalık yapılmadan cezası adil bir şekilde verilecektir. Bu, hakkaniyetin gereğidir…
Yine örneğin, delilsiz/ mesnetsiz tutuklamalara karşı bu dinin yaklaşımı… Efendimiz ‘el beyyinetü alel müddeî’3 buyurur. Yani ‘bir suçu ispatlamak(delillendirmek) iddia edene düşer.’ Bugün binlerce insan delilsiz, ispatsız bir şekilde evlerinden alındılar ve kendilerini savunmaları istendi. Oysa özellikle son 3 yıldır görülen davalara bakıldığında beyyinesiz/delilsiz kuru iddialarla insanlar cezaevlerine doldurulmuştur. Ve bu insanlar mahkemeleri boyunca delilsiz iddialara delilli savunmalar yapmaya çalışmaktadırlar. Bu durum adaleti temelden sarsan, hakkaniyetin belini kıran bir durumdur. Alparslan Kuytul Hocamız bunu çok güzel ifade etmişti: ‘Adaletin olduğu ülkelerde savcılar suçu ispat eder; adaletin olmadığı ülkelerde sanıklar suçsuzluğunu ispat eder’
Tekrar Hadid suresindeki ayete dönecek olursak, adalet ile ilgili 25. ayetten önceki 2 ayette dünya nimetlerinin önemsizliği anlatılmaktadır (23-24.ayetler)4 Ve bu 2 ayetten sonra, adaleti ayakta tutmanın önemini anlatan ayet gelmektedir. Rabbimiz bu sıralamayla da ayrı bir mesaj vermektedir. Adaleti sağlayacak olanlar dünyaperest olmayanlar olmalıdır. Yani ‘dünyayı adaletle yönetecek olanlar, dünyaperest olmayanlar olacaktır’ mesajı. Bugün ülkemizi de dünyayı da dünyaperestler yönettiği için adaletin sağlanamadığı aşikârdır.
Ve 23. Ayetin en can alıcı noktası, kitap ve mizandan bahsedildikten sonra ‘demiri indirdik’ buyurulması. Rabbimiz, adaleti tesis etmek yetmez,  adaleti mahkum etmeye kalkışanlara karşı bir demir yumruğun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bugün adaletin başına dikilen demir yumruk, tevhidin hâkimiyetiyle, adaletsizliğin başına dikilecektir...   
Bir de bugün adaletsizlikten kurtulmanın yolu olarak çok moda ve mantıklı gelen kavramlar ve sözler var. Bu kavramların başında ‘vicdan’ gelmektedir. Oysa adaleti insanın aklına ve vicdanına mahkum etmek adalete zulümdür. Adalet, Allah’ın hukukuyla, imanlı ve takva(Allah korkusu) sahibi insanların vicdanlarıyla özgürlüğe kavuşacaktır. Çünkü akıllar ve vicdanlar çeşit çeşittir. Bir insana mantıklı gelen diğerine mantıksız gelebilir. Bir insana vicdanlı görünen diğerine zulüm görünebilir. Veya bugün mantıklı ve vicdanlı gelen yarın farklı gelebilir. Bunun binlerce örneği mevcuttur... Çok bilindik bir örnek, kadına nafaka meselesi. Boşanmış bir kadına bir erkeğin ömür boyu nafaka ödemesi, bazı erkeklere ve binlerce kadına göre mantıklı ve vicdanî bir durumdur. Oysa erkek açısından aleni bir zulümdür.
Akıl ve vicdan elbette çok önemlidir. Ancak bu aklı ve vicdanı kontrol eden vahiy olmazsa, nefsin esaretinde olan envai çeşit aklın ve vicdanın, adaleti nereye götürüp zindana atacağı belli değildir.
Allah’ın hakkını kale almayan insanların, insanların hakkını vermeleri muhaldir. Tevhid Allah’ın hakkını ve Allah’ın kullarının hakkını sağlayıp, yeryüzüne adaleti getirmenin davasıdır. O halde ‘gelin la ilahe illallah’ diyelim; gelin ‘adalete özgürlük’ diyelim.
1-      Nisa 75
2-      Hadid 25
3-      Beyhakî
4-       ‘Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye (böyle yapmıştır). Allah kendini beğenen, böbürlenen hiç kimseyi sevmez.’(Hadid 23) ‘Onlar kendileri cimrilik yaptıkları gibi insanlara da cimrilik telkin ederler. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her türlü övgüye lâyıktır.’(Hadid-24)

24 Şubat 2020 Pazartesi

Davet İçin Değer !

          Bugün güneşli bir Adana havasında dolmuşa bindim. Bahar gelmeye; ağaçlar çiçeklenmeye, sarmaşıklar yaprak açmaya başlamış... Dolmuşa, ömrünün hazânını yaşayan, 80 yaşlarında, beli bükülmüş ama oldukça bakımlı bir teyze bindi. Kendinden emin bir ses tonuyla şoföre parayı uzattı, üstünü aldı ve kimsenin tercih etmediği yan koltuğa oturdu. Şoför benim yanımı işaret ederek 'teyze yan tarafta rahat edemezsin, bak orada bir kişilik yer var oraya otur' dedi. Yaşlı kadın adeta söylenircesine 'tamam oturuyorum' diye mırıldandı. Kadıncağız yüzünü zerre kadar bana çevirmiyor ve koltukta öyle emaneten oturuyordu ki düşecek ve bir yerini kıracak diye korktum. Anladım ki, benim gibi giyinenlerden nefret ediyor ve varlığım bile onu rahatsız ediyordu. Ama ben onu rahatsız (!) etmek pahasına da olsa kendi varlığımı hissettirmek istedim. Çantamdaki çerezden ikram etmek için seslendim. Zannediyorum kendisinin, antipatisini bu kadar belli etmesine rağmen, benim ona seslenmeme çok şaşırmıştı. Ani bir refleksle ve kızgın bir ifadeyle baktı; ben de gülümseyerek 'çerez alır mısınız?' dedim. Telaşla 'hayır hayır' dedi. Şaşırdım. Uzattığım çerezden de mi hoşlanmamıştı?Yanımda çantasını o kadar sıkı tutuyordu ki. Oysa o çerez vesilesiyle belki konuşabilecek ve ön yargılarını kırabilecektim. Ancak bütün kapıları kapattı ve şoföre 'müsait bir yerde inecek var! ' diyerek, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikte indi ve uzaklaştı. Dolmuşun kapısı sanki suratıma kapanmış gibi hissettim. Uzaktan yürüyüşünü seyrederken hafızam beni yıllar öncesine götürdü.
          Zannediyorum 25 yaşlarındaydım. Yine derse yetişme telaşıyla Abidinpaşa Caddesinden hızlı bir şekilde yürürken, kaldırımda böyle bir teyzeye biraz çarpmışım, farkına bile varmamışım. Yürümeye devam ederken bir anda sırtımda bir yumruk hissettim. Hayatımda duymadığım bir ağrı hissttim. Sırtımdan yediğim yumruğu göğüs kafesimde hissediyordum. Hem ağrıdan hem de şaşkınlıktan bayılacak gibi oldum. Arkamı döndüm, nefesimi toplamakta zorlanıyordum ve sesim çıkmıyordu. Arkamda bir kadın öfkeyle bakıyordu. Kısık bir sesle 'teyze bana sen mi vurdun? Neden vurdun?' diye sorabildim. Kadın 'sen benim yanımdayken bana dokunarak geçtin' dedi. 'Teyze ben farkında olmadım' deyince kadın içindeki bütün kin ve öfkeyi adeta kusarcasına bağırmaya başladı : 'Başörtülülerden nefret ediyorum, siz insan değilsiniz, sizin buralarda serbestçe dolaşmamanız gerekiyor...' Bir an ne diyeceğimi bilemedim sadece yürüyordum, kadın da arkamdan bağırarak yürüyordu. Daha sonra hayal meyal hatırladığım bir genç yaklaşarak: 'abla bu kadının sana nasıl vurduğunu gördüm -elimdeki kitaplarımı ve çantamı işaret ederek-  sen de elindekilerle vursana kafasına' dedi. Ben de:'O yaşlı bir kadın nasıl vurayım, bir de bize yakışır mı' dedim. Ve kadına döndüm: 'Ben seni Rabbime havale ediyorum. Allah bunun hesabını soracak. dedim. Sonra, Efendimiz aklıma geldi, dava yolunda başına her türlü zulüm gelen Efendimiz... Ve Rabbime hamdettim; bana Efendimizi zerre kadar anlamayı nasib ettiği için hamdettim... Ve kadın için de hidayet diledim.
          Bugün dönüş yolunda tekrar dolmuşa bindim ve dua ettim: 'Rabbim ne olur Senin davanı anlatabileceğim biri ile yolculuk yapmayı nasib et.' dedim. Hamdolsun bir lise talebesi yanıma oturdu. Biraz konuştum, yanımdaki tevhid broşüründen verdim. O da: 'Okumaz mıyım abla, eve gidince okuyacağım mutlaka' dedi.
          Bu yolda elbette başımıza bir şeyler gelecek. Bazen bir şeyler öğrenmek için yola çıkacağız birileri o yolda 'ayağıma takıldın' diyecek. Sen onun ayağına takılacaksın o senin sırtına vuracak; tınmayacaksın! Hani Bediüzzaman der ya: 'Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birine ayağım çarpmış ne önemi var! Birileri, bunu kınayacak ama bunlar dar düşünceler'             
          Tevhidin kime nasib olacağı belli olmaz. Bize düşen anlatmaya çalışmaktır. Her şeye rağmen anlatmak. Yaşlıya- gence anlatmak. İlgiliye- ilgisize anlatmak. Rabbim hepimize gerçek davetçiler olabilmeyi nasib eylesin.