1 Kasım 2018 Perşembe

Efendiler! Buradan terör çıkmaz size!



Efendiler! Buradan terör çıkmaz size!

8 Kasımda kamuoyunun yakından takip ettiği bir davanın duruşması yapılacak. ‘Alparslan Kuytul hocanın yargılanacağı ‘terör davası’. Gerçekten tarihi bir dava… Bu davayı tarihi yapan, suçun büyüklüğü veya suçlu addedilmeye çalışılan kişinin meşhur olması değil. Bu davayı tarihi yapan, çelişkilerle ve mesnetsiz- boş iddialarla dolu olan bir iddanamesinin olması ve suçlu addedilmeye çalışılan kişinin bu iddialarla uzaktan yakından alakasının olmaması.
Şimdi birileri, mahkemeye intikal etmiş bir davanın iddianamesi hakkında hukukçu olmayan birisinin konuşmasını, yazmasını garipseyebilir. Hiç garipsemesinler. Şayet bu dava hukuki bir dava olsaydı dahi, bu davanın kanun- hukuk boyutunu İslam hukukunun gerekliliğine inanmış birisi olarak eleştirme hakkım vardı. Ancak beşeri hukukun da hiçe sayıldığı şu davanın hakkaniyetsizliğini konuşmak, sıradan vatandaşın da hakkı olsa gerek. ‘Müctehid değilim ama, müçtehidi tanırım’ cümlesindeki mantıkla ben de, ‘hukukçu değilim ama, bu davanın hukuki bir dava olmadığını anlayabiliyorum’ diyebilirim.
Hocaefendinin tutuklanma kararının verildiği duruşmada, hâkimin kararı açıklarken sarfettiği gayrı hukuki ve hayli siyasi skandal cümleler, işin rengini aleni bir şekilde ortaya koymuştu. Ancak söz konusu davanın iddianamesi ortaya çıktığında bir kez daha daha net bir şekilde ortaya çıktı ki, bu dava külliyen siyasidir. İddia edilen suçlamaları okuduğunuzda, bu suçlamalara delil olarak gösterilen konuşmaları dinlediğinizde, ortada akla zarar bir iddianamenin olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz.
Hocaefendinin konuşmaları, adeta bir çocuk nazarıyla değerlendirilip kötü bir dev oluşturulmaya çalışılmış veya hayal dünyası hayli geniş, gerçekleri değil de kurguları veya kurgulamayı seven bir yeni yetme genç aklıyla senaryolaştırılmış, bir kurgu-iddianame karşımıza çıkıyor.
Sanki kör adamların, koca bir filin nasıl bir varlık olduğunu, tuttukları yerden tutturmaya çalışmaları gibi bir durumla karşı karşıyayız. Hani 6 tane kör adam bir hayvanat bahçesine giderler ve fili tanımaya ve kendilerince tanımlamaya çalışırlar. Bir tanesi daha dokunmadan karnına çarpar ve ‘fil, duvardan başka bir şey değildir’ der. İkincisi dişine dokunur, ‘fil mızraktır’ der, üçüncüsü hortumunu tutar ve ‘fil olsa olsa bir yılandır’ der. Dördüncüsü dizine dokunur ve ‘fil ağaçtır’ der. Beşincisi kulağına dokunur ‘bu kesinlikle yelpazedir’ der. Altıncısı kuyruğuna dokunur ‘fil halattır’ der. Halbuki filin bu tanımlamaların hiçbirisiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Kör adamların bu el yordamıyla yaptıkları tanımlamalar, fil hakkındaki iddialar anlayışla karşılanabilir, ancak hukuk adamlarının bir insan hakkında iddiada bulunurken bu kadar kör olabilmelerini anlayışla karşılamak mümkün değildir. Bir iddianame bu kadar mesnetsiz, çelişkili ve iftiraya varacak derecede hakkaniyetsiz olabilir mi? Olabilirmiş gördük. Eğer adaleti tesisin yetkisi, körlere veya kör rolü yapanlara veya onlara senaryoyu yazıp kör rolü oynatanlara verilirse, olacağı budur. Adalet, can gibi emanettir ve emanet ehliyetsiz insanların elinde katledilmektedir. Canlar yanmakta, hayatlar karartılmakta, adaletsizliğin yaşattığı zulüm altında, insanlar inim inim inlemektedir.
Hocaefendinin alakalı olduğu (yardım etme ve propaganda yoluyla…) iddia edilen terör örgütlerinin çeşitliliğine ve alakasızlığına baktığımızda, ister istemez bir merak uyanıyor insanda. Alparslan Kuytul Hocaefendi kimdir? Kendisi hakkında bu kadar büyük iddialarda bulunulan, suç bulma noktasında gücü elinde tutan adamları bu kadar aciz bırakan ve onların bu kadar saçmalamalarını sağlayan adam, NASIL BİR ADAM? Bu 9 aylık süreçte onun hayatıyla ilgi gerek eşinden gerek talebelerinden birçok detaylar duyuldu, öğrenildi. Aslında tüm anlatılanları birleştirdiğinizde özetle, çok sade, net, şeffaf, temiz ama bir o kadar da davasına inanmış bir adamın hayatı çıkıyor karşınıza.
Davasına inanmış bir adam. Alparslan Kuytul Hocaefendi. Hayatını anlatan bir videoda ‘sizi harekete geçiren şey nedir?’ sorusuna şöyle cevap verir: ‘ Ben bakıyorum Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olmuyor. Allah’ın dediği olmalı! Beni hep harekete geçiren bu olmuştur’ 
İşte bu dava adamına Allah Azze ve Celle, herkesin gözlerinin önünde bir hayat yaşattı, yaşatıyor. Çocukluğu, gençliği, Ezher’de okuduğu yıllar ve ilk gençlik yıllarından itibaren başlayan mücadelesi… Gözler önünde yaşanan, bilinen, meşru- legal bir mücadele…
 Hal böyle olunca, söz konusu davadaki iddialar sırıtıyor ve insana ‘bu hayattan size terör çıkmaz’ sözünü söyletiyor. İnsanın bu iddiaları söylemeye dahi dili varmıyor, kalemin yazası gelmiyor. Akla zarar FETÖ iddiası mesela. Bu iddia ile ilgili Hocaefendinin darbenin olduğu gece yaptığı konuşma ve 15 temmuz sonrası FETÖ bahanesiyle yapılan haksızlıklar hakkındaki konuşmaları (Hocaefendinin yapılan hukuksuzluklara karşı yaptığı açıklamaları, bugün bir çok aydın dile getirmeye başladı) delil olarak gösteriliyor. Bunları burada tekrar izah etmeyeceğim. Bununla ilgili eski vakıf başkanı Hasan Demir bey açıklamaları internette mevcut… Bu konuda sadece şunu diyebilirim, Alparslan Kuytul Hoca, FETÖ diye isimlendirilen - ne olduğu, kimleri kapsadığı bir türlü netleşmeyen, anlaşılmayan - yapıyla alakalandırılacak son kişi dahi değildir.
Yine, zamanında hükümetin başlattığı ve Hocaefendinin de desteklediği ‘çözüm süreci’ bitirildiğinde yaptığı konuşmalar, ‘PKK propagandası yapıyor’ diye iddianameye koyuldu. Oysa PKK’yı kınayan, yaptıklarının terör olduğunu ifade eden onlarca açıklaması youtube’ da gezerken, bunları görmezden gelip, kardeşin kardeşi vurmasına karşı çıkan ifadelerini veya ‘ırkların hakkı verilmelidir’ sözlerini, PKK propagandası olarak nitelendirmek, haksızlığın ötesinde büyük bir iftiradır.   
Bu davayla ilgili söylenecek çok söz var ama ben özetlemek açısından, yazıya attığım başlığı tekrarlamak istiyorum : ‘Efendiler, bu davadan size terör çıkmaz!’*.
Bu davada işi en zor olan olanlar, Hocaefendiyi savunacak olan avukatlardır. Hukuki bir davayı savunmak hukuk adamları için kolaydır. Ancak hukuki anlamda pek de bir kalıba sığmayan, kuru iddialardan oluşan ve reel delillerle desteklenemeyen suçlamalara karşı savunma yapmak, yani olmayan bir suçun olmadığının ispatını yapmak kolay bir zanaat olmasa gerek. Allah yardımcıları olsun.
*‘Burdan sana ekmek çıkmaz’ deyiminden kinaye…





.       





































1 Ekim 2018 Pazartesi

Mazluma Umut Olmak



MAZLUMA UMUT OLMAK

ÖZET: Bazı konular vardır oturur, düşünür, yazarsınız… Çok düşünmenize veya çok dertlenmenize gerek kalmaz. Biraz araştırmayla, kafa yormayla, biraz da tecrübelerden yola çıkarsanız, konu kendiliğinden akar gider… Bu konu öyle bir konu değil. Zulmün ayyuka çıktığı, her yerden imdat çığlıklarının atıldığı ve devasa zulüm ateşinden payımıza düşeni de aldığımız şu dönemde, mazluma umut olmayı anlatmak, derdin içinde kıvranırken derman bulmaya çalışmak hiç kolay değil. Dermanın edebiyatını yazmak kolay da, gerçekten devayı bulmak, bulduğunun da deva olup olmadığını bilememek kolay değil... Yazımızda nasıl umut olacağımız hususuna çok az değinebildik. Daha çok, umut olmanın önemini anlatabildik. Çünkü insan önemsediği şeyi gayretle yapar. Hangi noktalarda ve nasıl umut olacağımızın detayları hususunu ise, bir başka yazıda anlatmayı ümit ediyoruz… 

Gerek dünyada gerekse de ülkemizde yaşanılan zulümleri düşündüğümüzde uykularımız kaçıyor, düşünce dünyamızda çıkmazlara giriyoruz ve ‘acaba ne yapabilirim, elimden hiç mi bir şey gelmez?’ sorusunu soruyoruz. İşte bu çok önemli soruyu ciddi bir şekilde sorup, cevabını bulup, o cevaba göre dertlerimizin çaresine bakmamız gerekiyor. Zaman mazlumun aleyhine işliyor. Her saniye zulme uğrayanların sayısı artıyor… Hani okyanusun kenarındaki adam gibi durumumuz ve denizyıldızlarının durumu gibi mazlumun durumu… Deniz yıldızlarının gözündeki acıyı hissede hissede, gözlerine baka baka, ve onların da sana baktığını, seni gözlediğini, seni beklediğini göre göre mücadele etmek; çok zor, ama çok önemli... … Bazen de denizyıldızının bizzat yerinde olmak. Ve okyanusun kenarındaki o kaygılı adamı görememek. Beşer planında çaresiz kalmak… Bir tek Allah’ın yardım edebileceğini düşünüp, duaya, tevekküle, teslimiyete sarılmak… 
Mazlum için ne yapabiliriz?
Yapacaklarımız konusunda bir hayallerimiz var, bir de hali hazırda yapabileceklerimiz. Yani gerçek gücümüz, durumumuz, imkânlarımız… Hayalimiz yeryüzündeki tüm mazlumlara umut olmak, her birini zulümden kurtarmak. Arakan’lı namusu kirletilen kadınlardan, ateşe atılan çocuklardan, Doğu Türkistan’da toplama kaplarındaki erkeklere varıncaya kadar… Ve yine Doğu Türkistanda, eşleri kamplarda bulunan, Çinli erkeklerle zorla evlendirilen zavallı kadınlara kadar… Filistinli tutsak çocuklardan, Mısır zindanlarında idama ve çürümeye mahkûm bırakılan erkek ve kadınlara kadar… Afganistan’da hafızlık töreninde bombalanan çiçek gibi 100 hafız çocuğun intikamını almaya varıncaya  kadar… Daha nice adını dahi duymadığımız ülkelerde, adını sanını bilmediğimiz milyonlarca mazluma çare olmaya, el uzatmaya çalıştığımız hayallerimiz var… Bazıları bunları gerçek dışı hayaller olarak görebilir. Öyle değil. Gerçekçi hayallere ideal, gerçek dışı hayallere ise ütopya denilir. Bizimkisi asla ütopya değildir; bizimkisi zor, büyük ama imkansız olmayan bir idealdir.
Aslında ‘büyük hayaller kurmayanlar büyük işler yapamazlar…’ gerçeğinden de yola çıkılınca, başımızdaki büyük zulümden kurtulabilmemiz için, büyük hayallerimizin olması kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Esasında bize bu hayalleri kurduran Kur’anın bizzat kendisidir. Rabbimizin ‘Fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın’1 ayeti… Bu ayetle Rabbimiz de hayallerimizi şekillendiriyor ve büyütüyor. Kur’an muhterem hocamızın dediği gibi, insanın kafasını büyüttüğü gibi hayallerini de büyütüyor. Aslında ayetin anlamının derinliğinde, umut etmemiz ve umut olmamız anlatılıyor. Dünyada fitnenin kalmaması mümkün mü? Mümkün olmasaydı Allah cc böyle bir hedef göstermezdi. Allah, bizi gerçekleşmeyecek bir hayale sürüklüyor olamaz! Bizi boş hayallerle şevklendiriyor olamaz! Kuranda 2 yerde geçen bu temel ayeti kerime, tüm zulümlerin gerçek sebebini açıklayarak, o sebep ortadan kalktığında zulüm de ortadan kalkacak diyor. Zulmün sebebi, dinin yani ahkâmından ahlakına varıncaya kadar düzenin, yani yaşanılan medeniyetin, Allah’ın istediği şekilde olmaması olarak gösteriliyor. Bu ayetle, bütün dünyayı değiştirme idealinin verilmesi, ve bu idealin ne ile gerçekleşeceğinin bildirilmesi, hayalimizin gerçekçi bir idealizm olduğunu ortaya koymaktadır.
Kuran’da bazı ayetler de var ki; mazlumlara umut olma ideali uğrunda savaşmanın Allah’ın emri olduğunu ve Allah Azze ve Celle’nin, mazlumlara karşı duyarsızlığın hesabını soracağını daha da açık ifade eden ayetler… ‘ Size ne oluyor ki Allah yolunda: ‘Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli(koruyucu sahip çıkan) gönder, bize katından yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?’2. Ayet soruyla başlıyor: ‘Ve mê lekum lâ tukâtilûne…’ ‘Size ne oluyor ki savaşmıyorsunuz?’ Yani nasıl savaşmazsınız? Geçerli bir mazeretiniz mi var? Sizi bu mühim (hayat memat meselesi olan) mücadeleden alıkoyan şey nedir? Tüm bu soruları içerisinde saklıyor ayeti kerime.  Ve sorguluyor mazlumlar için savaşmayanları. Hesap soruyor cihattan kaçanlara! Hesap soruyor tembellere, gafillere… Kadın- erkek, çoluk- çocuk mazlum insanlar imdat beklerken siz neyle meşgulsünüz ki onlara yetişmeye çalışmıyorsunuz? Deniliyor.
20 Yüzyıl savaşlarla, acılarla dolu bir yüzyıl olarak geçti tarihe... Ancak 21. Yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaştığımız şu dönem, özellikle İslam coğrafyasının durumu açısından, 20. Yüzyıldan çok daha acı ve zorlu geçiyor. İnsanın aklına bazen şu soru geliyor. Neden Rabbim zulmün devam etmesine müsaade ediyor? Neden zalimin ve zulmün başını bir an evvel ezmiyor? Neden zaman uzuyor? Bu sorularla ilgili bazı cevapları biliyorum. Evet, hatalarımızın kefaretini ödüyoruz. Bazılarımızın derecesi yükseliyor; olgunlaşıyoruz. Biliyorum ‘Allah şehitler edinmek ister’ ve bu şehit kanları ümmet ağacını besler. Ama yine de ‘bu kefaret neden bu kadar uzuyor’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Haşa Rabbimi sorguladığımdan veya sabrım tükendiğinden değil. Bu soruların cevabını bulmak ve o cevaba göre yaşamak, o cevaba göre mücadaleme hız vermek istediğimden… Ve esasında ‘bu mazlumiyetin uzamasında, şu yenilmişliğimizde, kaderin dışında bizim irademizle yaptığımız yanlışlardan kaynaklı başka bir etken yok mu? Sorusunun cevabını bulmak için düşünüyorum. Bunun cevabını bulduğumuzda ve o cevaba göre yaşadığımızda, Rabbimin çilemizi dolduracağına inanıyorum. Esasında bu sorunun cevabını Kuran’ı okuduğumuzda, Efendimizin hayatına baktığımızda ve dünya ölçeğinde başarının verilme kriterlerine baktığımızda bulabiliyoruz. Rabbimiz büyük bir gayret ortaya koymamızı istiyor. Yüzlerce ayette malımızla, canımızla, aklımızın ve kalbimizin gücüyle büyük bir mücadele ortaya koymamız isteniyor. Allahcc, küçük bir gayrete büyük sonuçlar nasip etmiyor. Yani çok yönlü ÇOK GAYRET ETMEK ve çok gayret edenlerimizin sayısını arttırmak, mazlumiyetimizin son bulmasına ve çilemizin dolmasına vesile olacaktır. Bir de başımıza her ne gelirse gelsin veya zaman ne kadar uzarsa uzasın ASLA ÜMİDİ KAYBETMEMEK. Ümidimizi kaybettiğimiz an, Allah’ın yardımını kaybederiz. Çünkü ümidi veren Allah’tır ve ümidi kesmek Allah’tan ümidi kesmek olacaktır. Böyle bir düşünceye girildiği an Allah’ın yardımı kesilecektir.
Muhterem Hocamız son konuşmalarından birinde ‘zulme karşı çıkmak imanın gereğidir’ demişti... Zulüm kimden gelirse gelsin biz o zalimin karşısındayız. Ve zulüm kime yapılırsa yapılsın biz o mazlumun yanındayız… Bu asil duruş, bizim imanımızın gereği.

Dip not:
1. Bakara 193, Enfal 39
2. Nisa 75

21 Ağustos 2018 Salı

CEMAATLERİ BİTİRME PROJESİNE DAİR…



Cemaatleri Bitirme Projesine Dair…


100 yılı aşkın süredir bu topraklarda dindarlara baskılar yapılıyor. Bunun aksini kimse iddia edemez. Din ve dindarlar üzerinde çeşitli oyunlar oynanıyor. Osmanlının son 15-20 yılından başlayarak düşünürsek, Abdülhamid’e, Vahdettin’e yapılanlar… Atılan iftiralar, çevrilen dolaplar, ittihad terakkinin entrikaları vs. vs. Daha sonra çeşitli devrimlerle gerçekleştirilen bozma, sindirme, yok etme çalışmaları… Neredeyse 10 yılda bir gerçekleşen direkt- dolaylı darbelerle, çeşitli kesimlerle beraber İslami duyarlılığı olan insanlara yapılan, fiziksel veya psikolojik baskılar; müdahaleler… 28 Şubat darbesi… Son 5 yıldır artan baskılar, engellemeler… Son 2 yıldır çeşitli bahanelerle yapılan kıyımlar… Son 6 aydır şiddetlenen zulümler… Ve son 2 aydır daha da hız verilen ‘cemaatleri bitirme’ projeleri…

Şartlar 5 yıl önceki, 6 ay önceki, hatta 2 ay önceki şartlar değil. Her gün baskının daha da arttığı, şartların İslami faaliyetler açısından zora girdiği durumları yaşıyoruz. Bu şartlar altında ne yapacağız; ne yapılabilir? Neleri yapmaya devam edeceğiz? Nelerden vazgeçeceğiz? Değişen şartlar neleri değiştirecek şartlar? Zor sorular… Zor tahliller… Zor kararlar… Ancak şeffaf olmanın gereği, konuşulması gereken mevzular… Gerek şartları değiştirenler, gerekse de bu şartlar altında İslam’ı yaşamaya ve İslam uğrunda mücadele etmeye çalışanlara, yani dosta- düşmana mesaj verilmesi gereken konular… Neden bu konuları konuşmayalım ki. Onlar bizi konuşuyor, onlar bizim üzerimizde oyunlar planlıyor ve bunu aleni ilan ediyorlar. Biz de bu durum ne getirir ne götürür bunları aleni konuşmalıyız diye düşündük…

VAZGEÇEMEYECEKLERİMİZ…

Hayatta, vazgeçilemeyecek değerler vardır. Ölsen vazgeçemeyeceğin… Hapsedilsen vazgeçemeyeceğin… Şartlar ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın asla vazgeçemeyeceğin değerler… Değerlerinden vazgeçen bir insan, fikren ölmüş gibidir. Fikren ölmektense bedenen ölmek daha iyidir… İslam dini değerleri, idealleri olan bir dindir ve Müslüman da değerlerine bağlı idealist bir insandır. İşte bu değer ve idealleri bilmek ve onlardan asla vazgeçmemek lazımdır.

İslam’ın değerleri İslami hayat tarzıdır. İslami hayat tarzını oluşturan unsurlar da farzlar ve haramlardır. Müslüman, DİNİ YAŞAMA KONUSUNDA şartlar ne olursa olsun azimli ve kararlı olmak zorundadır. Farzlardan asla taviz vermemek, haramlara hiçbir durumda düşmemek mecburiyetindedir. Maalesef bizim ülkemizde bu konuda geçmişten beri ciddi hatalar yapılmıştır. Bugün aynı hataların başka sebepler bahane edilerek tekerrür ettiğini görmekteyiz. Geçmişte bazı menfaatler ve sözde maslahatlar elde etmek için farzlardan taviz verip, haramlara girenler, bugün de bazı zararlardan kurtulmak için bu tavizlerin verilebileceğini söylüyorlar. Geçmişte verdikleri tavizlerin kendilerini hem günahkâr ettiğini, hem zayıflattığını hem de esasında elde etmek istedikleri hiçbir menfaati gerçek anlamda kazandırmadığını görmek istemiyorlar. Çok acı tecrübeler edinmiş olmaları gerekirken, bu çok zararla elde edilen acı tecrübeleri dahi edinmediklerini, hala tavizlerle bir şeylerin olacağını düşündüklerini görüyoruz.

Esasında dinden taviz, bakış açısını bozan, ideallerden saptıran ve alışkanlık halini alan bir marazlı durumdur. Bu durum, hastalıklı bir yapı oluşturur. Böyle hastalıklı bir yapının bir gün patlamaması, dumura uğramaması, başkalaşım geçirmemesi ve sonunda çökmemesi mümkün değildir.

Kur’an bize, Mekke’de en zor koşullar altında bile ‘istediler ki sen onlara yumuşak davranasın…’1‘onlara itaat etme’2 buyurdu. Bu ayetler bugün, zor şartlar altında olan ve tavizlere zorlanan Müslümanların asla unutmaması gereken ayetlerdir. Her ne durum olursa olsun DİNDEN yani dinin hükümlerini yaşamaktan taviz vermemeliyiz. ‘Dinin hükümlerini yaşamak, kırmızı çizgimizdir’ deyip durmalıyız.

Peki şartlar olumsuza evrildiğinde ‘sadece dini yaşamak yeterli’ mi diyeceğiz. Yani ‘ben yaşayayım yeter’ diye mi düşüneceğiz. Eğitim ve davet-tebliğ konularında hiçbir şey yapmayacak mıyız? Bu konuda da Kur’an’a bakalım, Efendimiz’e bakalım… Kur’an’ın ilimle ilgili ayetleri ekseriyetle Mekke dönemine aittir. Burada mesaj açıktır: Hangi şartta, hangi koşulda olursanız olun, eğitime önem vermeye ve eğitimli bir topluluk olmaya dikkat edin! Dolayısıyla İslami eğitim ihmal edilmemelidir. Bu konularda diyanetin ve ilahiyat fakültelerinin yetersizliği ve yanlışları ortadadır; meşhurdur. Maalesef dini öğretmesi gereken bu kurumlar, dinin ne davasını ne de bizzat kendisini öğretmektedir. Buralarda Felsefe, hadis- mezhep düşmanlığı ve yüzünden Kur’an okuma dışında ne öğretilmektedir? 
 
DAVET BİZİM ASLİ VAZİFEMİZDİR…

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in 13 yıllık Mekke döneminde her türlü zulme, tehdide, engellemeye rağmen, gizli- açık, gece-gündüz davet görevini yerine getirdiğini görüyoruz. Dur- durak bilmeden, kimsenin kınamasına, hakaretine, tehdidine aldırış etmeden, var gücüyle davet ettiğini, insanlara mesajı ulaştırmak ve anlamalarını sağlamak için insanüstü bir gayret sarf ettiğini okuyoruz. Bazen yemek davetleriyle, bazen Safa tepesine çıkıp haykırarak, bazen panayırlarda yolun başında durup: ‘La ilahe illallah deyin felah bulun…’ diyerek, bıkmadan, usanmadan, moralini bozmadan, hakaretlere aldırış etmeden, özgüvenini ve ümidini kaybetmeden anlatmaya devam ediyordu.

Panayırlarda, davet ettiği eşraftan olan kimseler öyle çok alay ediyor ve öyle tekliflerde bulunuyorlardı ki, üzülmemek elde değildi. Belki üzülüyordu ama davasının içinde yok olmuş olan gönlü, bu laflardan yorulmuyor, kulağında onların sözleri çınlamıyordu. Onun aklı- fikri, gözü- gönlü davasındaydı. Davet vazifesine hiçbir zaman, hiçbir koşulda ara vermedi. Efendimiz için mekânın hiçbir önemi yoktu. Ona lazım olan sadece insandı. Bir insan görmeye görsün, anlatır da anlatırdı. Taif’te taşlandığında, eli- yüzü- ayakları kanlar içindeyken, hem de Utbe- Şeybe’nin bağına sığınma zorluğunu yaşarken, köle Addas’a anlatıverdi. Şartlara takılmadı; belki doğru zaman bu zamandır, belki de Addas için en uygun ortam bu ortamdır dedi, geciktirmedi, anlattı. Medine’ye hicret edinceye kadar bir binası, bir mescidi olmadı; olamadı…

Yıllar önce bir köşe yazarı: ‘Eğer Efendimiz Mekke’de dini yaşayabilseydi, hicret etmezdi’ diye yazmıştı. Yani yaşamak yeterli, ‘davet imkânına sahip olmaya gerek yok’ ve bir de ‘dini hâkim kılmak için çareler aramaya gerek yok’ demek istemişti. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Mekke’de, sadece namaz kıldığı için tehdit edilmedi, esasında insanlara TEVHİDİ anlatmaya yani davet faaliyetlerine devam ettiği için öldürülmeye çalışıldı. Çünkü anlatıyordu ve etkiliyordu… Çünkü ‘La ilahe illallah’ı anlayanlar, hayatlarını değiştirmekle beraber, haksızlıklara, adaletsizliklere sessiz kalmıyor, dünyayı da değiştirmeye çalışıyorlardı…

VE İSLAM MEDENİYETİ idealimizden asla vazgeçmeyeceğiz… Her insanın içinde yaşamak istediği bir medeniyet hayali vardır; olmalıdır. Bu bir idealdir. Ve meşru yollarla bu ideal uğrunda çalışma isteği anlayışla karşılanmalıdır. Ülkemizin de içinde bulunduğu Batı medeniyetinden, gerek kendi insanımız, gerekse de bu melun medeniyetin beşiği hükmündeki memleketlerin insanları mustariptir. Onlar bu mimsiz medeniyetten kurtulmak isterken, biz neden bu medeniyete razı olalım? Kendi dinimizin, kendi öz değerlerimizin tertemiz medeniyet projesi neden hayata geçmesin? Kim bunu istemez? Neden istemez? Asıl sorgulanması gereken bunlardır.

NASIL BİR CEMAAT?

Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Bir cemaat kendisini ümmetin bir tuğlası olarak görüyor ise elini öpmek lazım. Birliğe hizmet ediyorsa, tefrikaya girmiyorsa, İslam’ın kürsüsünü bölmek ve parçalamak için kullanmıyor ve dilini tekfir kılıcı olarak kullanmıyorsa saygı duymak lazım. Bizi birleştirecek adalettir, ahlaktır”3 dedi. Furkan Vakfının kurucusu ve hocası Alparslan Kuytul Hocaefendi daim ümmetin birliğini beraberliğini düşündü… Ümmetin ve ülkenin birliğini beraberliğini sağlamak için, çeşitli zamanlarda çeşitli konularda açıklamalarda ve uyarılarda bulundu.

*Tekfircilik ümmeti birbirine kırdırma projesidir dedi şiddetle reddetti. ‘Görevimiz kimseyi tekfir değil; davettir’ dedi.

*Şia’yı tekfir etmedi. Şii- sünni kardeşliğini vurgulayarak mezhep çatışmalarını önlemeye çalıştı. ‘Şiayla ehli sünnet arasında ihtilaflı mevzular vardır; bunlar, ilim meclislerinde, alimler tarafından konuşulup, tartışılmalıdır’ dedi.

*Türk- Kürt kardeşliğinin Kur’an’ın hakemliğinde gerçekleşeceğini, İslam’ın herkese verdiği haklar tesis edildiğinde kardeşliğin sağlanacağını ‘Kur’an hakem olsun; silahlar sussun; kardeşlik oluşsun’ sözleriyle haykırdı. Kürdistan kurma projelerini, ümmeti, bir parçaya daha bölmek olarak gördü ve ‘bu oyuna gelinmesin’ dedi.

*IŞID vs. gibi yapıların Amerikan projesi örgütler olduğunu, bunların İslamcı, heyecanlı gençleri çatışma bölgelerine çekip telef ettiğini söyledi. Özellikle bu örgütün ilk çıktığı günlerde – İslami kesimden kimse böyle söylemezken- yapılan tüm eleştirilere rağmen, hatta ölüm tehditlerine rağmen, gençlerimiz bunlara katılıp da boşu boşuna ölmesin diye büyük bir mücadele verdi.

*Her daim ümmetin ve ülkemizin menfaatlerini düşündü. Rus uçağı düşürüldüğünde ‘nasıl yaparsınız!’ dedi. Gerek Müslüman komşularımızla, gerekse de diğer komşularımızla sulh içerisinde yaşamamızı, düşman sayısını arttırmanın gücümüzü azaltacağını söyleyerek, siyasileri yüksek perdeden uyardı…

*Irak savaşında Amerika’ya destek veren hükümeti defalarca uyardı. ‘Iraklılar bizim Müslüman kardeşimiz, bu yaptıklarınızı nesiller boyu unutmazlar; kâfiri Müslümana tercih ederseniz Allah ile aranızda bağ kalmaz!’ dedi… 2 milyon insan öldü… Irak bitti… Ve Türkiye’nin Amerika’ya desteği unutulmadı, unutulmayacak…

*Yine Suriye meselesinde defalarca uyardı… Bunun bir bahar olmadığını, Suriye’deki ayaklanmaların sonuç getirmeyeceğini, Türkiye’nin Suriye politikasının yanlış olduğunu, yangına körükle gitmek olduğunu anlattı durdu. Dinlemediler… 1 milyon insan öldü. 10 milyon insan evinden- yurdundan- geleceğinden oldu; Suriye daha 50 sene belini doğrultamayacak derecede kayba uğradı.

*En az 5 yıldır da ‘cemaatleri bitirme projesi’ konusunda gerek hükümeti, gerekse de İslami camiayı uyarıyor! Hükümete ‘Sen bu cemaatler, tarikatlar vesilesiyle iktidar oldun. Bunların bitmesi, senin bindiğin dalı kesmendir. Böylece esasında seni de bitirmek istiyorlar’ diye uyarılarda bulundu. Cemaatlere de ‘Eğer sesinizi çıkarmazsanız sıra size de gelecek, bu dev piton yılanı hepinizi yutacak!’ diyerek uyarılarda bulundu…

Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin yaptığı tüm bu ve buna benzer İslami ve kaygılı açıklamalar, ümmetin ve ülkenin birliğini muhafaza, tefrikayı önleme ve dertop olmamızı sağlama kaygısıyla yapılmış açıklamalardır. Bu açıklamalar bizi tekfirle, mezhepçilikle, ırkçılıkla, cemaat düşmanlığı ile bölmeye çalışanlara karşı, canhıraş bir mücadelenin ispatı niteliğinde tarihi açıklamalardır. İşte bu ümmetin ve ülkemizin menfaati için çalışan, konuşan, gece- gündüz dertlenen bir kanaat önderi ve âlim hapsediliyor. Esasında buradan şu anlaşılıyor ki, birileri ümmet de memleket de belini doğrultmasın istiyor…

Eski Diyanet işleri başkanı Mehmet Görmez ‘Böyle bir cemaat eli öpülesi bir cemaattir’ demişti. Alparslan Kuytul Hoca ve cemaati eli öpülesi değil midir?

Cemaatlere mercek tutanlar ve bu konuyu hakkaniyetli bir şekilde kritik edip değerlendirenler, belli şartlara haiz cemaatlerin kalması gerektiğini savunuyorlar. Bu şartlar, yerli- milli olma, denetlenebilir olma, eğitim konusunda hurafelerden arınmış, sahih kaynaklara dayalı İslami eğitim gibi şartlar… Bunların hepsi kabul edilebilir makul şartlardır. Yerel bir hareket olma, dış bağlantılı olmama topluma güven verecektir. Mali denetim elbette olmalıdır; zaten de olmaktadır. Ancak devlet bunu daha sıkı hale getirebilir; buna da hakkı vardır.

Ancak tüm bu makul şartların ötesinde, bir zihniyet var ki, bazı durumları bahane ederek, tüm cemaatleri, esasında tüm İslami faaliyet ve çalışmaları bitirmek istiyor. İslam’dan rahatsız bir zihniyet… İslami kesimin bu zihniyetle işi zordur…

Bir de bu ‘cemaatleri bitirme’ projesini değerlendirirken, meselenin bir başka vechesi vardır; olabilir diye düşünmek lazım. ‘Allah dilerse bu dini facirin eliyle güçlendirir’4 hadisinin tecellisi… Facirin bir projesi, bazen Allah’ın projesinin bir ayağıdır. Allah Azze ve Celle, facirin eliyle de dinine sahip çıkanlara güç vermeye muktedir. Allah, layık olmayanları, adı var kendi yok olanları, defalarca mühlet verdiği halde durumlarını düzeltmeyenleri, çizgiden- hedeften sapmış olanları, mıymıntılığı din gibi anlatarak milleti dinden- imandan soğutanları, dini ve dindarları maddi menfaat elde etmek için kullananları, dini bozanları, kendi ikballerini dinin ve ümmetin istikbaline tercih edenleri, facirin eliyle yok etmeyi murad ediyor olabilir. Allahu a’lem.

Kaynak
1-Kalem Suresi, 9
2-Furkan Suresi, 52
3-https://www.youtube.com/watch?v=5P-8Rw6D0PM
4-Taberani

12 Temmuz 2018 Perşembe

BAŞÖRTÜSÜ MEVZUUNDA GENÇ KIZLARIMIZA SÖYLEYECEKLERİM VAR…




Başörtüsü konusunda her tesettürlü bayanın bir hikâyesi vardır. Ben burada kendi hikâyemi anlatacağım… Ben sonradan örtünenlerdenim… Açıkçası atadan öteden örtülü olanlara hep gıpta etmişimdir… Ama sonra, ‘olsun yine de zararın neresinden dönsen kardır’ deyip kendini avutanlardanım… 20 yaşımda başımı örttüğümde, gerek arkadaş gerekse de akraba çevremden çok ciddi tepkiler aldım. Bu tepkiler karşısında zorlanmadım desem yalan olur. Zorlandım, hem de çok… Çünkü beni o yaşa kadar tesettürlü görmeyen insanlar buna anlam veremiyorlar ve kararımı çeşitli dozlarda sorguluyorlardı. Oysa ben çocukluğundan beri Allah’ı seven ve O'nun razı olmayacağı bir şeyi yapmaktan korkan bir insandım. 13 yaşımda babamı kaybettiğimde Rabbime yakınlığım daha da çok arttı. Çoğu gece Onunla adeta dertleşiyor, konuşuyordum. İnsanın Rabbiyle irtibatlı olması illa vahiy almasıyla olmazmış... Çünkü O, insana en yakın olan, şah damarından da yakın olanmış… Allah’ın insana yakınlığını, Allah ile dertleşenler anlar, hisseder, bilir. Onunla dertleşmek, O'na olan sevgimi her geçen gün ziyadeleştirdi. Ve yaşadığım bu sevgi ‘madem O'nu seviyorum, o halde O'nun dediği gibi yaşayacağım’ noktasına gelmemi sağladı. Evet O’nun dediği gibi yaşayacaktım ama, bu öyle kolay bir hadise değildi. Henüz sevgim, nefsime ve çevremden gelecek tepkileri görmezden gelmeme yetecek boyutta değildi. Uzunca bir süre, kalbim ve hayatım tezat bir şekilde yaşadım. Kimi zaman rüzgârın önündeki yaprak gibi, bir o tarafa bir bu tarafa savruldum. Bir türlü karar veremiyor, adım atamıyordum. Çevreden gelecek tepkileri çok önemsiyordum. Devlet memuruydum ve geniş bir arkadaş çevrem vardı. Tesettüre büründüğümde kimler ne tepki gösterecek diye saatlerce düşünüyor, herkesi sırayla aklımdan geçiriyordum…
Bir gün, ‘böyle olmaz’ dedim. Yıllar geçiyor ve ben ikiyüzlü bir hayat yaşamaya devam ediyordum. Rabbimi çok sevdiğimi söylüyor ve bu sevgiyi derinden hissediyordum ancak, Onun dediğini yapamıyordum. Namaz kılıyordum ama tek görevimin namaz olmadığını da iyi biliyordum… Günlerce, gecelerce düşündüm… Artık bu aşamadan sonra böyle yaşayamayacağıma karar verdim. Allah’ın dünyasında yaşıyordum, O'nun yarattığı bedenin içerisinde, O'nun yarattığı ruhla… Ancak, O'nun emirlerini, insanların tepkisinden çekindiğimden dolayı yapamıyordum. Bu olacak şey değildi. Hele de seven insanın yapacağı şey hiç değildi...
Benim tesettüre bürünmem, bir farzı yerine getirme mecburiyetinden veya bir farza sabretme duygusundan farklıydı… Ben, mecbur olduğum için değil, Rabbimi sevdiğim için başımı örttüm. Kendisini çok sevdiğim Rabbimin emri de bana sevgili geldi. BEN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇOK SEVDİM… Onun için başımı örttüğüm gün, hayatımın en mutlu günüydü. Çünkü beni yaratana, sevdiğime, sevgimi hem de seve seve, sevine sevine ispatlıyordum. Başörtüsü sevginin ispatı mı? Başörtülü olmayan Allah’ı sevmiyor mu? Birinci sorunun cevabı, evet başörtüsü sevginin ispatı... Çünkü seven, sevdiğinin dediğini yapar, hatta sevdiğinin dediğini yapmak için can atar. Ve başörtüsü, ALLAH’IN DEDİĞİ; sevdiğimin emri...    
Sevgi fedakarlık yapmaktır derler. Yani sevdiğin uğrunda bazı şeyleri feda etmek… Benim başımı örtmem asla bir fedakarlık değildi. Çünkü başörtüsü, Rabbimin bana ve tüm kadınlara bir lütfudur. Çünkü o kadar fıtrîdir ki… Yani yapımıza - yaratılışımıza en uygun giyim tarzı... Kadının nefsi süslenip püslenmeyi, kendini güzel göstermeyi sevebilir; isteyebilir. Ancak kadının kalbi- ruhu, açık saçıklıkla sıkılır; rahatsız olur. Bir arkadaşımın küçük  bir kızı vardı, çok açık giyiniyordu. Bir gün arkadaşıma sordum: Bu çocuk nasıl bu kadar açık giyinmeye alıştı diye. Hani çocuk fıtrattır; çocukta insan fıtratının nasıl olduğu görülür. Arkadaşım: Çocuğumu bu kadar açık giyinmeye alıştırmak hiç kolay olmadı. İlk defa mini eteği giydirdiğimde bacaklarını sakladı, elleriyle kapatıyordu, ‘anne ben asla böyle çıkamam dışarı, utanırım’ diyordu. Sonra ben de beraber mini etek giydim, ‘bak bu normal bir şey zamanla alışırsın’ dedim. Utana sıkıla dışarı çıktı. Sonra da alıştı gitti dedi…
Dolayısıyla TESETTÜR esasında FITRATTIR. Yani bir kadının yaşamakta asla zorlanmayacağı bir ibadettir. Peki, neden zorlanıyorlar? Çünkü Rablerini tanımadan, sevmeden, Rablerine ibadet yoluna girmişler. Oysa Allah’ı sevmeden namazı, orucu, Allah yolunda malını vermeyi, zamanını vermeyi, gençliğini vermeyi, nefsani isteklerini feda etmeyi sevmek, mümkün değildir. Kulluk sevgiyle yaşanılacak, sebat edilecek ve asla vazgeçilemeyecek bir aşktır. İşte bu aşka düşenler kullukta zorlanmazlar. Ancak gençliğine, toprak olacak güzelliğine, insanların iltifatına, tadı uçup gidecek ve acısı asla gitmeyecek olan haramlara gönlünü kaptıranlar zorlanırlar. Markalı giyim- kuşamı, çeşit çeşit saç modellerini, fiziksel güzellikte önde olmayı marifet bilenler, zorlanırlar. Onlar nefsin hoşuna giden geçici duyguları, kalbi mutmain eden ve insana GERÇEK MUTLULUĞU yaşatan Allah aşkına tercih ederler. Ne kötü bir tercih… 
Bugünlerde baş örtülü olupta sonradan başını açan kızların hikâyeleri dolaşıyor internette. Çevresini umursamadan büyük bir cesaretle(!) başını açan kızlar adeta kahraman gibi anlatılıyor. Saçlarını rüzgârda savuran bir genç kızın, özgürlüğü hissettiğinden bahsediliyor. Tesettürden vazgeçtikten sonra, giydiği patolon ne kadar darsa, o kadar özgüven sahibi olduğunu anlatan kızlardan bahsediliyor... Genç kızlarımıza sahte bir özgürlük sunularak, bu kızlarımız gerçek özgürlükten mahrum olsun isteniyor... Ve kulluk ve tesettür konusunda yeterince şuura ve aşka ulaşmamış olan diğer kızlara da bir mesaj veriliyor: ‘Sen de cesaret edebilirsin; sen de başını açabilirsin; sen de kendi kahramanlık hikayeni yazabilirsin; böylece sen de ÖZGÜR(!) olabilirsin.’ Deniliyor. Özgürlük denilerek nefsinin, süsün- püsün esareti empoze ediliyor.
Oysa özgürlük nedir? Rabbimiz, adı 'İslam' olan teslimiyetin içerisinde özgürlüğü yaşatır bize... Rabbine kul olan insan, nefsine, dünyaya, eşyaya karşı özgür olur... Rabbine kul olan insan, nefsine karşı efendi olur. Efendi hürdür; özgürdür... Kulluğun yaşattığı hürriyet, kadına asalet kazandırır. Böyle bir kadın nefsinin tüm prangalarından kurtulur. Kalbi hür; aklı hür; ruhu hür bir insan olur. Sahte özgürlük pompalayanlara zerre kadar aldırış etmez; gerçek özgürlüğün, Allah'a kullukta olduğunu bilir, kulluğun ve TESETTÜRÜN zevkini yaşar.
Başını örten de açan da elbette bizim kızımız, bizim canımızdır. Ancak bizim canlarımıza, zehirli düşüncelerini empoze ederek, onları fıtratlarından uzaklaştırıp mutsuzluğa, huzursuzluğa ve nefsin egemenliğindeki esarete mahkum etmeye çalışanlara karşı, son nefesimize kadar mücadele edeceğimizi kimse unutmasın! Rabbim bu zehirli düşüncelere sahip olanların ağına düşmekten tüm genç kızlarımızı muhafaza eylesin. Düşenleri tez zamanda kurtarsın (Amin)      

24 Haziran 2018 Pazar

ADALET… MUMLA ARIYORUZ…



Adalet… Mumla Arıyoruz…


Ekmek gibi, su gibi bir şey adalet… Hatta onlardan öte… İnsanın temel ihtiyacı… Herkese lazım… İnsan ondan mahrum olunca, nefes alamaz hale geliyor. İnsana insan gibi muamele adalet… Adaletsizlik ise zulüm… Ve zulüm, insanın bedeninden çok, onurunu kıran, ruhunu parçalayan bir işkence…

‘Adalet mülkün (yani devletin) temelidir’ demiş, adaletiyle tanınan Hz. Ömer… Adaletin olmadığı devlet, temelden sarsılacak ve zamanla yok olacak demektir. Ülkemizde birçok meselede ciddi sorunlar yaşanıyor. Örneğin eğitim alanında uygulanan yanlışlıklar, fıtratı ve dini hiçe sayan uygulamalar, yap-boza dönen sınav sistemleri ve daha birçok ciddi problemler, çocuklarımızın geleceği anlamında kaygımızı daha da arttırmış durumda. Yine ülke ekonomisinin alt üst oluşu, yani işsizliğin artışı, alım gücünün azalması, fakirlerin ve fakirliğin artışı, insanımızı ciddi anlamda etkiliyor. Ancak tüm bu problemler, ya yarınımızda bize sıkıntılar yaşatacak –ki eğitimdeki problemlerin acısı ileride daha net görülecektir- ya da bugünümüzü sıkıntıya koyacak- maddi alandaki problemler- problemlerdir.

Adalet ve hukuk alanında yaşanılan mağduriyetler ise, bugünümüzü yarınımızı, bizleri ve çocuklarımızı, bedenimizi ruhumuzu, şahsımızı ve toplumumuzu derinden etkilemektedir. Adaletin olmadığı bir toplumda yetişen nesilden ne hayır beklenebilir? Binlerce insanın zulüm ve baskı gördüğü bir ortamda, her gün her gün bu zulümlere şahit olduğu halde sesini çıkarmamayı, ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ demeyi öğrenen, her gün duyarsızlığı, umursamazlığı, esasında merhametsizliği öğrenen bir toplumdan ne hayır beklenebilir?
Kur’an-ı Kerim bize 700 küsur ayette İsrailoğullarını anlatır. Onların nasıl bu hale geldiklerini, bizi işin başına- başlangıcına, yani Firavun’lu yıllara götürerek anlatır. Zebih (kesim) yıllarını anlatır. Firavun’un kendi saltanatını başına yıkacak bir neslin yetişmemesi için yaptığı kıyımı anlatır. Hz. Musa’nın annesinin, neslin muhafazası için verdiği mücadeleyi, çektiği çileyi anlatır. Ve bu mücadeleyi veren anneye Allah’ın yardımının nasıl geldiğini anlatır.

Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayette Firavun dönemini anlatır. Bunları boşuna anlatmaz. Böyle dönemlerde, zulümle mücadele etmeyen toplumların bünyesinin, yapısının bozulacağının mesajını verir. Evet, Firavun ne yaptıysa da Musa doğmuştur; hatta o farkında olmadan, onun sarayında, kucağında yetişmiştir. Ancak sadece Hz. Musa’nın doğumuyla, yetişmesiyle her şey hallolmamıştır. Çünkü onun ashabı olacak olan İsrailoğulları’nın yaşadığı ortam ve onların bu ortamdaki tutumları, geleceği belirlemiştir. Hz. Musa’nın doğumu, kuvvetli ve cesaretli yapısı elbette önemlidir ancak, Hz. Musa’nın yanındaki yönündeki insanların yapısı, onların sağlamlığı, kişiliği de bir o kadar önemlidir. İşte Musa Aleyhisselam’ın mücadelesinde, bu problemli yapı, büyük sorunlar çıkarmıştır. Firavun döneminde mücadele etmeyen İsrailoğulları’nın, kölelik, kişiliksizlik, itaatsizlik, döneklik, korkaklık, tembellik, zulme rıza, mücadele ruhundan uzaklık, bir de kölelerde var olan efendisine (esasında celladına) hayranlık, ruhlarına işlemişti. Bu problemli yapılarıyla, Hz. Musa’nın başına devamlı dert oldular. Hz. Musa belki de Firavun’dan daha çok, Firavun döneminde yapısı bozulmuş olan ümmetinden çekti.

‘Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada kalıcılarız.’1

‘İşittik, isyan ettik.’2

‘Ey Musa biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız.’3
Yukarıdaki birkaç ayet, onların baş belası yapılarını ortaya koymaktadır.

Bir toplumda kişilik- yapı ne kadar bozulursa, o toplumu ıslah etmek, o toplumu harekete geçirmek ve o topluma cesaret vermek, o kadar zorlaşır. Zulüm, toplumların ruhsal bünyesini, kişiliğini bozan çok önemli bir etkendir. Böyle zulüm dönemlerinde ne kadar çok ve topyekun mücadele verilirse, toplumsal bünye o kadar az dejenere olur.

Ülkemiz, adaletsizliğin had safhada yaşandığı, bir zulüm döneminden geçiyor. Böyle bir dönemi, fert olarak ve toplum olarak, en az zararla atmaz isek, bunun bedelini gelecek yıllarda daha ağır öderiz. Yapımızın, zulme muhalif olması gereken ruhumuzun bozulmaması için, direnmek, mücadele etmek, anlatmak hatta haykırmak zorundayız. İslam’ın kelime-i TEVHİD ile ilk adımda öğrettiği, zulme ve küfre (şirk en büyük zulümdür ayeti…) muhalif duruşu, daim diri tutmak zorundayız. Ülkemizde suçlu- suçsuz ayırt etmeden binlerce insan hapishanelere dolduruldu. Bu insanlar bir defa dahi mahkeme edilmeden aylarca hapsediliyor.

1,5- 2 sene tutuklu kalıyor ve sonra: ‘sizinle ilgili hiçbir delil yokmuş, dosyanız tertemizmiş, neden tutuklandığınızı biz de anlayamadık’ diyerek serbest bırakılıyorlar. Bizim basın- yayından da gördüğümüz kadarıyla, 15 Temmuz gecesi hiçbir kadın darbeye teşebbüs etmedi… Ancak 17 bin kadın cezaevinde… Kermes yapan kadınlar sıkmalarla, böreklerle birilerine kafa tutmaya çalışmadı… 700 bebek emekleyerek, hamile kadınlar karınlarını tutarak meydanlara yürümedi… Bizim bildiğimiz kadarıyla hiçbir öğretmen eline silah alıp darbe yapmaya kalkışmadı… Komutanları ‘tatbikat var’ deyince, hiçbir şeyden habersiz, sadece emri uygulamak için yola çıkan hava harp okulu öğrencileri… 5 günlük erler… Bunlar ne yaptı?

O gece darbeye bizzat kalkışanlar belli değil mi? Binlerce insan böyle bir kalkışmanın içerisinde olmadığı halde GEÇMİŞLERİNDEN DOLAYI neden yargılanıyorlar? Geçmişte onlarla, belki zerre hükmünde alakalarından dolayı, bu insanların GELECEKLERİ KARARTILIYOR. Geçmişte onların okulunda okuduklarından veya kurumlarında çalıştıklarından dolayı neden otomatikman suçlu görülüyorlar? Onların basit bir kitapevinde çalışan işçilere cezalar yağıyor… Kermes faaliyetlerinde görev alan kadınlar şafak operasyonlarıyla bebekleriyle, çocuklarıyla gözaltına alınıyor… Hamile kadınlar, kapasitesinin 2-3 katı insan barındıran koğuşlarda balık istifi gibi, aylarca tutuklu kalıyor; doktor kontrolünden, yeterli beslenmeden, güneş ışığından mahrum ediliyorlar… Gözaltında başörtüleri açılan kadınlar… Gözaltında polislerin içinde her gün çıplak muayene edilen tesettürlü- tesettürsüz kadınlar… 7 kişilik koğuşa 30 kişinin doldurulduğu, 2 kişilik tuvaleti 30 kişinin kullandığı çilehaneler… Doğumhane kapısından alınıp bebeğiyle hücreye koyulan, sütü kesilen, bebeğine mama verilmeyen anneler… Suçsuzluğu anlaşılıp berat etmesine rağmen işine geri döndürülmeyen binlerce insan… Bunlara neyin cezası çektiriliyor?   

Ve bir de tüm bu davaların dışında ve fevkinde, Alparslan Kuytul Hocama açılan dava ve yapılan muameleler… Somut olarak ne ile suçlandığı bilinmeyen ama ağırlaştırılmış müebbet cezası almış gibi muamele gören Alparslan Hocam… Hiçbir terör örgütüyle alakası olmayan, bilakis gençlerimiz terörün kucağına düşmesin ve telef olmasın diye mücadele eden Alparslan Hocam… Daim dinin, ümmetin, memleketin hayrı için mücadele eden, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen Alparslan Hocam… Ve herkesin ama herkesin, siyasetçisinden- hukukçusuna, normal halktan olan insanlarımıza varıncaya kadar, gizli veya aşikâr ‘suçsuz yere zulmediliyor’ denilen insan… Alparslan Hocama açılan dava ve yapılan muamele tarihe geçecek hukuk skandallarıyla dolu… 

Yaşadığımız şu sürece objektif bir nazarla baktığımızda, ciddi bir hukuksuzlukla beraber, büyük bir merhametsizliğin de var olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Vicdanlar, ya cüzdanlara, ya makamlara ya da korkulara kurban edilmiş durumda… Eğer kanunları uygulamada, vicdan devrede olmayacaksa, hâkimler yerine robotlar karar versin. Kanunlar robotlara yüklensin ve onlar bu maddelere göre sonuca varsın… Böyle bir adalet sistemi insani olabilir mi? Duygunun, vicdanın olmadığı yerde, adeta makineleşmiş ve komut verilmiş hâkimlerin kararlarıyla, insanca bir adalet anlayışı tecelli eder mi? Hâkimler, vicdanlarını susturmadan, öldürmeden karar vermelidirler. Merhamet olmadan adalet olmaz… Kuru kanunlarla ADALET sağlanamaz; ancak ZULMEDİLİR! 

Kaynak

1- Maide, 24

2- Nisa, 46

3- Bakara, 61

22 Mart 2018 Perşembe

BİR AYDIN ÂLİMİN HAPSEDİLMESİYLE ÜLKEM KAYBEDİYOR!



Bir Aydın Âlimin Hapsedilmesiyle Ülkem Kaybediyor!


Ülkem kaybettiklerine yenilerini ekliyor… Alparslan Kuytul Hocaefendi gibi bir aydın alimi hapsederek kaybını katmerliyor. Yanlışa yanlış denilsin istenmiyor. Gerçeklerin konuşulmasından rahatsız olunuyor. Âlimler, haklılar susturuluyor; cahilin ve cehaletin sesi ayyuka çıkıyor. Eyvah ülkem kaybediyor!
‘Aydın’ kelimesinin birçok tanımı vardır; ancak bu kelimeye misyon yükleyen en mühim tanım: ‘Toplumunun gidişatını görebilen ve bu gidişata pozitif anlamda yön verebilen kişi’ tanımıdır. Bu kelime sonradan lügatimize girmiştir ve eski dilde (Arapça’da) Münevver kelimesinin bugün kullanılan YAVAN adıdır. Münevver: ‘Tenvir’ edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı, aydın manalarındadır. Aslında münevver kelimesini münevvir manasında kullanmışız. Münevver aydın kişi; münevvir ise aydınlatan kişi demektir. Çünkü kendisi aydın olmayanın etrafını aydınlatamayacağı muhakkak olduğu için, münevver kelimesini toplumu aydınlatan manasında kullanmışlardır. Alparslan Kuytul Hocaefendi, klasik aydın tanımına birebir uyan gerçek bir MÜNEVVERDİR.

O, sadece gerçekleri konuşan bir aydındır. Zaten toplumunu aldatan ve gerçekleri gizleyene, ‘aydın adam’ değil, tam tersi ‘karanlık adam’ denir. İşte Hocaefendi, bu karanlık adamlarla da mücadele ederek, toplumunu aydınlatmaya, ak-kara kimmiş hepsini ortaya çıkartmaya çalıştı. İslam’ın gerçeklerini, dünyanın gerçeklerini, ülkemin gerçeklerini anlattı da anlattı.

İslam’ı, İslam ne diyorsa, nasıl söylüyorsa öyle anlattı. Yanlış mı yaptı? Hiçbir zaman İslam’a bir sıfat eklemedi. İslam… Sadece İslam’dır dedi. Yanlış mı dedi? Ilımlı İslamcı olmadı; çünkü İslam olduğu gibi güzeldi, kâmildi. Radikal İslamcı olmadı; çünkü İslam aşırılığı olmayan vasat bir dindi. Demokrat İslamcı olmadı; çünkü ‘Allah’ın dünyasında insanın değil Allah’ın dediği olmalı’ mesajı içine işlemişti. Böyle olmasa mıydı? İslam’ı olduğu gibi anlatmasa mıydı? Hocamızın suçu, İslam’ı olduğu gibi anlatmasıdır. Bu eğer suçsa, Hocamız suçludur!

Güzel ülkemin böyle suçlulara ne kadar da çok ihtiyacı vardır! Alparslan Kuytul Hocaefendi ve onun talebeleri gibi binlerce aydına ihtiyacı olan ülkemi, bir Alparslan Kuytul’dan bile mahrum edenler, onu bu ülkeye çok görenler, ülkemin hayrına düşünmeyenlerdir.

O her ne konuştuysa, konuştuğu bu toplumun hayrınadır. Toplumun eğitimini, bilinçlenmesini, imanlı olmasını, ahlaklı olmasını, haramlardan- suçlardan uzak olmasını GÖREV BİLEN bir aydın insanı susturmak kimin faydasınadır? Bu toplumun aydınlanmasını, aydınlanıp da uyanmasını, uyanıp da ihya olmasını istemeyenler kimlerdir? İşte onlar kimlerse, Alparslan Hocayı mahkûm edenler onlardır…
Memleket sevgisi, yaldızlı cümleler söyleyerek ortaya konulacak bir sevgi değildir. Kitleleri süslü cümlelerle efsunlayanların sevgisi laftadır. Ülkemin geldiği noktaya baktığımızda, kuru-sıkı atılan laflarla peynir gemisinin yürümediği anlaşılacaktır. Sevmek fedakârlık ister; çalışkanlık ister; samimiyet ister… Her kim ki, ülkemizin ve insanımızın hayrı için, fedakârca ve dürüstçe çalışıyorsa, o kimse gerçek memleket sevdalısıdır. Hocamız hayatı boyunca, bu ülke için ve bu ülkenin insanları için, kendi namına zerre ikbal beklemeden, gece-gündüz çalıştı… 

Her şeyin sahtesinin üretildiği şu çağda, sevginin bile sahtesini piyasaya sürenler, gerçeği sahtesinden ayırma bilincine sahip olmayan kitleleri kandırarak, alıcı bulmaktadırlar. Güzel ülkemin saf insanlarına ‘bilinç eğitimi’ vermek zorundayız. Bu eğitim insanımıza, doğru ile yanlışı, gerçek ile sahteyi ayırt edebilme yeteneği kazandıracaktır. Bu eğitim, insanımızın aklında ve yüreğinde hazır nazır bekleyen MİHENK TAŞI1 olacaktır. İşte bu bilinç, bu mihenk taşı, sahte sevgileri anında anlayacak ve insanımızın sevgiyle aldatılmasını önleyecektir.

Alparslan Kuytul Hocaefendi, beşeri eğitimini üniversite düzeyinde almıştır. Ancak bir kişinin aydın vasfına sahip olması sadece üniversite eğitimiyle hatta üniversitede kariyer yapıp profesör olmasıyla dahi elde edilebilecek bir vasıf değildir. Nice üniversite hocası vardır ki, zerre kadar aydın bir kafaya sahip değildir. Kişinin aydın olabilmesi için kendisini birçok alanda, disiplinli ve yoğun bir şekilde yetiştirmesi gerekiyor. 

Hocaefendi, Ortadoğu’yu ve Dünya siyasetini anlatan kitaplar okuyarak kendini son derece geliştirmiş bir aydındır. Mesela toplumları ve tarihi, felsefi ve sosyolojik açıdan değerlendiren İbni Haldun’un Ünlü Mukaddimesini defalarca okumuş, dersini yapmış bir aydındır. 

Ayrıca büyük müfessir ve sosyolog Seyyid Kutub’u iyi okumuş, anlamış, anlatmış, Rabbani metodun pratik takipçisi olmuş bir aydındır. Bediüzzamanı, külliyatı okumuş, Üstadı bulunduğu zamana göre değerlendirmiş, ondan dersler çıkarmış bir aydındır… Daha burada sayamayacağımız birçok münevver alimi okumuş, anlamış, onların hayatlarından ve eserlerinden dersler çıkarmış bir aydındır. Ancak Hocaefendi’nin öyle bir yönü vardır ki o yön onu hem aydın hem alim yapar. Kur’an ilimlerine hâkim olması ki Kur’an çağlar üstü bir kitaptır. Kur’an’ın ilmi, siyaseti, hikmeti daima Hoceefendi’ye bir ışık olmuştur.

İslami ilimlerdeki derinliği… Ona bu derinliği kazandıran, çocukluğundan beri okuduğu İslami eserler, aldığı ‘İslam hukuku’ eğitimi, yıllardır yaptığı binlerce ders ve okuduklarını yaşama ve hâkim kılma azmidir… Eğer Hocamız sadece okuyan ancak anlatmayan olsaydı bu yüksek seviyeye gelemezdi. Sadece anlatsa ama anlattıklarını hâkim kılmaya çalışmasaydı yine bugün bu noktaya gelemezdi.

Kur’an öyle bir kitaptır ki, kendini derinlemesine okuyanı, hem aydın hem âlim yapar. İslami ilimler, binlerce kitabın veremeyeceğini verir ve kendini okuyanı her anlamda YETİŞTİRİR. Seyyid Kutup öyle der: “Bu satırların yazarı tam kırk yıldır okuyan biridir. Önce insani bilginin ana alanlarında okumalar yaptı… Daha sonra akidesinin kaynaklarına (Kur’an-Sünnet) yöneldi ve bu geniş bilginin ve kültürün yanında, bütün okuduklarının hiç olduğunu gördü.”2

Hocamız İslami ilimleri derinlemesine okudu… Bilgi için, kültür için değil, yaşamak ve topluma yaşatmak için okudu… İşte böyle okuduğundan dolayı, olayları, siyasi kararları hikmetle analiz etti. Allah’ın yardımıyla, yanılmadı, yanıltmadı… Tüm bu siyasi analizler ülkemizin menfaati içindi… Önceleri açıklamalarının kıymeti bilinmedi, hatta bazen alay edildi. Ancak sonra sonra, yavaş yavaş anlaşılmaya, ‘haklıymış’ denilmeye başlandı. Uyarılarında bir bir haklı çıktı. Bunun üzerine de dedi ki: ‘Keşke haklı çıkmasaydım’… Onun uyarılarına biraz olsun kulak verilseydi, ülkem bu kadar kaybetmeyecekti…

Bazıları onun adını vermeden onun gibi konuşmaya, onun dediklerini demeye başladılar. (Sonradan duyduk ki, Alparslan Hocamızı dinliyorlarmış) Son birkaç yıldır ise, ülkede önemli bir durum olduğunda, önce onun yorumu merak edilir oldu… İşte böyle bir aydın âlimi hapsederek, zaten kayıplar içerisinde olan ülkem, daha da fazla kaybetmeye başladı.

O hiçbir zaman maddi bir menfaat elde etmek için konuşmadı. Her zaman maddi menfaatten uzak durdu; lüks bir yaşantıdan imtina etti; mütevazı yaşantısı bunun en önemli delilidir… Şöhret sahibi olmak, mevki-makam elde etmek için de konuşmadı. Bir gün kendisine: ‘Hocam siz konferans vermek için ayağa kalktığınızda binlerce insan da ayağa kalkıyor ve siz oturana kadar oturmuyorlar’ denildiğinde, ‘gerçekten mi; hiç farkında değilim’ demişti. O’nun insanlar ayağa kalkmış mı kalkmamış mı gibi bir derdi asla olmadığı gibi kürsüye çıkana kadar başını yerden kaldırmıyor, oturunca etrafına bakıyor, o esnada zaten herkes de oturmuş oluyordu. 

Bir ülkede gerçekleri konuşanlar hapsediliyor; yalancılar, dalkavuklar, çapsızlar yüceltiliyorsa o ülke kaybediyordur… Bir ülkede -zerre menfaati olmadan- toplum yararına hizmet edenler, toplumu irşad edenler, âlimler susturuluyor; menfaatperestler, cahiller baş tacı yapılıyorsa, o ülke kaybediyordur… Bir ülkede eğitimli, birikimli, tecrübeli, ciddi insanların kıymeti bilinmiyor, eğitimsiz ama ağzı laf yapan insanlar makamlara getiriliyorsa, o ülke kaybediyordur…
Alparslan Kuytul gibi bir hoca kolay yetişmez! Her memlekete de nasip olmaz! Güzel ülkemin güzel insanları böyle bir değerin kıymetini bilmelidir; sahip çıkmalıdır. 

Ona bu zulmü reva görenler de bilsinler ki! İnsanlığın kula kulluktan kurtulup, Allah’a kul olarak özgürleşmesi için mücadele eden bir özgürlük savaşçısını hapsedenler, kendi vicdanlarında ve maşeri vicdanda mahkûm olacaklardır. Ve bu mahkûmiyet onları ölünceye kadar bırakmayacaktır.

VİCDAN SUSMAYAN BİR MÜNZİRDİR! KALPLER, KULAKLAR, BU MÜNZİRİN SESİYLE ÇINLAYACAKTIR! ARTIK DAYANABİLEN DAYANSIN BU ÇIĞLIĞA!


Kaynak

1-Mihenk taşı: Eskiden kuyumcularda, altın ve gümüşün kalitesinin anlaşılması için kullanılan taş. Kuyumcular altın veya gümüşü bu taşa sürterek kıymetini anlarlarmış.
2-Seyyid Kutup: Yoldaki İşaretler. İslam Düşüncesi ve Kültür Bölümü.

15 Şubat 2018 Perşembe

KUTLU MÜCADELENİN NEFERLERİNE…




Kutlu Mücadelenin Neferlerine…

Neyin mücadelesi veriliyor? Yaşanılanlar neyin nesi? Bu işin sonu nereye varır? Tüm bu sorular bizim aklımıza gelen sorular değil. Biz bu soruların cevabını iyi biliyoruz. Ancak bizi yeni yeni tanıyan veya tanımaya çalışan kardeşlerimizin kendi içlerinde sordukları sorular bunlar olabilir. Biraz bu soruların cevabı üzerinden yazacağız yazımızı… Bu arada tüm kardeşlerimize de bazı hatırlatmalar yapmış olacağız inşaAllah.

Biz Tevhid davasının mücadelesini veriyoruz ve yaşadıklarımız bu mücadelenin bedeli… Bu mücadeleyi Rabbimizin emri olduğu için, hem ahiretimizi kurtarmak hem de ulaşabildiğimiz tüm insanların dünya ahiret saadeti için veriyoruz. Bu mücadele tüm peygamberlerin kutlu mücadelesi ve bizler, bu şerefli mücadelenin ahir zaman temsilcileriyiz.
Aslında Tevhid davasının mücadelesi derken, yeryüzündeki haksızlıklara, adaletsizliklere ve zulümlere karşı savaş açmış bir mücadeleden bahsediyoruz. Biz yılan bize dokunmadan mücadeleye başlayanlardanız. Hem de bu mücadele sebebiyle yılanın dokunacağını bile bile… Hatırlarsınız Hocamızın, Ortadoğu’daki zulüm görüntülerini izlerken kendini tutamayıp ağladığı o duygusal anları… O anlar, dünya- alemin derdini yüklenmiş, başkalarının acılarına, dertlerine kendinden geçercesine ağlayan kaygılı bir dava adamının halinin özetidir… O hep bu kaygıyla konuştu, bu kaygıyla zalimlere haykırdı, bu kaygıyla günler geceler boyunca okudu, okuttu, düşündü, düşündürdü, bir nesil yetiştirmeye çalıştı. Dünyayı değiştirmeye namzet, öncü bir neslin yetişmesi, Hocamızın her daim ideali oldu.
Rabbani Eğitim Şart

Hocamızın bir konuşması şöyle son bulur: Okumazsak, öldürülmeye devam ederiz… Aslında okumadıkça hem öldürülmeye, hem sömürülmeye, hem de kandırılmaya devam ediyoruz… Toplumumuz yıllarca İslami eğitimden mahrum bırakıldı. Âlimsiz ve hocasız yetişen bir neslin başına gelmedik kalmadı. Dünyada Müslüman halklar, kendi ülkemizde de İslami kesim hep ezildi, hep kandırıldı, hep yenildi.

Furkan hareketinin adanmışları, başta Alparslan Kuytul Hocaefendi olmak üzere tüm gönüllü davetçiler, toplumun bu durumunun farkındaydılar. Bu sebeple toplumu değiştirecek en önemli etkenin eğitim olduğunu savundular. Öyle der Alparslan Kuytul Hocaefendi: ‘Rabbanilerin yetişmesi için Rabbani eğitim şarttır.’ Rabbani eğitim… Kur’an’ın ışığında, Kur’an’ın eğitim yöntemiyle, Hz. Peygamber’in pratik hayatının izinden gidilerek verilen bir eğitim… Bu toplum bu eğitime muhtaç… Bu toplum bu eğitimden geçmediği müddetçe iflah olmaz, düzelmez, uçurumdan yuvarlanmaya mahkûm olur.
Böyle bir eğitimle, Firavuna yani güce hayran kölelere dönüştürme çabalarına karşı direnen bir toplum yetiştirmek gerekiyor… Derler ki, Firavuna sorulmuş: Nasıl bu kadar zalim olabildin? O da: Kimse zulmüme karşı çıkmadığı için, cevabını vermiş. Firavuna bu soru sorulabilmiş mi ve o da bu cevabı vermiş mi bilinmez ama hakikat budur. Zalimi zalim yapan zulme sessiz kalınmasıdır. Bir topluma zulme rıza göstermeme bilinci, eğitim ile verilebilir. Hassaten TEVHİD EĞİTİMİ… Çünkü Tevhid, bütün yanlışlara HAYIR demeyi öğreterek eğitime başlar. Tevhidi iyi anlayan bir toplumun diktatörlere baş eğmesi, haksızlıklar karşısında susması, dünyanın basit metaı ile kandırılması, az bir bedele karşılık (dünya ve tüm içindekiler az bir bedeldir) dinini, değerlerini satması mümkün olmayacaktır. Ancak ne yazık ki, toplumumuz Tevhidî bilinçlenmede çok gerilerdedir.

İşte gerek bizim toplumumuzu gerekse de dünyayı uyandıracak bir adam çıktı ve bir uyanış başlattı… İslam’ı gerçek İslam’ı anlatan, Tevhidi en yüksek perdeden haykıran bir adam… ‘Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olmuyor! Allah’ın dediği olmalı!’ diyen bir adam ve onun arkadaşları… Uyutulan, yaldızlı sözlerle uyuşturulan, bir parmak balla kandırılan insanımızı adeta omuzlarından tutup silkeleyerek uyandırmaya çalışan bir adam… Kalbi duran hastanın göğsüne yumruk vuran bir doktor gibi kaygılı, telaşlı, insana- cana kıymet veren bir adam… Bu adamın hatırlattığı mesaja bütün dünya muhtaçtır…

Sabredeceğiz…

Seyyid Kutup der ki: ‘Rabbani hareket metodu gerçekçidir… Yaşayan bir organizma olan cahiliyeyi yok etmek, soyut teorilerle mümkün olmayacaktır…’ İşte Rabbani metodun gerçeklerini yaşıyoruz. Konuşmanın, iddianın, yani lafın ötesini yaşıyoruz… Bu yolun pratik gerçeklerindendir engebeler, zorluklar, çileler… Tüm kardeşlerimiz Hocamızın şu sözünü asla unutmamalıdır: ‘Yol uzun ve yokuş çıkıyoruz.’ Değiştirilmek istenen koca bir toplum hatta dünya ise ve istenen değişiklik köklü bir değişiklik olacaksa, bu kısa zamanda olmayacaktır.

Seyyid Kutup ‘Yoldaki İşaretler’ kitabında ‘uzun süren geçiş dönemi’ bölümünde bu durumu anlatır… İçinde bulunduğumuz toplum uzun süredir, derinlemesine bir bozulmuşluk içerisindedir. Özellikle son yıllarda bozulmanın hem çeşitliliği hem de hızı artmıştır. İstatistikler bu gerçeği yoruma gerek bırakmadan açıklıyor.1 Toplumsal bozukluğun derecesini iyi anladığımızda, işimizin zorluğunun ve kısa zamanlı bir iş olmadığının farkına varabiliriz. Bu farkındalık, çok önemli bir şeyi sağlar; sabretmeyi… Sabredeceğiz yani yola devam edeceğiz. Sabredeceğiz, yani söylenmeyeceğiz, ‘her şey hemen düzelsin, zorluklar çabucak geçsin, Allah yardımını gönderiversin’ demeyeceğiz… Sabredeceğiz, yani Rabbimize sımsıkı sarılacağız; daha çok dua, daha çok ibadet edeceğiz… Allah Azze ve Celle: ‘Ve li Rabbike fasbir- Rabbin için sabret’ buyurur. Sabredeceğiz… Çünkü Allah için her şeye değer.

Kimbilir… Sabredersek, yürekten dua edersek belki de Rabbim, önümüzdeki uzun yolu bir olayla kısaltıverir; daralan yolu genişletir; yolu kapatan kayayı yuvarlar, atar; yokuşu düze çeviriverir… Bu, Allah Azze ve Celle için asla zor değildir. Dava O’nun davasıdır… Alparslan Kuytul Hocaefendi ve arkadaşları da bu davanın adamıdırlar ve davanın sahibi olan, Aziz ve Hâkim olan Allah’ın kuludurlar. Allah, davasına sahip çıkanlara yardımını esirgemez. Allah, Tevhid davasını Allah’ın istediği yolla hâkim kılmaya çalışanları mahcup etmez. Allah, davasını canının önüne geçirenlere büyük zorluklar yaşatmaz. Allah bu bir avuç samimi topluluğu, belini kıracak bir imtihanla baş başa bırakmaz…

Dipnot;

İstatistikler
Şiddet, istismar, cinayet kat be kat arttı Hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye 113 ülke arasında 99. sıraya geriledi. Türkiye basın özgürlüğü listesinde “özgür olmayan ülkeler” kategorisine düştü. Sosyal konuların da masaya yatırıldığı raporda boşanmalar yüzde 38, fuhuş yüzde 790, çocukların cinsel istismarı yüzde 434, kadına yönelik şiddet yüzde 1400, adam öldürme yüzde 261, cinsel taciz yüzde 449, tutuklu ve hükümlü sayısı yüzde 285, uyuşturucu bağımlılığı yüzde 678 arttı.