10 Kasım 2016 Perşembe

Dökülmeyelim…


Dökülmeyelim…

Bundan 23 yıl önce okudum, Fethi Yeken’in ‘Davet Yolunda Dökülenler’ kitabını. Bazı kitapların isimleri, içeriğini okumasak da çok şey anlatır. Bu kitap da adıyla çok şey anlatan kitaplardan… Yıllar önce bu kitabın adını ilk duyduğumda, ‘dökülme’ kavramını da ilk kez duymuş oldum. O günden bugüne geçen yıllar içerisinde, bu dava için yola çıkan birçok insanın, bazen daha yolun başında, bazen ortasında, bazen de ömrün son demi sayılabilecek yolun sonunda döküldüğünü gördüm. Bu insanları gördükçe, kendi kendime ‘Ne olursa olsun dökülmemeliyim’ ve her kardeşimize de ‘Ne olursa olsun dökülmeyelim’ demek istedim.

Ne olursa olsun dökülmeyelim ne demek? İşte öyle demek… Yani ne olduğunun veya ne olmadığının önemli olmadığını, önemli olanın ‘dökülmemek’ olduğunu unutmamak…
İnsanlar hayatlarının çeşitli safhalarında, bu dönemleri bahane ederek veya hayatın içerisinde yaşanılan çeşitli imtihanları bahane ederek davayı bırakmaktadırlar. Bekârken, anne babasını mazeret edip dökülenler… Evlenince eşini bahane edenler… Çocuğu olmayınca, olmadı diye buhranlara girip dökülenler… Çocuğu olunca, çocukla olmuyor deyip dökülenler… Öğrenciyken okulu bahane edenler… Mezun olup memur olunca, rızkıma halel gelir düşüncesiyle dökülenler… Hizmette biraz fazla görev verilince dökülenler… Görevden alınınca dökülenler… Fakirken dökülenler… Zengin olunca dökülenler… İyi günlerde dökülenler… Zor günlerde dökülenler…

Daha buraya yazamadığımız envai çeşit ve de akla hayale gelmedik dökülme sebeplerini gördüğümüzde, insanın ne kadar da çok mazeret söyleyen bir varlık olduğunu anlıyoruz. Oysa tüm bu görünen sebeplerin birer mazeret olduğunu, hakikatte daha derin sebeplerin var olduğunu ve bunu da insanın bildiğini anlamak gerekiyor. Kur’anı Kerim: “İnsan kendini bilmektedir, ancak mazeretler ortaya koymaktadır.”1 buyurarak, durumun hakikatini ortaya koyuyor. Yani genellikle bu davadan dökülenler, hakiki sebebi kendi içlerinde bilseler de, bu sebebin dışında, çok daha farklı mazeretler söyleyerek giderler.

Dökülmek, her dava adamının kendi namına ve kardeşleri namına korkması gereken bir durumdur. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, dinde-davada sebat göstermenin önemini vurguladığı duasında: “Allahümme yâ mukallib’el kulûb, sebbit kalbî alâ dînik”2 der. Yani, “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl” derdi.
Peki, dökülmemek için ne yapmamız gerekiyor? Nelere dikkat edersek bu kaybeden güruhun içerisine dâhil olmaktan korunuruz, kurtuluruz?

1- Tevhid Davasında Mutmain Olmalıyız

Tevhidde mutmain olan mü’minin davadan dökülmesi imkânsız gibidir. Aslında tevhidde mutmainlik, Allah’ın belirlediği her kural ve kanunda mutmainliği getirir. Allah’ın hükmünde mutmainlik ise, o hükme gönül rızası ile teslim olabilmeyi sağlar. Örneğin mirasın taksimine gösterilen rıza, kadının evde erkeğin reisliğine teslimiyeti, cemaatte lidere itaat konusunda gösterilen teslimiyet, tevhidde mutmainlikle direkt olarak alakalıdır. Allah’ın hükmüne teslim olan, Allah’ın belirlediği her türlü (rızık, görev, imtihan vs.) taksimata teslim olur; Allah’ın kaderine rıza gösterir. Böyle mutmain bir kalbe, şeytanın vesvesesi de tesir edemeyecek ve kişi, itaat etmesi gereken her durumda, kalbinde zerre sıkıntı duymadan, yapması gerekeni yapacaktır.

2- Nefsimizi Arındırmamız Gerekiyor

Allah Azze ve Celle: “Nefsini arındıran felah buldu”3 buyuruyor. Rabbimiz Teâla, dökülmeden yola devam edip, yolun sonunda felah bulmanın ve kurtuluşa ermenin, nefsi arındırmakla mümkün olduğunu bildiriyor. Şu bir gerçektir ki, bu kutlu ve zor yolda, insanın başının belasıdır nefis… Dökülenler her ne sebep söylerlerse söylesinler, esasında görünmeyen, perde arkasında var olan gerçek sebeptir nefis… Bu yolda nicelerini iflasa sürükleyen, her daim zapt etmemiz gereken, en yakınımızdaki hatta içimizdeki düşmanımızdır nefis…

3-Allah İle İrtibatımızı Güçlü Tutmamız Gerekiyor

Bunun için:

İbadetlerimizde hassas olmalıyız. 

Allah Azze ve Celle kudsî bir hadiste şöyle buyuruyor: “Kulum bana farz ibadetlerle yaklaşır, nafileleri de yaparsa ben onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, tutan eli olurum. Benimle görür, benimle işitir, benimle yürür, benimle tutar.”4 Bu davada sağlam kalmak isteyen her dava adamı, özellikle farz ibadetlere çok dikkat etmelidir. Çünkü bizi Rabbimize yaklaştıracak olan farz ibadetlerdir. 5 vakit namaz ise bu ibadetlerin başında gelir. Muhterem Hocamız ‘Benim talebem, namaz için otobüsü durdurabilendir’ der. Namazımız mevzu bahis olduğunda, akan sular durmalıdır. Bunun yanı sıra bayan kardeşlerimiz de, farz olan tesettürlerine azami dikkat etmelidirler. Bugün tesettürün takva zannedilen şeklinin (yüz örtme vs. ), takva değil işin fetvası olduğunu bilmeli, ona göre davranmalıdırlar. Yine farz ibadetlerle beraber yapılacak nafileler, bizi bu yolda daha da sağlamlaştıracaktır inşallah. Allah ile gören, işiten, yürüyen, tutan kişi, Allah’ın razı olmayacağı hiçbir işe kalkışmayacaktır.

İhlasa azami dikkat etmeliyiz.

Yaptığımız her bir hizmeti ve dahi ibadeti, daim Allah için yaptığımızı hatırlamalı ve en ufak bir riya bulaştırmamalıyız. Her yaptığımız işin Allah tarafından görülüp gözetlendiğini unutmadığımızda, insanların taltifi veya tenkidi önemsiz hale gelecektir. Tasavvufta bu makama ‘murakabe makamı’ denilir. Yani Allah’ın, kendisini gördüğünü bilerek yaşamak… O beni görüyor, O beni duyuyor diyerek daim Allah ile murakabe halinde olan kul, rahat bir hayat yaşamayacaktır. Bir yanlış yapsa dahi, Allah’tan utanacak ve en kısa zamanda o yanlışı terk edebilecektir. Allah Azze ve Celle günahta ısrar eden, tevbeyi ihmal edenlere, yani rahat davrananlara, bir süre sabredecek, mühlet verecek, ancak daha sonra, verdiği en büyük nimetleri teker teker elinden alacaktır. Bu davada önemli görevlerde bulunanlar, kendileri hakkında daima teyakkuz halinde olmalıdırlar. Hiçbir yanlışlarını küçük görüp, es geçmemelidirler. Onların hatalarının cezası, diğer insanların cezasına benzemeyecektir. Yüksekten düşen, alçaktan düşen gibi olmayacaktır. Özellikle onlar daima Allah’ın Rakîp olduğunu düşünerek, dikkatli yaşamalıdırlar. O’nun gördüğünü bilmekten ziyade hissetmek, hatta O’nun gördüğünü adeta görmek ise, ihsan makamıdır ki, bu makam ihlasta zirve noktadır.
Bu dava için yola çıkmış kardeşlerim! Bu yol engebelerle dolu, çileli bir yoldur. Davada mutmain olmadan, Allah ile irtibatını kuvvetlendirmeden dava yoluna girenler, bu yolda dökülenlerden olacaktır. Sabretmemiz gereken, tahammül etmemiz gereken, zorlanacağımız birçok durum yaşanacaktır. Her ne olursa olsun dökülmeden, ölüm bize gelene kadar bu yolun yolcusu olmak zorundayız. Rabbim yolunu yolumuz eylesin. Rabbim bu kutlu yolda sebat edenlerden eylesin. Rabbim lafla değil, yüreğiyle bu davaya bağlanan ve ömrünü veren kullarından eylesin.

Biz davadan dökülmedik; cemaatten döküldük diyenlere…

Öncelikle bunu iddia edenler, şu soruya samimâne cevap vermek zorundadırlar. Davaya zarar veren, dava adamlarına zulmeden, davayı hâkim kılmaya çalışan cemaatte fitne çıkaran kişi veya kişiler için, halen davada sebat ediyor denilebilir mi? Bu soruya ‘evet’ demek mümkün değildir. O halde böyle kimseler aksini iddia etseler de, dökülmüşlerdir; ancak, belki bunu itiraf etmekte zorlanmaktadırlar. Zaten daha önce yaşanan tecrübeler de bunun ispatıdır. Bu kimseler tüm bu durumlara rağmen, tevbe kapısının açık olduğunu bilmeli, hatalarını itiraf edip, tevbe-i nasuh ile Allah Azze ve Celle’ye tevbe etmelidirler. Elbette bir de kulların hakkı vardır ki, orada da zor durumdadırlar. Bu durumda da yapacakları şey, helalleşmenin bir yolunu bulmaya çalışmak olmalıdır.

1-Kıyame -14,15
2-Tirmizi, Deavât -124
3-Şems -9
4-Buhari, Rikak -38

15 Eylül 2016 Perşembe

Rabbimiz Bizden Kabul Buyur


Rabbimiz Bizden Kabul Buyur

Kurban bayramına yaklaştığımız şu günlerde, kurban ibadetimizi yerine getirmeye hazırlanıyoruz.

Rabbimizin belirlediği her bir ibadet, bize o kadar çok şey öğretiyor ki. Kurban ibadeti de büyük mesajlar ihtiva eden, çok özel bir ibadet. Rabbimize şükrümüzün göstergesi olarak yaptığımız bu ibadet, bir hayvanın kurban edilmesinden çok daha öte manalar ihtiva ediyor: Muhterem Hocamız der ki: “Bir koyunun, yediği ot, içtiği ise pis bir sudur. Böyle olmasına rağmen Allah’a canını verir. İnsanoğluna ise, çok daha temiz ve büyük nimetler verilmiştir. İnsan nasıl olur da Rabbine karşı, bunun şükrünü yerine getirmez! Bir koyun kadar da mı olamayacağız.”

Aslında, bazen bir koyunun kurban olması, bir elmanın güneşin altında kızarması, bir karıncanın durmak bilmeden çalışması, ateş böceğinin etrafını aydınlatmak için gösterdiği çaba, arının bal yaparken kat ettiği yol, hepsi insanoğluna çok şey anlatır. Tüm hayvanât ve nebatât, kısacası kâinat insana hocalık yapar. Onlar hayatlarıyla, gayretleriyle insana çok büyük dersler verirler:

Kâinatta, insanın dışındaki tüm varlıklar, Allah’ın verdiği yetenekleri veya canlarını, Allah’ın istediği doğrultuda seferber edebiliyorlar. Oysa gerek yaratılışta verilen nimetler, gerekse de hayatı idamede sunulan nimetler bakımından, tüm bu varlıkların fevkinde şeref verilen insanoğlu, böyle bir fedakârlık ortaya koyamıyor.

Bize, fedakârlığın en büyüğünü canını vererek gösteren kurbanlarımız, Allah yolunda ortaya koyacağımız fedakârlığın ne derecede olması gerektiğini öğretiyor.

Bugün milyonlarca şehit veren Ümmet-i Muhammed, zorunlu olarak böyle bir fedakârlık ortaya koymaktadır. Muhterem Hocamız, bu şehitlerimizin kanının ümmet ağacını yeşerteceğini, besleyeceğini söyler. Irak’ta ölen 1,5 milyon insanımız; Suriye’de ölen 500 bine yakın erkeğimiz, kadınımız, çocuğumuz; Filistin’de öldürülen binlerce gencimiz… Koca ümmet ağacına, kan-can olacaktır inşallah. Koyunun akan kanına kıymet veren Allah Azze ve Celle, en şerefli varlık olan insanın oluk oluk akan kanına kıymet vermez mi? Elbette kıymet verecektir.

Rabbimiz, Âl-i İmran Suresi 140. ayeti kerimede şöyle buyurur:

‘Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri (iyi ve kötü günleri) biz, insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.’

Yukarıdaki ayette Rabbimiz, kendi yolunda hakka şahitlik edecek şehitlerin, can verenlerin olacağını bildiriyor. Yani ‘Eşhedü: Ben şahidim’ iddiasını, canıyla ispat edecek kullarının varlığından bahsediyor. Bugün dünyada, sadece Müslüman oldukları için öldürülen insanlar, isteyerek olmasa da, böyle bir şehadeti yaşamaktadırlar. Ve elbette şehittirler; şahittirler. Müslüman oldukları için öldürüldüklerine şahittirler… Kâfirin zulmünün ne boyutlara ulaştığına şahittirler… Ahir zamanda, sadece Müslüman olmanın bile, çok büyük bedeller ödemeye değer olduğuna şahittirler…

Rabbimiz, Müslüman oldukları için öldürülen bu milyonlarca kardeşimizin neden şehit edildiğini ise, 141. ayetiyle açıklıyor. Ve buyuruyor ki: ‘(Yine bu) Allah’ın, iman edenleri arındırması ve inkâr edenleri yok etmesi içindir.’ Ayetteki ‘iman edenleri arındırması için’ ifadesinden anlıyoruz ki, milyonlarca şehit vermemizin sebeb-i hikmeti, ümmet olarak yaptığımız günahlardır. En azından son 100 yıldır (esasında son 300 yıldır), Allah’tan uzaklaşarak, dünyaya dalarak, gaflete düşerek, tembellik yaparak yaptığımız tüm günahların kefareti milyonlarca kurban vererek belki ödenecektir. Yani bunca şehit, ümmetin günahının kefaretini ödemektedir. Rabbimiz, milyonlarca kurbanımızı, katında kefaret olarak kabul eylesin de, artık bu ümmetin günahlarını affeylesin inşaAllah… Amin…

Ayetin sonundaki ‘… Ve inkâr edenleri yok etmesi içindir.’ ifadesi ise gerçekten ilginçtir. Bizim şehit olmamız, kâfirin yok olmasını nasıl sağlayacak? ‘Yani, öldürülen biz olacağız ama yok olan kâfir olacak. Bu nasıl mümkün olacak? İlk bakışta tezat gibi gelen bu durum, Muhterem Hocamızın şu sözleriyle, çok güzel bir şekilde anlaşılmaktadır: ‘Şehitlerin akan kanı, ümmet ağacının yeşermesine vesile olacaktır… Ey şehit ardından nesiller yürüsün…’ Bu ümmetin tüm şehitleri, ümmetin uyanışına/dirilişine vesile olacaktır. Bir topluluğun içinden bu kadar canlar gider de, o topluluk uyanmaz mı? Uyanmazsa yazıklar olsun! Bu ümmet bu kadar şehide rağmen, bu kadar akan kana rağmen, geleceğimiz, ümidimiz olan çocuklarımızın dahi şehit edilmesine rağmen uyanmıyorsa, bu ümmete yazıklar olsun! Eğer uyanışımız hızlanmazsa, eğer gafletten bir an önce sıyrılmazsak, o şehitlerimiz, kıyamet günü, bizim aleyhimize de şahitlik edeceklerdir.

Milyonlarca şehidimiz bizi uyandıracak… Bu ümmet peygamberine yakışır şekilde: ‘Uyku devri çoktan geçti’ deyip, cehde- gayrete gelecek. Biz öldükçe dirileceğiz… Biz öldükçe, kâfir yok olmaya mahkûm olacak.

Ve bir de, bu ümmetin öyle kurbanları var ki, onlar gönüllü. Gönüllü olarak, vaktini tam zamanlı olarak Allah’a verenler… Gençliğini, Allah yoluna kurban edenler… Rahatını- huzurunu, Allah’ın davası için bozanlar… Mallarını bu yolda tasadduk edenler… Evlatlarını bu davaya adayanlar… İşte bunlar da ellerindekini Allah’a kurban edenler sınıfındandır inşaAllah.
Habil gibi, elindekinin kötüsünü değil en iyisini verenlerin kurbanını Allah kabul etmez mi? Yaşlılığını değil gençliğini verenlerin, candan öte varlıkları olan evlatlarını adayanların, ahiret için dünyevi istikballerini kurban edenlerin kurbanlarını, Allah kabul etmez mi? Elindeki en kıymetli varlığı evladı olan ve o en kıymetliyi Allah yoluna adayan Hanne gibi bizler de diyoruz ki: Rabbimiz, elimizdekileri hür olarak sana adıyoruz… Rabbimiz, bizden kabul buyur. Amin…

17 Temmuz 2016 Pazar

Neydik; Ne Olduk?


Bu yazıda direkt olarak bizden değil ama bizim cenahın insanlarından bahsedeceğim…

Bir zamanlar, İslami kesim olarak ideallerimiz vardı… Bir zamanlar, her ne kadar aramızda ihtilaflı mevzular olsa da, kardeş olduğumuzun nispeten farkındaydık… Bir zamanlar, Amerika ‘büyük şeytan,’ İsrail kadim düşmanımızdı ve ‘Filistin’ diye bir davamız-derdimiz vardı… Bir zamanlar, toplumun değişmesine dair, devletin dönüşmesine dair hayallerimiz vardı… Bir zamanlar laikliği dinsizlik, demokrasiyi aldatmaca olarak görür, alabildiğine eleştirirdik… Bir zamanlar İslamcı idik, muhaliftik… Savrulduk… 

Bugün gelinen noktada dünkü söylemlerin, ideallerin hiçbirisi kalmadı. Tüm bunların yerini devletçi, menfaatçi, düşmanla işbirlikçi, ilkesiz; İslam’ı bir ideal olarak değil de, bir göz boyama veya taraftar toplama aracı olarak gören, çok aşağılık bir zihniyet aldı.

Bizim kesimin büyük bir kısmı, nasıl bu hale geldi? Aslında bugünkü vahim durumu anlamak için dünü, geçmişi iyi tahlil etmek gerekiyor. İslami söylemleri ve idealleri olan bu kesim, temel noktalarda, aslında baştan beri problemliydi. Baştan beri tevhid söylemi net anlaşılmadı, net anlatılmadı ve tevhidin hâkimiyeti gibi bir niyet hiçbir zaman taşınmadı. Söylemler, hedefler her ne kadar İslami olsa da, sathi meselelerden öteye geçmedi, temelli ve köktenci olmadı. Türkiye’nin kalkınmasını önceleyen söylemler, İslami söylemlerle harmanlanarak toplumdan destek istendi. Bu söylemlerden etkilenen halk desteğini verse de, bu destek veriş halkın İslami anlamda değişmesini, şuur kazanmasını sağlamadı.

Aslında sadece taraftar olan ve eğitilmeyen halk, onların da işine geliyordu. Çünkü eğitimsiz bir halkı yönlendirmek çok daha kolay olacaktı. Bugün gelinen noktada, bu konuda ne kadar isabetli olduklarını görüyoruz. Bilinçli bir şekilde, eğitimsiz ve bilinçsiz bırakılan halk, adeta koyun gibi güdülür hale getirildi. Ülkede neler oluyor neler, bu bilinçsiz halk kitlesi, sanki hiçbir şey olmamış gibi rahat bir şekilde hayatına devam edebiliyor. İnsanların bu hali, ülkesi için kaygılanan insanlara, akla zarar bir durum yaşatıyor. Maalesef bu insanlar, yapılan ikazlara kulak asmıyorlar; anlatılan zulümleri tınmıyorlar; ortaya konulan gayr-ı İslami uygulamaları ‘vardır bir hikmeti’ diyerek tevil edebiliyorlar… İşte işin zor tarafı, meselelere böyle bakan, adeta uyuşturulmuş gibi duyarsızlaşan bir halkı, uyandırmaya çalışmak.

Böyle mi olmalıydı?

Bugün dünyada bir şeylerin düzelmesi için, neredeyse denenmedik beşeri reçete kalmadı. Defalarca denenmiş, yetersiz ve çaresizliği ortaya çıkmış beşer kanunlarına isyan eden insanların, kimi zaman aleni kimi zaman da gizliden gizliye var olan şeriat istekleri, Müslümanların yaşattığı hayal kırıklıkları sebebiyle törpülenmiştir. İnsanlar her ne kadar İslam’dan ürktüklerini söyleseler de veya insanlara ‘İslamofobi/şeriatfobi’ verilmeye çalışılsa da, akılların bir köşesinde ‘belki de Müslümanlar geldiğinde bir şeyler değişebilir’ düşüncesi vardı. İslami kesimin zaten en büyük iddiası buydu. ‘Biz gelirsek her şey düzelecek’ diyorduk.
Ve gün geldi, bizimkiler iktidar oldu. Ancak durum, hiç de iddia edilen gibi olmadı. Memleketin başına Müslümanlar, namaz kılanlar geçti ancak memlekete adalet gelmedi. Müslümanlar iktidar oldu ancak, memlekette ahlaksızlık düzelmedi; terör bitmedi; cinayetler, intiharlar azalmadı; toplumsal huzur, barış gerçekleşmedi… Hatta Müslümanların iktidara gelmesiyle tüm bu sorunlar azalmak bir yana, artarak devam etti. Yaşanılan bu durumlardan dolayı, İslam’dan medet uman insanlar, çok büyük hayal kırıklıkları yaşadı. Bu insanlara, bu hayal kırıklığını yaşatmak büyük bir vebaldir. Çünkü hayal kırıklıkları ümitsizliği, ümitsizlik de inanılan değerler uğrunda çalışma isteğini yok eder.

Nerede hata yapıldı?

Bizim cenahın iktidara gelenleri hemen her konuda hata yaptı. Onların arkasından giden bir çok kesim, zenginiyle fakiriyle, âlimiyle aydınıyla, yapılan hatalara destek vererek veya sessiz kalarak onların vebaline ortak oldu.

Cumartesi yasağını çiğneyenlerin anlatıldığı kıssadaki 3 sınıf1 insan oluştu: Günahı işleyenler, günaha sessiz kalanlar ve günahkârları uyaranlar…
İşte biz bu günahkârları, en yüksek perdeden uyaran o grubuz (inşallah.) Bize: ‘Siz ne yapabilirsiniz ki, sayınız ve gücünüz bu kadar azken neyi düzeltebilirsiniz?’diye soranlara, 3 cevabımız var:
1- Bütün Peygamberler, sayılarının ve güçlerinin az olmasına rağmen anlatmaya, mücadele etmeye devam etmişlerdir. Bizler de eğer, Peygamberlerin yolundan gitmek istiyorsak, onlar gibi, azimle, cesaretle hakkı/hakikati anlatmaya devam etmek zorundayız.
2- Rabbimiz Teala : “Öğüt ver, çünkü öğüt mü’mine fayda verir”2 buyurmaktadır. Rabbimizin bu düsturuna kulak verip, kalbinde zerre kadar da olsa iman olan kardeşlerimize ikaz ve uyarının fayda vereceğini ümit ederek, anlatmaya devam etmek zorundayız.
3- Tıpkı Cumartesi yasağını çiğneyenleri ikaz edenlerin dediği gibi “(Kıyamet günü) Rabbimize mazeretimiz olsun diye,” yani “biz uyardık; onlar dinlemedi” diyebilmek için anlatmak zorundayız.
Bu günahkâr güruh, İslam’ın prensiplerini hem kendi hayatlarında hem de devlet yönetiminde defalarca çiğnedi. Haramlara girdiler, haramlara imzalar attılar. Devleti İslamlaştırmak bir yana, laik sistemin savunucusu hatta bekçisi, hamisi durumuna geldiler.

Bu güruh kendi menfaatlerini İslam’ın ve de halkın menfaatlerinin önüne geçirdi. Elde ettikleri makamları kullanarak kendilerini ve ailelerini zengin ettiler. Yaşam tarzı olarak da görgüsüz ve lüks yaşantıları toplumda bir mide bulantısı oluşturdu.

Bu güruh, dost-düşman ayrımını yapamadı. Gerek kendi yol arkadaşlarını, davadaşlarını, gerekse de kendilerine destek olmasalar da aynı cenahın insanı olan din kardeşlerini düşman ilan ettiler. Hakiki düşmanlarını ise, dost ilan edip, onları kollamaya, desteklemeye, makamlara getirmeye başladılar. Din/dindar düşmanları, memleketin karar mercii haline getirildi. Bunlar da ilk icraat olarak cemaatlere savaş ilan etti.

Dış politikada da bu ayrım bir türlü becerilemedi. Bunların ağzından ‘Müttefikimiz Amerika’, ‘Dostum Obama’, ‘Dostumuz İsrail’ ifadelerini sıklıkla duymaya başladık. Dost-düşman ayrımı konusunda kafaları o kadar karıştı ki, dün; ‘Kardeşim Esad’, ‘Dostum Putin’ dediklerine bir süre sonra; ‘Eeey Esad! Eeey Rusya! Eeey Putin!’ diye seslenmeye başladılar. Bugün ise yeniden; ‘Dostum Putin’, ‘Kardeşim Esad’ demeye hazırlanıyorlar.

Bu güruh, memlekette zaten olmayan adalet anlayışının daha da dibe vurmasını sağladı. Bunların döneminde, toplumun adalete güveni %20 oranının dahi altına geriledi. Biz bunlardan İslam’ın adalet anlayışını getirmelerini beklemedik. Onlardan bunu beklemek safdilliğin ötesinde, ahmaklık olurdu. Ancak, dinin de aklın da kabul edeceği temel hukuk kuralları, haklı-haksız, suçlu-suçsuz ayrımı yerle yeksan oldu.

Daha burada yazamayacağımız kadar çok hata yapıldı. Tüm bunların sonucunda, yapılan tüm yanlışlar İslam’a mâl edilmeye başlandı. Dünyada var olan haksızlıklara yıllarca, ‘çözüm İslam’da’ diye haykıranlar, kendi elleriyle haksızlıklar yapmaya başladı… Yapılan zulümlere yıllarca karşı çıkan ve ‘mazlumun yanında, zalimin karşısındayız’ diyenler, kendi elleriyle zulümler yapmaya başladı… Yapılan adaletsizliklere yıllarca ‘adalet-hakkaniyet İslam’da’ diyenler, kendi elleriyle adaletin terazisiyle oynadılar…

İslami kesimin şuurluları ve ideallerinden asla vazgeçmeyenleri olarak, bizim cenahın içinden çıkan ancak artık bizden olmaktan fersah fersah uzaklaşmış bu insanlardan beri olduğumuzu ve onlardan utandığımızı ilan ediyoruz. Evet, utanıyoruz, bunlar bizim içimizden çıktı. Bizim insanımızı bir taraftan; ‘Artık İslam’ın hakimiyetine ihtiyaç yok,’ ‘laiklik çok da kötü bir şey değil’ noktasına getiren, diğer taraftan lüks yaşantıya özendiren, menfaatperest yapan bu zihniyetten utanıyoruz. İslami kesimin değer ve ideallerini altüst edenlere, bunca yılın bilinçlendirme çabasını, emeğini çar çur edenlere hakkımızı helal etmiyoruz. Ancak sadece utanmanın veya öfkelenmenin yeterli olmadığının da farkındayız. Bundan dolayı, İslam’a verilen zararları anlatmaya devam edeceğiz… Bundan dolayı, İslamcılık anlayışını yozlaştıran bu zihniyet hakkında Müslüman halkımızı uyarmaya devam edeceğiz… Bundan dolayı, Tevhid davasını hakim kılmaya çalışan hareketimize yapılan engellemeleri her fırsatta haykırmaya devam edeceğiz…

1- Bakara, Nisa, Araf
2- Zariyat 55

9 Mart 2016 Çarşamba

İnsanlık Öldü; Yaşasın Hümanizm!


İnsanlık Öldü; Yaşasın Hümanizm!

Bugün Batı Medeniyeti’nde, insanlığa ve insancıllığa bakışın son durumunu özetleyen bir cümle:İnsanlık Öldü; Yaşasın Hümanizm! 

Rönesans’la birlikte ortaya çıkan hümanizm akımı, batının, dinin ortaya koyduğu değerlerden insan aklının ortaya koyduğu değerlere yönelimidir. Muharref İncil’in insan fıtratına ters düşen öğretilerinden sıyrılan batılı filozof ve bilim adamları, hümanizm ile aklı ve bilimi, bilginin ve hakikatin gerçek kaynağı olarak görmeye başladılar. Bunun sonucunda, insan aklı kutsalın yerini aldı. Yani hümanizm, Hristiyanlığı ve dahi tüm dinleri dışlayan, insanı kutsayan bir hareketin adıdır. Kavram olarak her ne kadar Rönesans’la ortaya çıkıp, 19. Yüzyılda popüler hale gelse de, batı felsefesinin temelinin atıldığı antik Yunan’dan itibaren var olduğu anlaşılmaktadır. Batılı Filozof Ernest Renan’ın şu cümleleri hümanizmin temelde nasıl bir akım olduğunu ve neyi hedeflediğini ortaya koymaktadır: “Yürekten inanıyorum ki geleceğin dini, katıksız hümanizm olacaktır… Belli bir şekle bürünmeyecek bu inanç, akıldan başka kılavuz tanımayan, dünyada gönlünce yaşayan geniş hür bir ilimdir… İşte insanlığı kanatlandıracak inanç budur.”1

‘İnsan’ diyerek yola çıkan bu din düşmanı seküler hümanistler, insanın ruhunu öldürmüşler; insanı kuru akla, bilime ve nefse köle yaparak büyük zararlar vermişlerdir. İnsan, ruhu adeta çekilip alınmış, ölmeden önce öldürülmüş, yaşar gibi görünen, ucube bir varlığa dönüştürülmüştür. İşin garip olan, ancak artık garipsemediğimiz tarafı ise, Batılı ideolog ve düşünürler ne zaman bir kavram ortaya atsalar, o kavramın tam tersi bir sonuçla karşı karşıya kalınması durumudur. Yani ortaya atılan tez, pratikte kendi antitezini yaşamaktadır. Cemil Meriç hümanizm için ‘kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun’2 der. Tıpkı demokrasi, özgürlük, feminizm gibi… Hümanizm de kuru bir iddiadan, bir kandırmacadan, daha da ötesi insana ve insanlığa zarar vermekten başka bir anlam ihtiva etmemektedir.

Hümanizmin öncülerinden Protagoras: ‘İnsan her şeyin ölçüsüdür’ der. Dini insanın hayatından çıkararak, ölçüyü Allah’tan değil de insandan almak gerektiğini söyleyen hümanistler, bu düşünce ile insanı yücelttiklerini, kölelikten kurtardıklarını, kısacası insanperest olduklarını iddia etmektedirler. Oysa ölçüyü Halık’tan değil de mahlûktan alan bu zihniyet sayesinde, insanoğlunun dengesi bozulmuş ve kantarın topuzu kaçırılmıştır.

Her ne kadar ‘hümanizm’ akımının tek manası ‘insanperestlik veya insancıllık’ olmasa da, bugün bu kavram yaygın olarak bu anlamda kullanılmaktadır. Biz de yazımızda, hümanizmin biraz da bu yaygın anlamını kastederek, batının ne kadar hümanist yani; insancıl ve insana değer veren bir medeniyet olup-olmadığını anlatmaya çalışacağız.

Hümanizm akımının ortaya çıktığı ve pratik olarak uygulandığı iddia edilen batı toplumuna baktığımız zaman ne kadar insanperest olduklarını(!) kolayca anlayabiliriz. Kendisini hümanist olarak tanımlayan batı, kendi insanına ne kadar değer vermektedir? Bu medeniyet kendi insanını manevi değerlerden uzaklaştırarak, nefsi ilahlaştırmıştır. Nefsi ilahlaşan insan, bu ilahın kölesi durumuna düşmüştür. Yani Allah’a kul olup eşrefi mahlûkat olabilecek insan, aşağılık duygulara köle olup esfele safiline düşürülmüştür. Ve böylece insan, değerini kaybetmiştir. Onların anladığı hümanizm, gerçekten insanı yücelten, ona değer veren bir anlayış olsaydı, onu nefsinin kölesi haline getirmezdi. İslamiyet ile elmas değerine çıkarılan insan, hümanizmin köleleştirmesiyle cam parçası gibi değersizleştirilmiştir. Batının insanı getirdiği nokta ortadadır. Madden modern ve rahat bir hayat yaşayan, güzel şehirlerde güzel evlerde refah içerisinde keyiflenen insan, ruhi fukaralığın içerisinde kıvranmaktadır. Nasıl mutlu olacağını, geleceğe dair ümidini neyin yeşerteceğini, kalbini aklını nasıl mutmain edeceğini bilememekte ve bu durum onu şuursuzca, adeta başı kesilmiş tavuk gibi, bir o tarafa bir bu tarafa savurmaktadır. Batıda insanlık, insanın eliyle öldürülmüştür. Hümanizm safsatasıyla diriltilmeye çalışılsa da, ağacın kendi kurdu ağacı yok etmeye devam etmektedir.

İnsancıl olduğunu iddia eden bu medeniyet, insanlarını bireyselci ve egoist yapmıştır. Sadece kendilerini düşünen ve kendi hayatlarını yaşayan bu insanlar, komşularını, akrabalarını, hatta anne babalarını ve çocuklarını dahi, hayatlarının bir parçası olarak görmemektedirler. ‘Kreş eken, huzurevi biçer’ sözü biraz da onların bu durumunu özetlemektedir. Evlat kıymeti bilmeyen ve çocuklarıyla haşır neşir olurken kalpleri yumuşamayan bu insanlar, insan kıymeti bilebilirler mi? Milyonlarca insanın öldürülmesini umursayabilirler mi? Mümkün değil. Avrupa’ya giden ve oradaki insanların birbirlerine selam verdiğini gören bazı Müslümanlar, onlardaki insan sevgisinin bizimkinden daha fazla olduğunu zannetmektedirler. Evet, bazen görüntü, özü kamufle eder. Devasa bir ağaç çok mahir bir şekilde içindeki çürüğü, özündeki kofluğu göstermeyebilir. Tıpkı oradaki yolların temizliğine bakıp, gerek temizlik anlayışının gerekse de medeniyetin oralarda var olduğunu zannedenlerin düştüğü yanılgı gibi. Birbirlerine gülümseyen, sabahları ‘günaydın’ diyen bu insanların, birbirlerine karşı başka da eyvallahları olmamaktadır. Komşusundan günlerce hatta yıllarca ses-seda çıkmadığı halde onu merak etmeyen; annesinin öldüğünü huzurevinden gelen telefonla öğrenen; 18 yaşını geçmiş çocuğunun işten çıkarıldığından, aç bilaç bir durumda olduğundan habersiz olan veya haberi olsa dahi kendini ona yardım etmeye mecbur hissetmeyen insancıklar diyarı Avrupa…

Hümanizm ile insana değer verdiğini iddia eden, bu yalanlar diyarı sözde medeniyet, feminizm ile de kadına değer verdiğini, onun haklarını koruduğunu iddia etmektedir. Bu medeniyet yalanlar ve akıl oyunlarıyla, içi boş kavramlarla insanları koca bir girdabın içine sürükleyip yok etmektedir. Feminizm girdabına kapılan kadınlar, kadın olmaktan çıkarılıp erkekleştirildikleri gibi, insanlıktan da çıkarılıp eciş-bücüş bir varlığa dönüştürülmüştür. Bir taraftan adeta bir süs bebeğine dönüştürülen kadın, dışı boyalı içi kof bir halde, kişiliğini, akli melekelerini, yeteneklerini ve fıtri özelliklerini kaybetmektedir. Diğer taraftan ise, erkeklerle aynı kulvarda koşturulmakta, asli görevlerinin üstüne bir de para kazanma görevi yüklenerek hayattan bezmesi sağlanmaktadır. Avrupa, Amerika ve tüm gayr-ı İslamî toplumlar, erkeklerle eşit ama adaletin zerresinin olmadığı, mutsuz kadınlar diyarıdır; parası cebinde ama ekonomik özgürlükle de huzuru bulamayan, huzursuz kadınlar diyarıdır; özgür gibi görünen ama hakikatte bin bir çeşit prangayla esir edilmiş kadınlar diyarıdır… İşte hümanizmin de bir parçası olan feminizm, insanı bozmaya ahdeden bu akımın, kadını bozmak için özel bir çaba gösterdiğinin kanıtıdır. Çünkü değeri düşürülmüş kadınların yaşadığı bir toplumun, değerlere sahip, ahlaken ve manen güçlü bir toplum oluşturması mümkün olmayacaktır. İşte materyalist/hümanist kuramcıların idealindeki toplum, tam da böyle bir toplumdur.

Hümanizmi kendi ülkelerinde bu şekilde tatbik eden bu sözde insancıllar, yüz yıllardır Afrika’ya, oradaki milyonlara yaptıkları muameleyle de, ne kadar insanperest olduklarını(!) ispatlamaktadırlar. Bunlar hümanizm diye diye hırsızlığa, talana devam ettiler. Hümanizm bunları insan yapmadı bilakis, yamyam yaptı; kan emici vampir yaptı. Bunlar keşke hiç ‘insan! insan!’ demeselerdi; bunlar keşke hiç insanperest olmasalardı. Böyle diye diye kendilerini ilahlaştırıp, diğer tüm toplumları kendilerinin kölesi olarak kategorize ettiler. Hümanizmin Darwinizm’den etkilenen fikir adamları ‘Batı insanı maymundan insana tam olarak dönüşmüş yani, hakiki insan formunu tamamlamıştır. Diğer insanlar ise bu dönüşümü tam olarak gerçekleştirememiş kitlelerden ibarettir’ demektedirler. İnsana, milyarlarca insana böyle bakan bir zihniyetten insancıllık bekleyene yazıklar olsun! Bu insan müsveddeleri sana –bana insan nazarıyla bakmıyor! Sen ise hâlâ medeniyetin, insancıllığın onda olduğunu zannediyorsun; onun yanında aşağılık kompleksine kapılıyorsun; kendi medeniyetinden utanıyorsun; Pes!

Ve bu insanperest batının Ortadoğu’daki milyonlara yaşattığı zulümler… Milyonlar öldürüldü… Öldürülenler insan… Rabbimizin her birine bir âlem kadar kıymet verdiği insan… İnsana değer veren, insanın üzerine bombalar atar mı? İnsana değer veren çocuk öldürür mü? İnsana değer veren kapısına geleni kovar mı? İnsanları hem evlerinde yaşayamaz hale getireceksin, hem de mecburen senin kapına dayanana kapını açmayacaksın? Siz hümanistler! Bu dünyanın ve insanlığın başına gelen en büyük belasınız! Siz insanlara koca dünyayı dar eden, en büyük insanlık düşmanısınız! Siz hiç hümanist olmayın! Çünkü hümanist oldukça vuruyorsunuz; bozuyorsunuz; öldürüyorsunuz.

Batı’nın insana ne kadar kıymet verdiğini karnı aç, ayağı çıplak, çocuğu hasta, beslenmeden, eğitimden, temiz bir sudan dahi yoksun Afrikalıya sor; cevabı net alırsın… Memleketi yıllardır işgal edilen, toprakları her gün küçülen, her an ölüm veya hapis korkusuyla yaşayan bir Filistinli gence sor; cevabı net alırsın… Bombalardan kaçan, ölüm pahasına Ege Denizi’ni aşan, Avrupa kapılarında ‘kapıyı açarlar mı’ diye beklerken, yeni doğmuş bebeğini buz gibi havada pet şişedeki buz gibi suyla yıkayan anneye sor; cevabı net alırsın…
Hz. Ali Radıyallahu Anh; “İnsanlık bir nimettir herkese nasip olmaz” der. Şu bir gerçektir ki, insanlık Batı’ya nasip olmamıştır. Ancak, Batı’ya hayranlık duyan ve git gide onlara benzeyen bizim insanımız insanlıkta hangi noktadadır? Bu sorunun cevabını da sizlere bırakıyorum.

1- Ernest Renan: İlmin Geleceği
2- Hisar Dergisi

14 Şubat 2016 Pazar

Demokrasi’de Fikir Özgürlüğüne Bakış


Demokrasi’de Fikir Özgürlüğüne Bakış


Fikir Özgürlüğünün Tanımı ve Önemi

Özgürlük, üzerinde çokça tartışılan, kimi çevrelerin birçok problemin çözümü, kimilerinin ise problemlerin kaynağı olarak gördüğü bir kavramdır. Bu yazımızda ‘özgürlük’ kavramını genel anlamda anlatmaktan ziyade, özellikle batı demokrasilerinde var olduğuna inanılan ‘fikir/düşünce özgürlüğü’ üzerinde duracağız.
Yazımızda ele alacağımız ‘düşünce özgürlüğü’ veya ‘fikir özgürlüğü’ ifadesinden kastımız, insanın zihninde var olan ve kaleme, konuşmaya veya hayata geçirmediği zihinsel düşüncelerini yani ‘düşünme özgürlüğünü' kastetmiyoruz. Çünkü insan aklı en olmadık düşünceleri veya en uç fikirleri dahi düşünebilir ve bu düşüncelere, hiçbir bir sistem veya kişi engel koyamaz. Kişinin zihinsel düşüncesindeki marazlı fikirlere ket vuracak, engel olacak en büyük güç, iman ve ilimdir. Ancak, düşündüklerini bir fikir olarak ortaya koyma, konuşarak aktarma veya yaşayarak empoze etme olan ‘düşünce veya fikir özgürlüğü’ çok daha farklı bir konudur. Burada ele alacağımız nokta da, meselenin bu tarafıdır.

Şu bir gerçektir ki fikrin üretilmediği, ictihadın yapılmadığı, özgür ortamlarda istişarelerin olmadığı, fikrî tartışmaların yaşanmadığı, eleştirilere tahammülün ortadan kalktığı, hatta bazen ihtilafların oluşmadığı toplumların dinamik kalması, çağı yakalaması ve kendini devamlı olarak yenilemesi/kurması mümkün değildir.
Çünkü farklı fikirlerin ve dahi ihtilafların yaşanmadığı toplumlarda, zamanla fikri durağanlık ve düşünce donukluğu yaşanacaktır. Bunun sonucunda ise, toplum keşfetme ve üretme dinamizmini kaybedecek ve zamanla geriye gidiş ve yenilgi kaçınılmaz bir hal alacaktır. Bir toplumun madden veya manen yükselmesinin yolu, düşünen bir toplum olmasıyla çok alakalıdır.
Kişisel bazda ele aldığımızda da, düşünmenin/ fikretmenin kişiyi geliştiren en önemli eylem olduğunu görüyoruz. Hayatını değiştirmiş, davası için harekete geçmiş her insanın, öncelikle bir tefekkür yani fikretme, düşünme döneminden geçtiği tecrübelerle sabittir.
Düşünmek, fikir üretmek birey ve toplum için bu kadar önemli ise, o zaman demokrasinin fikri özgür bırakması, ‘fikir özgürlüğü’ nü olmazsa olmaz kabul etmesi, bu ideolojinin haklılığını ortaya koymaktadır. Öyle mi? Bu soruya hakkaniyetli bir cevap vermek için demokrasilerde fikir özgürlüğünden neyin kastedildiğine ve pratikte nasıl uygulandığına bakmak gerekiyor.

Demokraside ‘FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ’nün Tanımı ve Pratiği

‘Düşünce özgürlüğü, demokrasinin temel ilkesidir. İnsan haklarına ilişkin bütün belgelerde ilk sırada vurgulanmıştır. Kimsenin müdahalesi olmadan her fert istediğini düşünme, açıklama, ifade etme, tartışma, yayınlama özgürlüğüne sahiptir. Bu ilke demokratik toplumlarda temel uzlaşma ilkesi olmuştur.’1
Demokrasinin beşiği olan Avrupa’da, en ideal kanunların var olduğuna inanılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) göre, ‘düşünce, vicdan ve din özgürlüğü’nün 9. Madde ile teminat altına alındığı iddia edilmektedir.
Madde 9: Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü:
1. Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.
2. Din veya inancını açıklama özgürlüğü ancak kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.”2
9. maddenin 1. Bölümünde ‘düşünce ve din özgürlüğü’nü teminat altına aldığını söyleyen Avrupa, maddenin 2. Bölümünde bu özgürlüğün, bazı şartlara bağlı olduğunu belirterek sınırlandırmalar getirmiştir.

Bu sözleşmeye bağlı olduğunu söyleyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ nin özellikle Müslümanların düşünce ve inançlarına özgürlük söz konusu olduğunda, kendi koyduğu yasayı kendisinin ihlal ettiğini veya işine gelmeyen konularda maddenin 2. Bölümüne dayandırarak özgürlükler aleyhine kararlar aldığını görüyoruz. Buna dair yüzlerce örnek kayıtlarda mevcuttur. Ancak bu adaletsiz ve ikiyüzlü mahkemenin, başörtüsü yasağına dönük yapılan başvurulara dair aldığı kararlar, Avrupa’nın gerçek yüzünü ve özgürlük anlayışını alenen ortaya koymaktadır.
Başörtüsünden dolayı okuldan atılan öğrencilerin ‘düşünce, eğitim ve din özgürlüğünün ihlal edildiği’ni gerekçe göstererek yaptığı başvuruları değerlendiren AİHM, davanın temyizinde de, oy birliği ile başörtüsü aleyhine karar verdi. Davayı 7 yıl sonra hükme bağlayan AİHM, kararın gerekçesini şu maddelerle açıkladı:

1- Türkiye’nin kendine özgü şartları vardır.
2- Demokrasi ve laikliği korumak için böyle yasaklar gerekli olabilir.
3- Bu yasak, başını örtmeyenlerin haklarını korumak için gerekli görülmüş olabilir.
4- Devlet böylece hiçbir dine yakınlık göstermemiş olmaktadır.
5- Başörtülü kızlar okula başladıklarında kıyafet yönetmeliğine uymadıklarında atılacaklarını biliyorlardı.

Düşünce ve fikir özgürlüğüne bu tipik bakış, Avrupa’nın gerçek zihniyetinin ve çifte standardının tescilidir. Kendine demokrat olan Batı, fikir özgürlüğü konusunda da kendine özgürlükçüdür. Batının ahlaki(!) değerleriyle uyuşan konularda alabildiğine özgürlük diyenler, söz konusu olan İslamî değerler olduğunda, envai çeşit gerekçelerle yasakçı bir zihniyete bürünebiliyor.

Fikir Özgürlüğüne ‘SEKÜLERİZM’* Şartı

Demokratik sistemlerin olmazsa olmazı kabul edilen fikir özgürlüğü, sekülerizm şartı ile fikri, sadece dinin olmadığı konularda özgür bırakmıştır. Yani Avrupa’da dinsiz fikirler özgür, dine dayalı düşünceler ise esaret altına alınabilecek, yasaklanabilecek düşüncelerdir. Böylece ‘Fikir özgürlüğü’nü sekülerizme göbekten bağlamışlardır.

Aklı bile özgür bırakmayıp seküler mantıkla düşünmesini sağlayan, böylece aklı materyalizmin esiri yapanlar, hangi özgürlükten bahsedebilirler? Böyle esaret içerisinde düşünen bir aklın doğruya, güzele, insanlığın hayrına olacak sonuçlara ulaşabilmesi mümkün müdür?
Elbette mümkün değildir. Bu dinsiz-marazlı özgür akıllarıyla düşenen insanların yaşadığı toplumdan: Düşünüp düşünüp de ahlaksızlıkları bulanlar; düşünüp düşünüp nereye ne zarar vereceğini planlayanlar; düşünüp düşünüp insanı nasıl bozacağının yollarını keşfedenler; düşünüp- taşınıp küfürde kemale erenler türemiştir. Bugün dünya ne çekiyorsa işte bu seküler akıllarıyla özgürce düşünenlerden çekiyor.

Oysa fikrin dini- imanı, ahlaklısı- ahlaksızı vardır. Batı bu ayrımı, olması gerekenin tam tersi şekilde yapmaktadır. Seküler aklı özgür bırakıp, selim aklı yasaklamaktadır. Dinsiz akıl imansız kalple bir araya geldiğinde ise, hikmetsiz fikirler türemeye başlamıştır.
İşte batı demokrasisinin bu hikmetsiz ve ahlaksız fikirlere tanıdığı hürriyet, onun çöküşünü hızlandıran en önemli etkenlerden olacaktır. Fikrin kontrolsüz özgürlüğünü savunan demokrasi, zıvanadan çıkmış hayat tarzlarını türetmiştir. Homoseksüel evliliklere izin veren, bu evlilikleri meşru gören zihniyet, toplumun çekirdeği konumundaki aileyi, yani toplumun temelini dinamitlemiştir. İnsanın kendi kendisine zarar vermesinin ötesinde başkalarının hayatlarını da tehdit eden içkinin, toplumu ve nesli ifsat eden zinanın ve envai çeşit ahlaksızlığın fikir özgürlüğü olarak değerlendirildiği demokratik sistemler, kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamaktadırlar.

Demokrasinin ‘FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ’ Konusundaki İki Yüzlülüğü

İki yüzlü batı demokrasilerinde, düşünce özgürlüğü konusunda da çifte standart ve iki yüzlülük vardır. Batıda ahlaksızlığı savunmanın hatta savunmanın ötesinde ahlaksızlığı diz boyu yaşamanın, empoze etmenin hiçbir cezası yoktur. Tüm bunlar fikir özgürlüğü veya kişisel tercih olarak değerlendirilmektedir. Bu ahlaksızlıkları yapanları eleştirmek ise, suç kabul edilmektedir.
Bir başka iki yüzlülük de, batıda diğer dinlere veya mensuplarına tanınan özgürlüğün İslam’a ve Müslümanlara tanınmamasıdır. Örneğin bir Yahudi’yi veya Yahudiliği kolay kolay eleştiremezsiniz. Böyle bir eleştiride sizi derhal Yahudi düşmanı (anti semitist) ilan edip, yasalara göre suçlu kabul ederler. Ancak İslam’a, O’nun peygamberine, Kitabına, mensuplarının hayat tarzına eleştiri, eleştiriden de öte hakaret, hatta saldırı, fikir özgürlüğü kapsamında görülmektedir.
Bugün gerek kendi ülkemizde gerekse de genel olarak İslam coğrafyasında Müslümanlar demokrasiyi ve onda var olduğuna inanılan özgürlüğü, kurtuluş reçetesi gibi görmektedirler. Oysa yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi demokrasinin hâkim olduğu batı âleminde özgürlükler ‘seküler düşünmek’ şartıyla verilmektedir. İslamî düşünceye, hayat tarzına ve diğer insanları bu düşünceye ve hayat tarzına davet etmeye dönük çalışmalara özgürlük tanınmamaktadır. Tüm bunlara bakıldığında, İslam’ın reddettiği bütün haramları yaşamanın ve özendirmenin alabildiğince serbest olduğu demokrasiye bel bağlamak, bir Müslüman için olacak şey değildir.

Diğer taraftan tıpkı ‘demokrasi’, ‘hümanizm’ gibi ‘fikir özgürlüğü’ masalının da, batının koca bir yalanı olduğunu anlıyoruz. Bu yalanlarla önce kendi insanlarını kandırdılar. Bugün batılı insanın aklı, nefsin ve dinsizliğin esareti altında can çekişmektedir. İşte bu marazlı aklın sebep olduğu serkeş düşünceler, batı toplumunda telafisi güç sonuçlar doğurmuştur. Huzursuz, doyumsuz, mutsuz ve gelecekten ümitsiz, intiharın eşiğinde bir toplum… İşte İslam âlemini de, demokrasi ve onun sağladığı ‘fikir özgürlüğü’ yalanıyla, aynı girdabın içine sokmaya çalışıyorlar. Bu yalana daha fazla kanmayalım, aldanmayalım. ‘Temiz akıl sahipleri’3 nin düşünce ve fikirlerinin özgürlüğünün önemini bilip, marazlı aklın özgürlüğünde başımıza nelerin geleceğinin farkında olalım.

1-Vikipedi
2- Türk Hukuk Sitesi
3-Ra’d 19, Zümer 18, Bakara 269, İbrahim 52, Sad 29

*SEKÜLERİZM: Dini sosyal, hukuki ve siyasal hayattan ayıran yaklaşım. LAİKLİK ise Din ile devleti kesin çizgilerle birbirinden ayıran doktrinin adıdır. Bu iki kavram Türkiye de eş anlamlı zannedilir; ancak, tanımlardan da anlaşılacağı üzere sekülerizm, laiklikten çok daha geniş bir anlam ihtiva eder ve dini hayatın her alanından çıkarmayı hedefler.

13 Ocak 2016 Çarşamba

Türk ve Kürt 1000 Yıldır Öz Kardeştir!


Türkler ve Kürtler 10. Yüzyıldan (İslam’a giriş 9. Yüzyılda başlayıp 10. Yüzyılda yoğunlaşmış, 11. Yüzyılda devam etmiştir) itibaren yoğun bir şekilde İslam’a girmişlerdir. Dolayısıyla aynı coğrafyanın insanı olan bu iki topluluk, bundan tam 1000 sene önce, din kardeşi olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim ise bu kardeşliğin daha da ileri boyutta olduğunu ‘inneme’l mü’minûne ihvetun-mü’minler ancak kardeştir’1 ayetiyle bildirmektedir. Ayette geçen ‘IHVE’ kelimesi, nesep(kan) yoluyla kardeş olanları ifade eden ‘ehh’ kelimesinin çoğuludur. İman kardeşliğinin bu kelimeyle ifade edilmesi gerçekten çok manidardır. Ayetteki bu incelikten anlıyoruz ki, Rabbimiz Teâlâ İslam’daki kardeşliği bu kelimeyle ortaya koyarak, aslında tevhid akidesiyle birbiriyle din kardeşi olanların arasında, kan bağıyla da kardeş olmuş gibi bir yakınlık oluşmaktadır. Dolayısıyla Rabbimiz Müslümanlar’ın, her bir mü’mini, soyuna-sopuna, ırkına-rengine bakmadan, kendi öz kardeşi gibi görmesini istemektedir. Ayetin verdiği bu derin mesajdan sonra, kalbinde zerre kadar iman olanın, bir başka ırka mensup kardeşine bakışı, zannediyorum çok değişecektir.

Yine onlarca hadiste Efendimizin, kardeşlik konusuna ne kadar ehemmiyet verdiğini, bu konuda asla taviz vermediğini, kardeşliği zedeleyecek en ufak bir söz, fiil veya imaya da tahammülünün olmadığını görmekteyiz. Bilal-i Habeşi’ye: ‘Ey kara kadının oğlu’ diye hitap eden Ebu Zer’e: ‘Ya Eba Zer, haddini aştın. Sende hâlâ cahiliye ahlakı mı var. Kara kadının oğlunun beyaz kadının oğluna, beyaz kadının oğlunun da kara kadının oğluna üstünlüğü yoktur’ demesi, ırkçılık hastalığına çok net ve de sert tepki gösterdiğini anlatmaktadır. Bugün de; ‘Ey Türk evladı’ diye hitap edilerek Türk oğluna üstünlük addedenler bilsinler ki, Türk oğlunun Kürt oğluna, Kürt oğlunun da Türk oğluna üstünlüğü yoktur!

Efendimiz’in döneminde de bu hastalığı hortlatmaya çalışanlar olmuştur. Siyer kitaplarında bazen Yahudilerin entrikalarıyla, bazen münafıkların fitneleriyle, bazen de saf veya gafil bir müslümanın bir anlık öfkesiyle, sahabede bile ırkçılık damarının harekete geçtiğini okumaktayız. Bu damar öyle bir damar ki, basit görülebilecek bir kavgada bile, birilerinin ‘Ey Ensar’ diğerlerinin ‘Ey Muhacirler’ deyivermesiyle bir anda kabarmaktadır. Alemlere rahmet Efendimiz, böyle bir fitneyi gördüğünde, ashabını öğle vaktinin sıcağında saatlerce yürütmüş ve fitnenin ateşini güneşin ateşiyle, yorgunluk ve susuzluğun hararetiyle söndürmeye çalışmıştır. O feraset ve basiret timsali insan Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurur ki: “Nizar evladı: Yetişin Ey Nizaroğulları! Yemenliler de: Yetişin Ey Kahtanoğulları dedi mi, hemen tepelerine felaket iner; hemen Allah’ın nusreti üzerlerinden kalkar; hepsine birden kılıç musallat olur.”2 Aslında bu hikmetli sözler, ırkçılığın Allah’ın yardımını keseceğini, şiddet sarmalının ve anarşinin üzerimize musallat olacağını, sanki bugünleri görür gibi anlatmaktadır.

İslam tarihine baktığımızda, asr-ı saadet gibi altın bir çağın yaşanmasında, sahabe gibi kıymetli insanların arasındaki altın-elmas kıymetindeki kardeşliğin, çok büyük etkisi olduğunu görüyoruz. Eğer ensar-muhacir arasında o tarihe geçen kardeşlik yaşanmasaydı, Habeşl-i Bilal ile Farslı Selman kardeş olamasaydı, birbirleriyle 120 yıl savaşan Evs’li Sad bin Muaz ile Hazreç’li Sad bin Ubade kardeş olmasaydı, o asrın adına Asr-ı Saadet dememiz mümkün olmayacaktı. Çünkü insanlar arasındaki kardeşliğin yeterince kuvvetli olmadığı bir dönemde saadet, mutluluk ve huzur hakiki anlamda oluşmayacaktır. Saadet ve huzurun olmadığı bir ortamın veya böyle bir ortamı yaşayan insanların çağı değiştirmesi, insanlığın makûs talihini ve tarihin akışını değiştirmesi de mümkün olamayacaktır.

Yine bu topraklara yani Anadolu’ya ve de üç kıtaya 600 yıl hükmetmiş Osmanlı’ya baktığımızda, adeta ‘72 milletin’ bir arada yaşadığını ve bu kozmopolit yapıya rağmen koca imparatorluğun ayakta kaldığını görüyoruz. Osmanlı’yı ayakta tutan, Müslümanlar arasında ırkçılık fitnesinin olmamasıydı. Farklı ırklardan da olsa Müslümanlar kardeş olunca, memlekette fitne işlemiyor, fitneciler umdukları tefrikayı ve kargaşayı oluşturamıyorlardı. Tefrikanın olmadığı ve böylece birliğin-beraberliğin, kardeşliğin sağlandığı bir toplum, büyük güce ulaşmış toplumdur.

İslam kardeşliğiyle çelik gibi güçlenmiş böyle bir toplumda ise, diğer din mensupları veya farklı emelleri olan topluluklar bu güçlü birlikten çekiniyor, böylece devlet, bekasını devam ettirebiliyordu.
Özellikle Anadolu’da bir araya gelen iki millet, Kürt ve Türk halkları dindaş, kardeş, dertdaş olmuşlardır. Yüzlerce yıldır yüzbinlerce hatta milyonlarca insan hısım-akraba olmuş, Kürtler Türklerle, Türkler de Kürtlerle evlenmiş, yeni değil eskiden beri birçok aile kaç göbek öncesinden hısım olmuş, kanlar birbirine karışmıştır. Yüzlerce yıldır aynı toprağı, aynı kaderi paylaşan bu iki halk, kardeşçe beraberce yaşamayı becerebildiği gibi, yeri gelince beraberce ölmeyi de bilmiştir. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda memleketi kâfirin işgalinden beraberce kurtarmışlardır.
Geçmişte elbirliği ile büyük işler başaran, düşmana geçit vermeyen bu iki toplum, eğer kuvvetli bir bağ ile kardeş olmasaydı, Osmanlı’nın Anadolu’da kök salması, bugün bile kısmen de olsa var olan birliğin sağlanması mümkün olamayacaktı. Devletleri ayakta tutan kanunlar değildir.

Evet, Osmanlı şer’i kanunlarla adaleti sağlıyordu, adalet de devletin bekası için olmazsa olmazdır. Ancak kardeşliğin, birliğin-beraberliğin olmadığı bir ülkede şer’i kanunların bile toplumun birliğini sağlaması mümkün değildir. Ancak şeriatı daha geniş manada ele alır ve kardeşlik hukukunu da içine katarsak evet, böyle geniş çaplı bir şeriat, elbette İslam devletinin bekasını sağlayacaktır.

Kardeşliği Bozmaya Çalışanlar Neler yaptı? 

Problemler son 100 yılda başladı, bugün ise hat safhaya ulaşmış durumda. 72 milletin bir arada yaşadığı şu topraklar, adeta iki millete dar geldi. Bir ulus devlet olarak kurulan ve Türk milliyetçiliği söylemleriyle ırkçılık ateşinin fitilini yakanlar, her şeyi bilerek yaptı. Onların dertleri hiçbir zaman toplumun birliği, kardeşliği, dayanışması ve böylece güçlenmesi olmadı. Onlar bu toprakların ev sahibi olan Kürtlere misafir muamelesi yapıp, onların: ‘Hayır! Biz ev sahibiyiz’ demelerine dahi izin vermedi. Birileri Türk kimliğini kullanıp Kürtlere yıllarca zulmetti, dilini dahi konuşamaz, Kürtçe olarak şarkısını-türküsünü söyleyemez hale getirdi. Daha çocuk yaşta ‘Türküm, doğruyum’ dedirtilen Türk çocuklarına ırkçılık aşılanırken, Kürt çocuklarına ise kendi ırkları inkâr ettirildi.
Ancak şu iyi bilinmelidir ki, bu zulmü Kürtlere Türkler yapmadı; Türklüğü kullanan Kürt ve Müslüman düşmanları yaptı. Tüm bu zulümlere mukabil bugün de birileri, sözde bu zulümler bitsin diye, Kürt kimliğini kullanarak gençlerin eline silah verip bu problemlerin hallolacağını iddia ediyor. Bu gençlerin eline bu silahları verenler, hakikaten Kürt sorununu halletme niyetinde olan kimseler mi? Onların dertlerinin bu sorunu halletme olduğunu zannetmiyorum. Bu memleketin fakir fukara ailelerinin asker-polis çocuklarını öldürerek, toplumda derin yaralar açılmaktadır. Sistemin kendisini suçlamadan sistemin içerisindeki insanları suçlamak, sisteme hiçbir zarar vermeyecektir. Olan, ölen gencecik Türk ve Kürt çocuklarına olacaktır. Oysa Muhterem Hocamızın yıllardır dediği gibi “aslında sorun, rejim sorunudur.” Bu ırkçı rejimi kuranların gayesi ise, ne Türklerin faydasını sağlamak ne de memleketi düşünmektir. Onların gerçek gayesi, KARDEŞLİĞİMİZİ bozarak, bizi birbirimize kırdırarak, yeniden ÜMMET olmamızı engellemektir.

İslami cenah olarak yıllarca, Türk milletçiliğinin bizi ümmet olma şuurundan uzaklaştırdığını anlattık, reddettik, ‘ne mutlu Türküm diyene’ demedik, diyenleri de dedirtenleri de reddettik, bunun diğer ırkları dışlama, aşağılama, ötekileştirme, kardeşliği yok etme zehri olduğunu söyledik durduk. Bugün böyle ırkçı söylemleri, İslami cenahın hemen hemen tamamı açıkça – çekinmeden- reddediyor; hatta böyle söylemler, toplumun kahir ekseriyetinin kerih gördüğü bir söz olarak görülüp tepki alıyor. Sadece toplumda marjinal durumda olan katı Türk milliyetçileri hariç, aklı selim insanları, bu inkar ve asimilasyon politikalarını, bu kafatası milliyetçiliğini reddetmektedir. Türkiye’de, cemaatlerin yıllarca İslam’ı anlatmasıyla, ırkçılığı reddetmesiyle aslında çok şey değişti. Her ne kadar Kürt halkına bir takım hakları hali hazırdaki Hükümet verdi gibi görünse de, durum hiç de öyle değildir. Irkçılık hastalığıyla yıllardır zehirlenmeye çalışılan şu topluma, cemaatler çok şey anlattı. Sistem de bu kuru milliyetçiliğin sürdürülemez olduğunu anladı ve bazı haklar verilmeye başlandı.

Ancak bugünlerde yeniden bir ırkçılık dalgasının oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Burada buna bahane arayan sistemin yeni piyonları devreye girmiş durumda. Bu defa da Güneydoğu’da olan olaylar, silahlı Kürt grupları ve oluşan Kürt milliyetçiliğinin sebep gösterilmesiyle, aslında yeniden Türk milliyetçiliği hortlatılmaya çalışılıyor. Onlar çok iyi biliyor ki: Türk milliyetçiliği Kürt milliyetçiliğini, Kürt milliyetçiliği de Türk milliyetçiliğini hortlatacaktır. Ve böylece Türkiye, gün geçtikçe Türk ve Kürt ırkçılığının tırmandığı bir ülkeye dönüştürülmektedir.

Evet, biliyorum Ortadoğu’nun haritaları cetvelle çizilirken, Kürdistan bölgesi dört parçaya ayrıldı. Bu şekilde her ülkede fitne çıksın ve ümmet olduklarını unutup, büyük ve mü’mince düşünmeyi bırakıp hep ‘Kürdistan’ idealiyle yaşayıp bunun mücadelesini versinler istendi. Böylece büyük bölünmüşlüğün büyük resmi görülmez oldu. Kürtler parçalandı da ümmet parçalanmadı mı? Ümmet-i Muhammed bin parçaya bölündü. Ümmet parçalandıktan sonra, bütün Türkler bir araya gelse ve ‘Büyük Türkistan’ devletini kursa ne olur; bütün Kürtler bir araya gelse ‘Büyük Kürdistan’ devletini kursa ne olur? Hiçbir şey olmaz! Biz yine parçalanmış bir ümmet olarak zayıf, güçsüz, ırk hâkimiyeti uğruna birilerinin piyonu olmaya devam eden, uyduruk ulus devletleri olarak ortada kalırız. Elin gâvuru ise bizim inadımıza ve bizim bölünmüşlüğümüze karşı, Amerikasıyla, Rusyasıyla, Çiniyle… Almanıyla, İngiliziyle, Fransızıyla… Katoliğiyle, Protestanıyla, Ortadoksuyla birlik halinde bize saldırmaya devam eder. Hatta artık saldırma zahmetine bile katlanmıyor- biz nasıl olsa birbirimizi yiyoruz ya- sadece bir kenardan seyredip bizim acılarımızdan zevk duyarak, olmaz olasıca ırkçılık damarımızla alay ediyor.

Hepimizin dilinde klişe söylemler, klişe bir ağıdımız var. Birileri aramıza tefrika soktu, birileri kardeşliğimizi bozdu, birileri fitne çıkardı, birileri bizi bu hale getirdi, birileri birileri… Yeter artık! O birileri adam da, akledebiliyor da, biz adam gibi akledemiyor muyuz? Kardeşliği bozanlar kardeşi kardeşe kırdırtanlar suçlu da, oyunları oynayanlar suçlu da, oyuna gelenler suçlu değil mi? Malik bin Nebi’nin bahsettiği ‘sömürülebilme yeteneği’ gibi maalesef ‘oyuna gelme yeteneği’ ziyadesiyle gelişmiş bir toplum olduk. Temel ortak paydalarımızı, birbirimizin kılına dahi zarar vermemizi engelleyecek, binlerce ortak değeri bir kenara bırakıp, ‘ırkların hakları’ mazeretiyle silaha sarılmak veya bu gençlerin telef olmasına müsaade etmek, onları kazanmaya çalışmamak olacak şey değildi. Ama oldu. Yine büyük problemin büyük resmi görülmedi. O büyük resmi Muhterem Hocamız net bir şekilde ortaya koymaktadır. ‘Önce Allah’ın hakkını savunalım… Bu memlekette Allah’ın hakkı gasbediliyor… Allah’ın hükmü hâkim olduğunda O ALLAH, Kürde de Türke de hakkını verecektir.’

BAŞKA ÇAREMİZ YOK!

Oysa, ümmet olarak kurtuluşumuzu, direnişimizi, dirilişimizi devam ettirebilmemiz için, kardeş olmaktan başka çaremiz yok! Birbirimize yaşattığımız evlat acılarını da kuyruk acılarını da unutmaya çalışmaktan başka çaremiz yok! Bundan sonra analar ağlamasın, canlar yanmasın, çocuklar yetim kalmasın istiyorsak, başka çaremiz yok! Gencecik Kürt ve Türk çocukları ölmesin, geleceğimiz kararmasın istiyorsak, kardeş olmaktan başka çaremiz yok!

Muhterem Hocamız der ki: ‘Hizmet altınsa, kardeşlik elmastır; altın için olsa bile elmas feda edilmez.’ Yani Hocamız, hizmet namına veya iyi niyet dâhilinde olsa dahi, aramızdaki kardeşliği zedeleyecek bir tavra veya davranışa müsaade etmememiz gerektiğini vurgular. Dolayısıyla bir topluluk her ne kadar haklı gerekçeler öne sürse de, kardeşliği bozmamalı hele hele kardeşine asla silah doğrultmamalıdır. Yine Hocamız der ki: ‘Irkçılık için veya ırk hakları için ölmeye de öldürmeye de değmez.’ Silahın olduğu yerde, kardeşlik alaşağı olacak, akıl ve fikir de devreden çıkacaktır. Kardeşler arasına kan davası girdiğinde artık arayı düzeltmek kolay olmayacaktır. ÖNCE, HER İKİ TARAFTA DA SİLAHLAR SUSMALIDIR. Sonra da dert her ne ise, oturulup konuşulmalıdır.



1- Hucurat 10
2- Nuaym bin Hammâd, Fiten 1-396