25 Kasım 2014 Salı

İSLAM DAVASININ SEÇİLMİŞLERİ




İSLAM DAVASININ SEÇİLMİŞLERİ

‘Var gücünüzle cihad edin’ buyuruyor Rabbimiz… Allah yolunda cihad eden mücahid, bütün enerjisini ve yeteneklerini bu mücadelede seferber etmeyi başarabilmelidir. Özellikle zorlanılan zamanlarda, insanın sınırının ve tahammülünün genişliği daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Allah yolunda cihadın envai çeşidini hayatlarında birebir yaşayan peygamberler, güçlerinin çok zorlandığı dönemlerde dahi eyvah dememişler, ahu vah etmemişler, YA RAB demeyi bilmişlerdir. Hastalıklarla mücadele eden Hz.Eyyub’un; Ya Rabbi, bu dert bana dokundu; Sen merhametlilerin en merhametlisisin”1 diyerek meramını, gücünün durumunu dile getirmesi… Firavunun zulmünden kaçan Hz. Musa’nın Rabbim, senden gelecek her hayra muhtacım”2 diyerek niyazda bulunması… Ve Kızıldeniz’in önünde ‘eyvah yakalandık’ diyenlere “hayır, Rabbim benimle beraberdir; bana yol gösterecektir”3 diyerek tevekkülü öğretmesi… Balığın karnındaki Yunus’un “ben nefsine zulmedenlerden oldum (sen bana yardım et)”4 diyerek yürekten gelen bir nida ile özürle beraber yardım dilemesi… Ve Taif’te Efendimiz’in, “Ya Rabbi acizliğimi, çaresizliğimi, insanlar tarafından hakir görülmemi sana şikâyet ediyorum; ey merhametlilerin en merhametlisi, beni kime bırakıyorsun. Eğer bana gazaplı değilsen çektiklerime, belalara aldırmam… Nuruna sığınırım… Rızanı dilerim…” diyerek serzenişte bulunması…
…O sizleri seçti…
Rabbimiz ayetin devamında “Sizi seçti” buyurarak, sadece peygamberlerin değil, Allah yolunda cihad edenlerin de seçilmiş kullardan olduğunu bildiriyor. Toplumda iyilik hâkim olsun, kötülükler defolup gitsin diye, Efendimizin buyurduğu gibi ‘eliyle, diliyle veya hiç olmazsa kalbiyle buğzedip’ cihad eden mücahid; Rabbimizin buyurduğu gibi ‘malıyla canıyla’ cihad eden mücahid ve yerine göre çalışarak, çatışarak cihad eden mücahid, Allah Azze ve Celle tarafından seçilmiştir. Allah yolunda ortaya koyduğu cihadın hürmetine, mücahide verilen bu seçilmişlik nimeti, kula verilen büyük bir nimettir ki, nimet büyüdükçe imtihan da büyür. İşte Allah’ın davasını hâkim kılmaya çalışanlar, nasıl bir nimetin ve aynı zamanda nasıl bir imtihanın içerisinde olduklarını bilmelidirler. Bilmelidirler ki, taş taşıyan gibi rahat değil, cevâhir taşıyan gibi kaygıyla ve itina ile yüklerine, görevlerine sahip çıkıp, sımsıkı sarılmalıdırlar.
Güçlük yok; çünkü siz Müslümansınız
Rabbimiz, “O size, din konusunda bir güçlük yüklememiştir” buyurduktan sonra, adımızın da “müslüman” olduğunu hatırlatarak, zorlukları kolaylaştıracak temel duygunun, teslimiyet duygusu olduğunu bildiriyor. Yani, aslında cihad zordur, ama müslümana kolaydır. Tıpkı Rabbimiz Teâlâ’nın, “Namaz zordur ama huşu ehli için kolaydır”5 buyurması gibi. Nefsi ile cihad edip, önce nefsini yenen ve Allah’a teslim olan Müslüman’a, kâfirle, zorluklarla mücadele kolaylaşacaktır; kolaylaştırılacaktır. “İnsan kebed (zorluk) içerisinde yaratıldı”6“Ey insan sen Rabbine kavuşuncaya kadar kedh (çalışıp çabalayacaksın) içerisinde olacaksın”7 mealinde gelen ayetler, aslında insanın, hayatı boyunca zorlu mücadelelerin içerisinde olacağının haberini vermektedir. Yani adeta, ‘Ey Müslümanlar, zannetmeyin ki sadece siz zorluklar içerisinde çabalıyorsunuz; siz asıl zorluğu kâfirin hayatında görün’ denilmek isteniyor. Zorluk var; zorluk var. Müslüman’ın cihad ile yaşadığı zorluk, İslam olmak ile teslimiyet duygusuyla kolaylaştırılırken, kâfirin mücadelesinde, böyle bir kolaylaştırma yoktur; bilakis, kâfirin küfrü, zorlu mücadelesine zorluk katmaktadır.
Ortak geçmişimiz… Hepinizin Atası İbrahim Aleyhisselam
Bir de ayette, Atamız İbrahim Peygamber zikredilerek, Hıristiyan ve Yahudilerle ortak geçmişimiz, ‘Müslüman’ ismi zikredilerek de ortak ismimiz hatırlatılıyor. Yahudi ve Hıristiyanlarla Âdemoğlu olarak sadece soy bağımız yok, Millet-i İbrahim olarak da din bağımızın var olduğu hatırlatılıyor. Babamız ortak, atamız ortak, aslında adımız dahi ortak idi. Allah Azze ve Celle’nin peygamberleri yoluyla gönderdiği din İslam idi. Dolayısıyla bugün Yahudilik ve Hıristiyanlığın akidesi-ahkâmı, özü-sözü değiştiği gibi, orijinal adı olan İslam adı da değişmiş, böylece mensupları, Müslüman olarak değil Yahudi, Hıristiyan olarak anılmaya başlanmıştır. Dinin ve de mensuplarının, adının dahi değişmesi, bu dinlerdeki tahrifatın derinliğini göstermektedir. İşte bu ayetle, dünyanın kahir ekseriyetini oluşturan Hıristiyanlara ve elbette Yahudilere ‘özünüze, aslınıza, isminize dönün’ mesajı verilerek, İslam olmaları öğütleniyor.
Ve Rabbimiz, ayetin son bölümünde, temel ibadetlerimizden olan namazı ve zekâtı hatırlattıktan sonra, ‘Allaha sarılın, sizin Mevla’nız O’dur. İşte ne güzel Mevla ne güzel yardımcı’ buyuruyor. Bu ifadeler o kadar sıcak ifadeler ki, insan açıklama yaparak, ayetin sıcaklığını bozmak istemiyor. Sadece birkaç cümle… Rabbimizin sımsıcak, kulunu sahiplenen, kulunun da Rabbini sahiplenmesini isteyen bu nidasını duyan kul, Allah’a sarılmaz mı? Allah’ın davasına sarılmaz mı? Vazifelerine sımsıkı sarılmaz mı? Vazifelerine sımsıkı sarılıp, cihad yolunda var gücüyle çalışmaz mı? Mücahid* şunu unutmaz, dünyada Allah’ın davasına sahip çıkıp sarılana, kıyamet günü de Allah sahip çıkar (tabiri caizse) adeta sarılır; kulunu o zorlu günün zorluğuyla baş başa bırakmaz. Ve bir de ‘sarılmak’ muhabbetin göstergesidir ki, Muhabbetullah’ı yaşamak isteyenin bu duyguyu cihad ile yaşayacağı da bildirilmiş olmaktadır.

1- Enbiya 83
2- Kasas 24
3- Şuara 62
4- Enbiya 87
5- Bakara 45
6- Beled 4
7- İnşikak 6


21 Ekim 2014 Salı

İslam Davasını Tanıtmanın Önemi


   İslam Davasını Tanıtmanın Önemi

Duyurunun, tanıtımın, propagandanın çok yoğun bir şekilde yapıldığı bir asırda yaşıyoruz. Siyasi partiler, ideolojilerin mensupları, şirketler; görüşlerini veya mallarını satmak ve tanıtım için harcadıkları paraya acımıyorlar. Çünkü hemen hepsi, tanıtım olmadan yeni insan kaynağı veya müşteri potansiyeli bulamayacaklarını çok iyi biliyorlar.Aslında tanıtım faaliyetlerinin arka planında, insanlara bir hayat tarzını empoze etme isteği mevcuttur. Bu bazen bir ürünün tanıtımı veya reklamının bazen de bir ideolojik söylemin felsefi arka planında yer etmektedir. Ürün veya ideoloji pazarlanırken, beraberinde bir hayat tarzı da çaktırılmadan dayatılmaktadır.

En âdi hayat tarzları ve medeniyetleri dahi envai çeşit yolla- televizyon sinema, gazete, dergi vs.- tanıtıp pazarlamaya çalışanların mevcudiyeti, hak olan davanın mensuplarını harekete geçirmek zorundadır. Nasıl ki en kaliteli malın dahi tanıtıma ihtiyacı vardır; aksi halde kitlelere ulaşması ve kitselelleşip toplumları değiştirmesi mümkün olamayacaktır. Yeryüzünün en kaliteli medeniyetinin ve en kaliteli hayat tarzının da – ki bugün insanımızın hayat kalitesi ciddi anlamda düşmüştür- kitlelere ulaşması için tanıtıma ihtiyacı vardır.

Tanıtımın en etkili yolu tebliğdir. Çünkü hiçbir teknolojik aygıt, insanın insanı birebir muhatab alarak anlatması kadar etkili olamaz. Bu davanın klasik tanıtım yolu tebliğdir ve bu yol bu çağda da en etkili yoldur. Bu noktada Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yöntemleri, çok kıymetlidir ve örnektir. Siyer kitapları Peygamber Efendimiz’in, boykot dönemi de dâhil olmak üzere, tebliğe hiçbir dönem ara vermediğini anlatır. Davasını tebliğ yoluyla ulaşabildiği yere kadar götürmeye çalışan Efendimizin bu çabasında öncelikle davayı tanıtım gayesinde olduğunu görüyoruz. Allah’ın Rasulü, muhatabına İslamı tanıtırken, önce tevhid akidesini anlatmıştır. Tevhidi anlatırken de daima Kurandan ayetler okuyarak karşısındaki muhatabın kafasına kalbine hitap etmiştir. Hakikaten Kuran, Allah’ın kudretiyle ve ilmiyle ilgili yüzlerce ayette, Allah’ı tanıtırken, mükemmel bir üslup ve ikna tekniği ortaya koymaktadır. Allah Celle Celâluhu, Kur’an vasıtasıyla kendini en güzel şekilde tanıtmaktadır. Dolayısıyla bugün tevhidi anlatanların, Kur’an’daki, Allah’ı tanıtan ayetlerden istifade etmeleri elzemdir.

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in, Mekke’nin gerek ticaretinin gerekse de entelektüel birikiminin kalbinin attığı meşhur Ukaz, Zü’lmecaz gibi panayırları tebliğ maksatlı defalarca ziyaret ettiğini biliyoruz. Evet, tüm bu tanıtım faaliyetlerinden kısa zamanda ciddi sonuçlar alınamamıştır. Ancak şu bilinmelidir ki; tanıtım faaliyetleri, hemen meyve vermeyen bir tebliğ yöntemidir.
Yine Efendimizin Taif seferindeki gayretinin de neticesi hemen alınamamıştır. Sabırlı ve basiretli Efendimiz, bu realitenin o kadar farkındadır ki. Cebrail Aleyhi’s Selam; ‘Eğer istersen Allah, sana zuledenlerin hepsini helak edecek’ dediğinde; ‘Bilmiyorlar’ dedikten sonra; ‘Belki onların zürriyetinden birileri iman eder’ demiştir. İşte bu yaklaşım Efendimizin, tanıtımın-tebliğin uzun vadede faydalar getireceğine inancını ortaya koymaktadır.

Tanıtımın hemen meyve vermeme durumuna takılmayıp, sonucu belirleyecek ve hidayeti verecek olanın Allah olduğunu unutmayıp, tanıtmaya-anlatmaya devam edenler şunu göreceklerdir ki, tüm bu çabaların neticesinde, Allah önümüzü açacaktır. Tanıtımın, zamanla insan kazanmaya çok büyük faydaları olacaktır. Tanıtımda en büyük hedef, insan kazanmadır. Asgari hedef ise, duyurudur. İslam’ın duyulmadığı, tanınmadığı hiçbir ev kalmamasını sağlamaktır. Rivayetlerde büyük sahabi Mus’ab Bin Umeyr’in Medine’ye gidişiyle, ‘İslam’ın konuşulmadığı tek bir evin dahi kalmadığı’ anlatılır. Bu rivayetler Mus’ab Radıyallahu Anh’ın, görevini ne kadar iyi ve ne kadar gayretle yaptığını kanıtlamaktadır. Efendimiz hicret etmeden önce, dini-davayı tanıtarak, anlatarak, Medine’nin zeminini İslam Medeniyeti’ne elverişli hale getirmiştir. Tanıtımın ulvî gayesi ise, ahirette, ‘ben dilim döndüğünce anlattım-tanıttım’ diyebilmek ve Allah’ın rızasına kavuşmaktır.

Tanıtım için öncelikle evden veya bulunduğun ortamdan çıkmak ve yola koyulmak lazımdır. ‘Medeniyetleri muhacirler kurar’ denilmiş. Ashab-ı Kiram’ın Efendimiz’den sonra, Arabistan’ı terk edip dünyaya yayılması, kıtalar aşıp davayı tanıtma çabası sonucu, bu din bu kadar geniş kitlelere ulaşmıştır. Bugün İstanbul’da, Kıbrıs’ta, Afrika’da hatta Çin’de dahi sahabe mezarlarının olması, Resulullah’ın talebelerinin bu konuya ne kadar önem verdiklerinin göstergesidir.

Tanıtımda elbette bugünün teknolojisinden de faydalanmak gereklidir. İletişim çağı denilen şu çağda, insanlarla iletişime geçmeyi, en hızlı ve en yaygın şekilde gerçekleştirmeyi sağlayan tüm aygıtlar, Müslümanlar için, davayı tanıtımda önemli bir araç olacaktır. Bugün gayr-ı Müslimlerin elinde gelişen bu teknolojiyi kendi lehimize çevirmenin yollarını bulup, ivedilikle bu yolları kullanımı yaygınlaştırmalıyız. Kaldı ki zaten düşmanımız da, kendi geliştirdiği teknolojiyi, kendi davasını tanıtım ve İslam davasını da kerih göstermek için ziyadesiyle kullanıyor. Düşmanımızın bize tuzaklar hazırlamak ve İslam davasını kötü tanıtmak amacıyla bulduğu ve kurduğu tuzakları, onların başına geçirmek ve onların silahıyla onları vurmak, iletişim araçlarını iyi kullanmak ile mümkün olabilecektir.

Kardeşlerim! Evet, bugün gayr-ı meşru hayat tarzları tanıtılıyor, anlatılıyor, sevdiriliyor; meşru gösterilmeye çalışılıyor. Ancak şöyle de bir tezat durum yaşanıyor ki, bu gayr-ı meşru hayatları tanıtanlar, bir taraftan da İslam’ı tanıtıyor. 

Birileri bizi tanıtıyor, birileri bizim dinimizi tanıtıyor; ama tanıttıkları ne biziz ne de bizim dinimizin gerçekleri. Derler ki reklamın, tanıtımın iyisi kötüsü olmaz. Bu mantıktan yola çıkarak ‘İslam’ı negatif veya farklı tanıtma, İslam’ın işine yarayacaktır’ diyenler olabilir. Oysa yanlış tanıtım veya yanlış tanınmanın vereceği zararın telafisiyle uğraşmak, tebliğ ile uğraşmaktan çok daha zor olacaktır. Bu sebeple gerçek İslam’ı, gerçek İslam tebliğcilerinin tanıtması gereklidir. Bunun için de, bilinçli bilgili ve tebliğ vazifesine ‘farzlar üstü farz’ diyen Üstad Bediüzzaman gibi bakan, kaygılı- gayretli milyonlarca İslam davetçisi yetiştirmek lazımdır. Müslümanlar olarak vazifemiz, dünyada, tevhid davasını duymayan tek bir insan dahi kalmayana kadar tanıtmaya ve anlatmaya devam etmektir.










21 Eylül 2014 Pazar

HAC GÜNLÜĞÜNDEN...



Hac Günlüğünden…

Medine…

Gül kokulu, peygamber kokulu Medine… Ravza ve mimber arasında Efendimizin “cennet bahçesi” dediği yerde iki rekât namaz… İnsan, burada iki rekât namaz kılıp bir sünneti yaşamak için, ezilme pahasına mücadele eden insanları görünce, ‘acaba bu insanlar çok daha mühim sünnetler için bu mücadelenin zerresini veriyorlar mı?’ diye düşünmekten kendini alamıyor.
Medine huzur veriyor insana. Sessiz, sakin, mahzun bir şehir Medine. Havası güzel, suyu güzel, insanı güzel… Tüm hacca gelenlere ensar olan bir şehir Medine.

Afganlı bir kadınla yan yana namaz kılıyoruz. Çok üzgün, sürekli ağlıyor. Neyi olduğunu sorduğumda, Amerika uçaklarının evini bombaladığını, üç çocuğunu ve eşini kaybettiğini öğreniyorum. Anlatıyor, anlatıyor anlattıkça gözleri pınar gibi çağlıyor. Peygamberle dertleşmek için, göğsündeki harlı yangını biraz olsun küllemek için gelmiş adeta Medine’ye. Onunla konuştukça “kahrolsun Amerika!” diye söyleniyorum. Medine kaldırımlarında yürürken derisi kemiğine yapışmış, ayağı kınalı Afrikalıları sık sık görebilirsiniz. Bir Afrikalı kadın zayıf mı zayıf, bir anda ayağı takılıp düşüyor. Ben onu görünce yine “kahrolsun Amerika, kahrolsun Avrupa, kahrolsun emperyalizm!” diye diye söyleniyorum. Bir Afrikalının ayağının takılıp düşmesinden de mi onlar sorumlu? Evet onlar sorumlu.

Uhud Dağı, Ayneyn tepesi… Uhud’u tekrar yaşıyoruz. Okçular sanki bugün de yerlerini bırakmışlar ve savaşın gidişatı değişiyor. Bağırmak istiyorum, “neden ayrılıyorsunuz yerlerinizden, neden şerefli vazifenizi terk ediyorsunuz, neden dünyaya dalıyorsunuz…” Sanki Cibril yine telaşla koşuyor Rasulullah’ın kanı yere damlamasın diye… Sahi bugün yaşanmıyor mu Uhud? Bugün Uhud’un âlâsı yaşanıyor. Vazifelerinin kıymetini bilmeyenler, dünya sevgisiyle görevlerini bırakanlar, cihadı terk edenler yok mu? Bugün Uhud’un âlâsı yaşanıyor.

Medine’den ayrılırken, Peygamberimizin mübarek ravzasından ayrılırken, gözyaşları sel olup akıyor. Layık değiliz ama, insanın içinden bir büyük temenni geçiyor: ‘Kevser havuzunda buluşmak ümidiyle Ya Rasulallah.’ Ve bir de olmayacak, olamayacak bir temenni… ‘Bir daha gelsen Mekke’den ve bize de bir Medine kursan. Ah Ya Rasulallah! Bir asrı saadette bize yaşatsan çirkef asrı 21. yüzyılda… Sessizce ümitsizce imkansızı isteyen cümleler dökülüyor dillerden.

Medine Mekke yolunda Mik’ad yeri olan, Zul Huleyfe- Âbârı Ali (Ali çukuru) Camiinde ihrama giriyoruz. Yolculuk boyunca dillerde telbiyeler… “Lebbeyk Allahümme lebbeyk lebbeyke la şerike leke lebbeyk innel’hamde ve’n ni’mete leke ve’l mülk la şerike lek.” İhrama girince hacca gelenlerin dilinde hep bu tesbih: “Buyur Allah’ım buyur işte kapına geldim, buradayım Sen’in eşin ve benzerin yoktur.Bütün hamdler, şükürler yalnızca Sana’dır ve mülk Sen’indir.”
Kâbe’yi görmeden önce bir telaş alıyor insanı. Heyecanla karışık bir korku sarıyor kalbi. Ve Kâbe’yi gördüğüm ilk an… Belki de herkes farklı şeyler hissediyordur ama benim içime bir dinginlik çöktü. İnsanı sakinleştiren, bütün telaşını dindiren bir tesiri var Kâbe’nin. İnsan sadece o ilk andaki duayı kaçırmamak ve doğru duayı yapmak için telaşlanıyor.

Kâbe’nin etrafında fırfır dönüyoruz. Ya Rabbi! Emrine amadeyim, etrafında dolanıyorum, ben Sen’in pervanenim Ya Rabbi… Beni kulluğuna kabul edene kadar… Dualarımı kabul edene kadar… Beni affedene kadar… Burada böyle dönüp duracağım Ya Rabbi… Tekrar tekrar, tekrar tekrar af dileyeceğim… Bıkmadan, usanmadan, muhabbetle- aşkla, ümitle- korkuyla tekrar tekrar döneceğim… Deli-divane gibi… Başımı döndürmeyen, aklımı başıma getiren bir divanelikle döneceğim. O’nun yolundan, davasından dönmeyeceğime söz vere vere döneceğim.

Sa’yı nasıl anlatayım bilmiyorum. Hacersiz sa’y, sa’ysız Hacer anlaşılamaz. Rabbim binlerce yıl önce bir cariyenin, bir siyahî kadının, bir asalet timsalinin, bir sabır ve tevekkül örneğinin, Hz. Hacer’in yaptığı sa’yı bizlere tekrarlatıyor. Rabbim onu hatırlamamızı ve anlamamızı murad ediyor. Kadınıyla erkeğiyle Hacer gibi olmamızı; yani, hayatımız boyunca sa’y-u gayret etmeden hiçbir şey elde edemeyeceğimizi öğretiyor. Nasıl ki Hacer sa’y etti de öyle kavuştu suya; siz de rahmeti ve yardımı öyle elde edeceksiniz diyor. Hatta Hz. Hacer’in telaşla adımlarını sıklaştırdığı yerde, bir kadının sünnetini erkeklere yaptırarak (Hervele: Küçük adımlarla koşma), gayretli bir kadının erkeklere de örnek olacağını anlatıyor. Ey çilekeş Hacer, ey annemiz, o kadar değdi ki sa’yetmene, tevekkül etmene, teslim olmana. Allah gayretinden dolayı seni yüceltti, unutulup gidecek bir cariye olmaktan kurtarıp, unutulmayan ve asırlarca anılan örnek timsali yaptı.

“Hac Arafat’tır” buyurur Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem. Aslında Arafat meydanı kupkuru, renksiz, insanı hiç de etkilemeyen bir ova. Ancak Arefe günü, vakfe saatinde dünyanın en anlamlı mekânına dönüşüyor. Rabbimiz Arafat’ta “dur” diyor. Nasıl ki Kâbe’yi görünce “dön” yani hareket et, her baktığın yerde Allah’ı gör diyor. Arafat’ta da adeta başımızı ellerimizin arasına alıp öylece durup-düşünmemizi, kendimize dönmemizi, kendimizi görmemizi istiyor. Gözlerimizi olanca kuvvetiyle kendimize dikmemizi ve detaylı bir muhasebe yapmamızı öğütlüyor.
Bir hayat muhasebesi yapma, günahlardan arınma, kararlar alma imkânıdır Arafat. Durup kara kara düşünme, düşüne düşüne arınma, hayatında tertemiz bir sayfa açılsın diye kalbin, aklın, ruhun var gücüyle istiğfar etmesidir Arafat.

Tevbenin hücrelere işlemesi, Âdem’in torunu olduğunun ispatıdır Arafat. Vakfe saatinde sanki rahmet yağıyor, sanki her yer melek kaynıyor. İnsanın bütün hataları gözlerinin önünden geçiyor, pişmanlık, pişmanlık, pişmanlık. Gözyaşları günah yığınlarını yıkıyor. Duanın ve istiğfarın sonunda, hüznün yerini sevinç gözyaşları alıyor. Bir Cuma günü, Cuma saatinde, Arefe günü Arafat’ta, cem’u takdim ile birleştirilerek kılınan öğle ve ikindi namazının hemen sonunda yapılan dualar ve istiğfarlar. Bu kadar rahmet dolu bir zamanda rahmetin ve mağfiretin yağmur gibi yağacağını ümit ediyoruz. Ve vakfe tamamlanıyor; tüm hacılar birbirlerini tebrik ediyor, sarılıyor, ağlaşıyorlar.

Arafat’tan sonra Müzdelife yani Meş’ar-ı Haram vakfesi. Arafat’ın vakfesi gündüz, Meş’arın vakfesi ise gece yapılıyor. Rabbimiz gece-gündüz düşünmemizi, şuurlanmamızı murad ediyor. Müzdelife’de, Mina’da atacağımız taşları topluyoruz. Aslında hayatımız boyunca yapmamız gereken bir fiilin provasını yapıyoruz. Ezeli ve ebedi düşmanımız olan şeytanı, ömrümüz boyunca, toplayacağımız taşlarla def edebileceğimiz öğretiliyor. Hacda izdihamın en yoğununu Müzdelife’de yaşıyoruz; Meş’ar sanki mahşer.

Mina’ya yaklaşık 4 saatlik bir yürüyüşten sonra ulaşıyoruz. Yol boyunca insanlar kendilerine ağır gelen yükleri bir bir bırakıyorlar. Yüz binlerce insan bir noktaya doğru adeta akıyor. Cebimizde 70 taşla düşmanımızı taşlamak için sabırsızlanıyoruz. Her bir taşı atarken “Bismillahi Allah-u Ekber Rağmen Lişşeytani Vehızbihi: Şeytan ve hizbi karşısında en büyük olan Allahın adıyla” diyoruz. Rabbimiz, şeytanla olan düşmanlığımızda ortaya koymamız gereken mücadeleyi ete-kemiğe büründürerek gösteriyor, yaşatıyor.

Hac yolculuğu boyunca, insana haccın rükünlerinden çok, cahil insanlarla mücadele meşakkat yaşatıyor. Hacca gelen herkes hacı olmadan hoca kesiliyor. Ve insan, emri bi’l maruf nehyi ani’l münkerin zorluğunu, hacca gelince hoca olduğunu zanneden bu insanlara, bir şeyler anlatmaya çalışırken yaşıyor. Medine’de, Arafat’ta insanların cahillikleriyle verdiğim mücadeleyi ve bu mücadelenin sıkıntısını burada anlatmam mümkün değil.

Her şeye rağmen hac, dünyanın en güzel yolculuğu. Veda tavafında, insan gözleriyle her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyor ve asla unutmamak için çektiği fotoğrafları hafızasına nakşediyor. İçinden nehirlerin geçmediği, yemyeşil vadilerin olmadığı, belki de dünyanın en renksiz şehri olan Mekke, haccın maneviyatıyla insanı kendine çekiyor. Ve bir defa giden tekrar tekrar gitmek istiyor. Her ne kadar gitmeyenler tarafından bu iştiyak anlaşılamasa da, bu durum böyledir. Bir gün gitmeyenler de oraları görürse, bu isteği anlayacaklardır. Rabbim tüm kardeşlerimize bu güzelim ibadeti yaşamayı nasip eylesin. (Âmin)

Rumeysa Sarısaçlı

18 Ağustos 2014 Pazartesi

YAHUDİ KAYBETMEYE MAHKUMDUR




Yahudi Kaybetmeye Mahkumdur

Allah Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki: “Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu!’ diye haber verecektir…”1

Ahir zaman dediğimiz şu çağda, Efendimiz’in hadisi şerifinin tecellisine, bil-fiil şahitlik ediyoruz. Yahudi ve onun avanesi ile mücadelenin, Efendimiz’den sonraki en şiddetli dönemini yaşıyoruz. Evet, Yahudi ile mücadele bizimle başlamadı. Belki daha da eskilere gidip mevzuyu Hz. Musa’dan almak gerekir ama konuyu uzatmamak adına, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem döneminden kısaca bahsedip, günümüze getirmek en doğrusu. Medine döneminde anlaşmalı (Medine Vesikası) olduğumuz Yahudi kabileleri, Efendimiz’e ve içinde bulundukları İslam devletine defalarca hıyanet etmişlerdir. Yapılan anlaşmalara uymama veya kendi teklifleriyle oluşturulan sulhu dahi önce kendileri bozma, Yahudi tıynetinde var olan bir hastalıktır. Bizler, 21.yüzyılın çileli Müslümanları, 700 küsur ayette İsrailoğullarından bahseden Kur’an’ın teşhis ettiği ve adeta adını da koyduğu ‘Yahudilik’ hastalığına birebir şahitlik etmekteyiz. Bu hastalıklı milleti detaylı olarak anlatan Rabbimiz, nasıl mücadele edeceğimizi de detaylı olarak bildirmektedir. Yine Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de bu mücadelenin nasıllığını pratik olarak aldığı kararlarla ortaya koymuştur. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Medine’deki Yahudi kabilelerini tüm entrikalarına, fitne faaliyetlerine rağmen mağlup etmiş ve teslim olmalarını sağlamıştır. (Ben-i Kaynuka- Ben-i Kurayza- Ben-i Nadir ve elbette Hayber Yahudileri…)

Evet, Müslümanların kadim ve azılı düşmanı olan Yahudiyi altetmenin yolu da, hemen her konuda olduğu gibi, elimizdeki en önemli iki kaynağın rehberliğine başvurmaktan geçiyor. Kuran ve sünnet. Ümmet olarak Kur’an’a dört elle sarıldığımızda Yahudinin oyunu bozulacaktır. “Onlar bir tuzak hazırlar, Allah da bir tuzak hazırlar; Allah tuzak hazırlayanların en hayırlısıdır”2 ayetinin de bildirdiği gibi… Bu ayetlerle Kuran, ümmete kurulan tuzakları anlattığı gibi, bu tuzakların yerlerini ve mahiyetlerini göstererek, bu tuzakları altetmenin yollarını da göstermektedir.
Kur’an-ı Kerim Yahudinin Müslümana düşmanlığının ve merhametsizliğinin derecesini ayetleriyle bildiriyor. “İnsanlar arasında inananlara, en şiddetli düşman olarak, Yahudiler ve Allaha eş koşanları bulursun…”3 buyuran Rabbimiz dün de bugün de geçerli olan evrensel ve çağlarüstü bir düşmanlığı çok açık bir dille bildiriyor. Yahudi, geçmişten bu yana Müslümanın BAŞDÜŞMANIDIR. Bu hakikatten yola çıkarak Yahudiden dostluk ve merhamet beklemenin ne kadar beyhude olduğu anlaşılacaktır. Yahudiye hoşgörünüp veya Yahudiyi hoşgörüp, kendi menfaatlerinin bekasını sağlamaya çalışanlar, hiç olmazsa böyle ayetlere bakıp, akıllarını başlarına almalıdırlar. Müslümanlar kimin dost kimin düşman olduğunu karıştırırlarsa, Yahudi vurmaya, biz de ölmeye devam ederiz.

Yahudinin Müslümanlar için en azılı düşman olduğunu anladıktan sonra, düşmanın gücünün ne boyutta olduğunu anlamak zorunluluğu da vardır. Yahudiler Efendimiz döneminde olduğu gibi maddi alanda çok güçlüler, sinsiler, çok yandaşları var… Şu anda her taşın altından bir Yahudi firması veya Yahudi yandaşı zihniyetler çıkmaktadır. Bir fıkra da anlatıldığı gibi… Bir Yahudi bir Müslümana: ‘Siz Müslümanlar her taşın altında bir Yahudi arıyorsunuz’ diyor. Müslüman cevabı yapıştırıyor: ‘Çünkü her taşın altından siz çıkıyorsunuz.’ Hakikaten de hemen her sektörün içinde var olan, siyasetten-ticarete, sanattan-edebiyata, silah sanayinden-tarım sektörüne her dalda oynayan Yahudiler, her alanda Yahudi olmayan toplumları kendilerinin kölesi durumuna getirmek için özel bir çaba sarf etmektedirler. Üstad Bediüzzaman iktisat risalesinde Yahudilerin ekonomide hırs, hile ve riba yöntemleriyle hareket ettiklerinden bahsetmektedir. Aslında Yahudilerdeki hırs ve hile, sadece iktisat alanında değil, her alanda kendini göstermektedir.

Rabbimiz Teâlâ bir ayetinde: “Kendilerine kitap verilenlerden birtakım kimseler, sizi saptırmak ister. Oysa onlar kendilerini saptırırlar da farkına varamazlar.”4 buyurur. İşte Yahudinin her işe elini atmasını sağlayan hırsı, hilesi ve Müslümanlara oynadığı oyunlar onu deşifre etmeye başlamıştır. Ümmet-i Muhammed artık eskisinden çok daha uyanık bir şekilde oynanan birçok oyunun içerisinde Yahudi ve onun yandaşlarının olduğunu sezebiliyor. Tüm bu entrikaları Müslümanlar hatta Müslüman olmayanlar dahi dile getirmeye başladı. Başta rivayet edilen hadisi şerifteki, dağın taşın ‘arkamda Yahudi var’ demesi gibi, dünya âlem ‘bu işte Yahudi parmağı var’ diye haykırıyor. Diğer taraftan da Yahudi’nin çoluk çocuk tanımadan yaptığı zulümler yaşanırken de Müslüman olan-olmayan herkes: ‘Yahudi zalim!’ diye haykırıyor. Bu zulümler her ne kadar çok acı olsa da, ciğerimizi yaksa da tüm dünyada bir uyanışa sebep olmaktadır. Filistin davası ve yaşanılan zulümler, İslam âlemini uyandırmakla beraber, tüm dünyada İslam’a karşı bir ilgi oluşturmaktadır. Bu insanların hepsi Müslüman olmuyor belki ama zulme karşı bir kamuoyu oluşuyor. Bir nev’i Arapların ‘Küfür devam eder ama zulüm devam etmez’ atasözü gerçekleşmeye başlıyor.




Yine Rabbimiz Teâlâ, Yahudilerden bahsettiği ayet-i kerimesinde: “Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah’tan çok sizlersiniz; çünkü onlar anlamayan bir topluluktur”5buyurur. Bu ayetle düşmanımızın en zayıf noktası bize bildiriliyor ki o da: MÜSLÜMAN KORKUSU. YAHUDİ ÇOK KORKAKTIR. ÇOCUKTAN KORKAR; ÖLÜMDEN KORKAR; DÜNYA MENFAATLERİNİN GİTMESİNDEN KORKAR… Sadece dünyası olan Yahudinin kaybedeceği çok şey olduğundan dolayı çok korkak bir yapıya sahiptir. Yahudiyi altedecek olan Müslümanın ise en kuvvetli noktası, İMAN ve CESARETİ olmalıdır. Bu iki yönden güçlenen Müslümanlar, bırakın Yahudi’nin zulmünü önlemeyi dünyadaki bütün zulümleri önlemeyi başaracaklar ve dünyayı değiştireceklerdir. Şu bir gerçektir ki: Cesurlar korkakları yenecektir. Çünkü cesur olanlar ümit ederler, ümitsiz hiçbir insan cesur olamaz. Ümmet olarak ümitvârız ve bundan dolayı Yahudi ve onun yedi sülalesinden korkmuyoruz!




Evet, öyle büyük bir zulüm yaşanıyor ki ümmet olarak ciğerimiz yanıyor. Özellikle ümmetin geleceği olan çocuklara yapılan katliam, hepimizi derinden yaralıyor. Filistin’de bir ay içinde 450 kadar çocuk öldürüldü. Bununla beraber bu bir ay içerisinde Filistin’de doğan çocuk sayısı 4500. Rabbimiz onların katlettiği evlatlarımızın yerine, belki onlardan daha hayırlı, on katı, yeni bir nesil nasib ediyor. Bu durum, yaşanılan bu savaşta Yahudinin yenilmesi ve Müslümana da Allah’ın yardımı değil de nedir? Yine İsrail Filistin’e bir ay içinde 3 bin ton bomba attı. Bu saldırıların sonucunda 1900 müslüman (kadın-çocuk dâhil) şehit edildi. Şayet bu kadar bomba İsrail’e atılsaydı şuan İsrail’den bahsetmiyor olurduk. Bu muhafaza, Allah’ın yardımı değil de nedir? Allah Azze ve Celle’nin görünmez yardımlarını ve desteğini görelim. Görelim de O’na olan imanımızı ve itimadımızı kuvvetlendirelim. Allah’ın yardımı bizimledir. Allah bizimle beraberse Amerika-Avrupa, Yahudi-Hıristiyan, Dünya âlem bize karşı olmuş ne önemi var. Gayretimiz, ihlasımız, imanımız, sabrımız, dualarımız ve bir de arkamızda Rabbimiz ve O’nun görünmez orduları olduktan sonra, Yahudi ve avanesi kaybetmeye mahkûmdur.


1- Müslim, Fiten
2- Âl-i İmran, 54
3- Maide, 82
4- Âl-i İmran, 69
5- Haşr, 13


Rumeysa Sarısaçlı

22 Temmuz 2014 Salı

KUR’AN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM


Kur’an ve Toplumsal Değişim

Ferdî olarak yaşadığımız hayatlar, toplumsal yaşamdan ister istemez etkilenmektedir. Kimileri bu etkilenmişliği asgari düzeyde yaşayıp nisbi zarara girerken, kimileri toplumsal yaşam tarzından hat safhada etkilenerek külliyen zarara girmektedir. Oysa insanoğlunu ‘ahseni takvim’ olarak yaratan Yaratıcımız, onun bu kıvamı daim korumasını istemektedir. İnsanın fıtratını korumasını, hatta kendini manen geliştirmesini Kur’an yoluyla isteyen Rabbimiz, bu korunmayı bozacak her türlü tehlikenin de haberini vermektedir. Adeta bir âlem gibi karmaşık olan insanoğlunun, Kur’an’dan başka bir mürebbi ile terbiye edilmesi, ıslah edilmesi ve de muhafaza edilmesi mümkün değildir. İşte Kur’an-ı Kerim’in insana dair tüm ayetleri, bu muhafazayı ve terbiyeyi gerçekleştirmeyi murad eder. İnsan nefsinin terbiyesi, bu muhahafazada, tartışılmaz en büyük önemi arzetmektedir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim nefsi bozacak unsurları tek tek anlatır. Bunun yanısıra, insanın diğer bir düşmanı olan şeytan da oynadığı oyunlarıyla, kurduğu tuzaklarla ve insanoğlunu bozmaya ettiği yeminlerle ve de kararlılığıyla detaylı olarak anlatılır. İnsanı bozan bir diğer etken vardır ki, o da İslam’ın hâkim olmadığı cahili toplumdur. Bu yazımızda, insanı ister istemez etkileyen toplumun durumundan ve bu toplumun Kur’an ile nasıl değişip, İslam toplumuna dönüşeceğinden kısaca bahsedeceğiz.
Kur’an-ı Kerim Yasin Sures’inde: “(Bu kitap) Aziz ve Rahim olan Allah tarafından ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarasın diye indirilmiştir”buyurur. Bu ayet, Efendimizden önceki Arap toplumunu, ‘uzun süredir Peygamber-kitap görmemiş kavim’ olarak nitelendirir. Bu durum ayetin ifadesiyle, toplumda gafletin ve cehaletin yayılmasına sebep olmuştur. İşte gerek Kur’an’ın bu ifadesinden yola çıkılarak, gerekse de İslam tarihçilerinin o çağı nitelendirmesiyle, o günkü Arap toplumu, ‘cahilî toplum’ olarak isimlendirilir. (Cahili toplum, fertlerin kâfir olduğu toplum değildir; evet kâfirlerden oluşan toplum da cahili toplumdur ancak; İslam Medeniyeti’nin yaşanmadığı her toplum -içinde Müslümanlar yaşasa da- cahili toplumdur… Bu konuda Üstad Seyyid Kutub’u yanlış anlayanlar bilmelidirler ki, Üstad’ın kastı da budur.) Yani uzun süredir İslam nizamından uzaklaşmış ve zamanla toplumsal şuurun kaybedildiği toplumlar, cahili toplumlardır. Böyle toplumlarda uzun süre uyarının, tebliğin, emr-i bil maruf- nehy-i anil münkerin yapılmaması, cehaleti toplumsal alanda yaygınlaştırmış ve derinleştirmiştir. Bugün, içinde yaşadığımız toplumumuzun, geçmişten bugüne yaşadığı negatif değişim süreci de böyle bir süreçtir. İşte toplumsal şuurun tamamen yok olduğu bu toplumları düzeltmenin yolu Kur’an ile mümkün olacaktır. Yukarıdaki ayette de belirtildiği üzere bu Kitap (Kur’an), böyle gafil toplumlar uyarılsın diye gönderilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, toplumun düzelmesinin bir formülü olduğunu bize bildiriyor. Rabbimiz Teâlâ; “Bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir”2 buyurur.
İşte, İMKÂNSIZ ZANNEDİLEN TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE HAYRA TEBDİLİN YOLU BUDUR: EĞİTİM.
Bir İngiliz düşünür, eğitimin toplum üzerindeki etkisini güzel özetlemiştir;“Eğitim görmüş bir halkı bir yöne sevketmek kolay, sürüklemek güçtür; idare etmek kolay, köleleştirmek imkânsızdır” der. Bugün uzunca bir süredir İslamî eğitimden uzak kalmış/bırakılmış toplumumuz, İslamî şuurdan fersah fersah uzaklaşmıştır. Hal böyle olunca toplumumuz, düşünme, akletme, oyunlara-tuzaklara gelmeme yetisini kaybetti. Âdeta bir koyun sürüsü gibi görülen halk kitlesi, üzerinde envai çeşit oyunlar oynanan; siyasi, ekonomik, ahlâkî, ahkamî her konuda savrulan kitleler haline dönüştürüldü. Tüm bu savrulmaların neticesinde topluma, dolayısıyla ümmete olanlar oldu. Muhterem Hocamız bazen hizmet ehli kardeşlerimize, ‘iğne ile kuyu kazmaya var mısınız?’ der. İşte toplumu eğitme zorluğunu göze alarak, toplumsal değişimi gerçekleştirmeye namzet olanlar, iğne ile kuyu kazmaya ‘varım’ diyenlerdir! Bu kardeşlerimiz göreceklerdir ki, böyle zorlu bir eğitim sürecinin sonunda, yani âdeta iğne ile kazdıkları kuyunun sonunda, Rabbimizin rahmet deryasına ulaşıp, toplumu ihya etmeyi başaracaklardır inşallah. Ve göreceklerdir, o rahmet deryasının nasıl fevc fevc/ topyekûn bir ummana dönüştüğünü… İnsan eğitmenin zorluğuna katlanmayarak, kolaycı yollarla toplumu değiştireceğini zannedenler ise, sonu hep hüsranla biten neticelere katlanmak durumunda kalacaklar; zaman kaybına mı, maddiyat kaybına mı, insan kaybına mı, ümit kaybına mı, yanlış yolla hareket etmenin pişmanlığına ve vebaline mi yanacaklarını şaşıracaklardır.
Kur’an-ı Kerim toplumu düzeltmenin bir yolu olarak da, EMR-İ BİL MARUF NEHY-İ ANİL MÜNKER yolunu göstermektedir. Bu yolu bırakan Yahudilerin helakını, Cumartesi yasağını anlattığı kıssasında anlatan Kur’an, aslında tüm çağlara bir mesaj vermektedir: ‘Her kim anlatıp-uyarma görevini bırakır, sadece kendisi yaşar, yaşatmaz ise; madden veya mânen helâke uğramaya mahkûmdur’ mesajı… Aslında bu mesaj, kıyamete kadar yeryüzü toplumunu, Allah’ın gönderdiği toplum nizamını hâkim kılarak düzeltme görevi verilen ümmeti Muhammededir. Bu ümmet maalesef son birkaç yüzyıldır (Muhterem Hocamız’ın ifadesi ile, Ashabı Kehf gibi 300 yıldır uyutulan ümmet) bu görevi yerine getirmeyerek Yahudi ahlâkının en tahripkârıyla ahlâklanmış, bunun sonucunda, madden ve mânen büyük bir yıkım yaşamıştır. Bu yıkımı tersine çevirip, yeryüzü toplumunun yeniden inşa ve ihyasını hedefleyen insanların, tevhidi anlayıp şuurlandıktan sonra, toplumsal şuuru sağlayabilmek için, anlatıp-irşâd etme vazifelerini ihmal etmemeleri gerekmektedir. Yeniden kazandırılması gereken toplumsal şuur, tevhid ile kazandırılır. Aslında toplumsal şuurun kaybedildiği toplumlarda toplumsal huzur da kaybedilmiştir. Tevhidden uzak bir kalple, nefsine köle olan esir toplumlar, bu esaret ile dünya zindanında huzursuz hayatlar yaşamaktadır. İşte bu şekilde manen hastalanan toplumumuza, rahatsızlığını-hastalığını anlatma mecburiyetimiz vardır. Toplum, hastalığını anlayıp kendinden rahatsız olduğunda, meşrû olanı ve huzurun kaynağı olan İslam Medeniyeti’ni talep edecektir. Bir toplum hayrı talep etme kıvamına geldiğinde, artık o toplumda kısa zamanda çok şey değişecektir. İyilik yeryüzünde hakim olsun, tüm insanlığın başının belası olan kötülükler de yeryüzünden defolup gitsin diye toplum topyekun çalışacaktır.
Yine Kur’an-ı Kerim, toplumu düzeltecek olanın, topluluk olarak yani CEMAAT olarak çalışmak olduğunu bildirmektedir.“Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden-kötülükten nehyeden bir TOPLULUK bulunsun”3 buyuran Rabbimiz Teâlâ, böyle bir topluluğun toplumu etkileyeceğini bildiriyor. Hakikaten de karşımızdaki muazzam topluluğu etkileyebilmek, fert olarak o toplumun karşısına çıkmakla mümkün değildir. Muhatap olduğumuz cahilî toplum, büyük ve güçlüdür. Büyük ve güçlü toplulukları fert olan veya zayıf olan gruplar etkileyemez. Bize bu realiteyi bildiren Kur’an, bu reel kanuna göre hareket etmemizi istemektedir. Aksi halde, yani cahilî hayat tarzını yaşayan topluma, İslamî hayat tarzını yaşayan bir topluluğun tesirli olacağı gerçeği unutulduğunda, toplumsal değişim mümkün olamayacaktır. Evet, cahilâne bir hayat tarzını yaşayan bir ferde, İslam’ı yaşayan bir fert etki edebilir; ancak karşımızdaki cahilî topluma, ferdî çalışmaların veya küçük gruplar halinde yapılan çalışmaların tesirli olması imkânsızdır. Bundan dolayı Muhterem Hocamız, ‘güçlü olmak zorundayız’ der. Eğitimce ve sayıca güçlü olmayanların, her türlü gücü elinde bulunduran cahilî toplumu, İslamî topluma tebdil etmesi mümkün değildir. Güçlü bir cemaat derken, bu cemaatin kendi içinde İslam Medeniyeti’ni güçlü bir şekilde yaşamasını da kastediyoruz. Cahilî hayat tarzını iliklerine kadar yaşayan bir topluma alternatif olacak olan topluluğun, kendi medeniyetini kendi içinde de olsa, iliklerine kadar yaşıyor olması elzemdir. Çünkü şu bir gerçektir ki, yaşayanlar yaşayanlara etki edebilir; kendi medeniyetlerini yaşamayanlar, kendi medeniyetlerini yaşayanlara zerre kadar etkili olamazlar. Daim, pratik teoriye galiptir.
Toplumsal değişimi kısa zamanda gerçekleştirmek mümkün olamayacaktır. Çünkü gerek kendi yaşadığımız toplumda, gerekse de dünya-âlemi büyük bir kainat toplumu olarak düşünürsek, çok derin ve yaygın bir bozulmuşluk görülmektedir. Toplumların içinde bulunduğu bu alenî ve hakikî bozulmuşluk durumunu anlatan Üstad Seyyid Kutub, ‘Yoldaki İşaretler’de uzun süredir bozulan toplumun toparlanmasının da uzun süreceğini anlattığı ‘Takdim’ ve ‘Uzun Süren Bir Geçiş Dönemi’ bölümlerinde bu realiteden bahseder. Ve der ki: “Diriliş girişiminin başlamasıyla, yönetimin ele alınması arasındaki mesafenin uzun olduğunu biliyorum. Çünkü İslam ümmetinin varlığı ve görüntüsü uzun süre kaybolmuştur. Cahiliyyeden İslam’a geçişi sağlayacak dönem, uzun bir süreçtir. Bu süreç yolun ortasında, üzerinde buluşulacak bir köprü değil, cahiliye ehlinin İslam’a geçişlerini sağlayacak bir köprüdür. Bütün bu değerlendirmelere rağmen İslamî dirilişin başlamasıyla yönetimi teslim alma arasındaki mesafe ne kadar uzun olursa olsun, İslamî diriliş zorunludur. İslamî dirilişi başlatmak; vazgeçilmesi mümkün olmayan adımdır.” Üstad’ın dediği İslamî dirilişi başlatanlardan olabilmeyi ve bu dirilişin sonucunda toplumsal değişimi görenlerden veya çocuklarının görmesine vesile olanlardan olabilmeyi Rabbim cümlemize nasip eylesin.

1-Yasin/6
2-Enfal/53
3-Al-i İmran/104

Rumeysa Sarısaçlı

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Fetihleri Yaklaştıran Metod

Bugün dünyanın içinde bulunduğu kaosun sebebi olan küfür sistemlerinin gerek insan, gerekse de toplumların

hayat tarzı üzerindeki istilasının farkında olan her mümin, bu istilayı önlemek için bir şeyler yapması gerektiğini anlar. Biz bu mücadelenin önemini Din-i Mübin olan İslam’dan öğreniyoruz. Allah Celle Celaluhu mücadelenin gerekliliğini, ne için mücadele edileceğini, mücadelenin sonundaki hedefi bildirmeden bizi imanımızla baş başa bırakmamıştır. Bunun yanı sıra Erhamü’r-Rahimin olan Allah, bu kutlu mücadelenin yolunu-yöntemini bildirmeden ve bu yolda kendisinin yardım edeceğini de müjdelemeden, bizi mücadelemizle baş başa bırakmamıştır.
Mücadelenin adı, İMAN-KÜFÜR; MEDENİYYET-CAHİLİYYET ve aslında mücadelenin adı FETİH-İŞGAL mücadelesidir. Tüm kâinata hâkim olan Allah’ın egemenliği, insana da hâkim olsun ve insan küfürden imana, bedeviyyetten medeniyete, ruhunu istila eden tüm işgal kuvvetlerinden kurtulup, ‘fethi mübine’ kavuşsun diyedir tüm mücadele.
Allah Celle Celaluhu, tüm zaman ve mekânlara indirdiği kelamında fetihten bahsederek, bizlere hedef gösteriyor; bizden sonuca ulaşmamızı ve fethi gerçekleştirmemizi istiyor. Allah Celle Celaluhu, ahir zamanda Fetih suresiyle, Saff suresiyle, fethi anlatarak, İslam Ümmeti’ne fetih ruhu kazandırıyor. Fethin yakın olduğunu bildirerek bu çağda da mümkün olduğunu müjdeliyor.
Fethi isteyen birçok Müslüman, ‘fetih yakın olsun, her şey bir anda değişsin, dünya hemen dar’ul İslam olsun’ ister. Ancak ümmeti fethe götürecek süreç doğru yönetilmez ise, “fethul karib” değil, “fethul baid” (uzak fetih) veya “fethul muhal” olur. Hepimizin istediği “yakın fethin” gerçekleşmesi, doğru metodla hareket etmedikçe mümkün olmayacaktır.
Derler ki; “insan için en kestirme yol, en iyi bildiği yoldur”. Allah’ın yardımının gelip, fethin gerçekleşmesini sağlayacak yol da, en iyi bilinen yol olacaktır. Fethe götürecek yol, binlerce peygamberin takip ettiği, aslında defalarca tatbik edilmiş, defalarca gidilip – gelinmiş Rabbanî yoldur. Bu yol, tecrübî bir yol olmanın yanı sıra, Allah’ın kendi davasının hâkimiyeti için de belirlediği yegâne yoldur. Allah, ikinci bir yol belirlememiştir. FETHE GÖTÜRECEK BAŞKA BİR YOL YOKTUR! Doğru yol tatbik edilmesine rağmen, fethin elde edilemediği birçok pratik de olmuştur. Bu pratikler, peygamberler dâhil birçok dava insanının yaşadığı bir gerçektir. Yaşanılan bu gerçek, yolun yanlışlığını değil, fethin herkese nasip olmayacağını göstermektedir. Sonucu sağlayacak yegâne yöntem ile çalışmak Allah’ın emridir, sonuç elde etmek ise; Allah’ın nasibidir. Biz görevimizi bilelim, nasibi Allah’a bırakalım.
Maalesef bu bilinen, tecrübe edilen ve Allah’ın emrettiği yolu dikkate almayarak başka yollar uyduranlar veya başka ideoloji ve hayat tarzlarının kendilerini hâkim kılma yöntemlerini benimseyenler bilmelidirler ki, bu yol ve yöntemler fethe çıkmaz. Bunlar hem gayrı fıtrî, hem gayri İslamî, hem de gayrı tabî, yani sunî yollardır. Fethe giden yolu kendilerince belirleyerek kısaltmaya çalışanlar şunu da bilmelidirler ki, kestirme gibi görünen yollar genelde tekin olmayan ve hareketi yanlış menzillere ulaştıran yollardır.
Fethin yaklaşması için, Rabbanî metodun ortaya koyduğu şartlar gerçekleşmek zorundadır. Bu şartlardan bazıları şunlardır:
Rabbanî metodla hareket edenler, TEVHİD SÖYLEMİ İLE İŞE BAŞLAR. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem kelime-i tevhid ile, Allah’ın göklerde, yeryüzünde ve insanın fıtrî yapısında olduğu gibi, iradî hayatta da egemen olmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Dolayısıyla tevhid söylemi, çok dürüst bir söylemdir. Bu dürüst söylemden dolayı, yalan, riya, kandırmaca, sağ gösterip sol vurma bu dinin metodunda yoktur. Ayrıca, Allah’ın egemenliğini savunan tevhid, insanın egemenliğini savunanlar ile Allah’ı karşı karşıya getirmektedir. “Ne bizim dediğimiz olsun, ne sizin dediğiniz olsun, Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olsun” diyen Muhterem Hocamızın, o beliğ ve aklî sözündeki gibi, kâfir müminle değil, Allah ile karşı karşıya getirilmiştir. Çünkü Aziz olan Allah’ın sözünün ve medeniyetinin karşısında, yenilmeyecek söz ve medeniyet yoktur!
Rabbanî metodla hareket edenler, DİNDEN ASLA TAVİZ VERMEZLER. Taviz vererek bir şeyler gerçekleşebilir ancak fetih, asla gerçekleşmez. Bu dinin fethi, bu dinden taviz vererek gerçekleşemez. Taviz fethin mayasına terstir. İşin içine taviz girince bu maya tutmaz. Hudeybiye müsalahasını taviz gibi görerek, Efendimizin Mekke’yi fethetmek için taviz verdiğini söyleyenler, Efendimize büyük bir iftira atmaktadırlar. Hudeybiye’de Müslümanlar için bir zorluk vardır, ancak dinden taviz yoktur. Bugün kendi “hizmet hareketlerinin” zarar görmemesi için veya büyümesi engellenmesin diye dinden hatta akideden taviz verenlerin elde edeceği netice hiçbir zaman, Allah’ın istediği netice, yani fetih olmayacaktır.
Rabbanî metodla hareket edenler, FETHİN FATİHİNİ TANIMADAN VE O’NU ÖRNEK ALMADAN FETHİ GERÇEKLEŞTİREMEZLER. Şu bir gerçektir ki Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, askerî bir deha olmanın yanı sıra planlama, hazırlık, motive etme ve hareketi yönetme hususunda yeryüzünün en başarılı lideridir. Dünya, tüm bu özelliklerinin yanı sıra, mükemmel bir şahsiyetle de karşı karşıyadır. Öyle bir şahsiyet ki, kendisine yıllarca zulmedenlere karşı kalbinde intikam ateşini yakmayan, fetih günü, “bugün af günüdür” diye serzenişte bulunan bir şahsiyet. Bugün de O’nun ortaya koyduğu, Rabbanî metodun pratiği olan ‘Nebevî Hareket Metodu’, ve O’nun asil şahsiyeti, sanki O hayattaymış gibi dimdik ayaktadır.
Rabbanî metodla hareket edenler, CEMAAT HALİNDE ÇALIŞMAK ZORUNDADIRLAR. Fethul Karib’in müjdelendiği Saff Suresinde, cemaat halinde çalışmanın önemi vurgulanarak, hem fethin hem de Allah’ın sevgisinin yolunun buradan geçtiği bildirilmektedir. Rabbimiz Teâlâ “Allah, kendi yolunda kenetlenmiş tuğlalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever”1 buyurarak fethin gerçekleşmesinin olmazsa olmazını, yani cemaat halinde çalışmayı öğütlemektedir. Toplumun kalbini ve hayatını işgal eden güçler, topluluk halinde çalışmaktadır. Dolayısıyla toplumu bu işgalden kurtarıp, fethetmenin yolu, topluluk olmaktan geçmektedir. Bundan dolayı bu metod, bireye göre değil, cemaate göre bir plan ortaya koymaktadır.
Rabbanî metodla hareket edenler, HAREKETİN HANGİ MERHALEDE OLDUĞUNU BİLMELİDİRLER. Henüz güçlü değilken sisteme fiili müdahalede bulunarak sabırsızlık gösterenler, fethi geciktirmeyi veya imkânsız kılmayı göze alanlardır. Oysa Mekke’nin Fatihi Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem Mekke’de on üç yıl boyunca Allah’ın direktifiyle, şirk düzenine fiilen saldırmamıştır. Elbette bu durum, müthiş sabır gerektiren bir durumdur. Yapılan haksızlıklara rağmen, Allah’ın hatırına, davanın hatırına sabretmek fethi müyesser kılacaktır. Çünkü Allah Celle Celaluhu, ‘ sabredenleri müjdele!’ buyurarak, sabırsızların müjdeye nail olmayacağını bildirmektedir.
Rabbanî metodla hareket edenler, FETHİ ÖNLEMEYE ÇALIŞACAK OLAN KÜFÜR GÜÇLERİNE KARŞI DİKKATLİDİRLER. Bizleri adım adım ‘fethul karib’e hazırlayan Saff Suresi, küfür güçlerinin Müslümanların yaşadığı memleketlere gözlerini diktiklerinden bahsederek, bu coğrafyadaki oyunlara dikkat çekmektedir. “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler, hâlbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”2 buyrularak, fetih düşmanı olan işgalcilerin çabalarının beyhude olduğu vurgulanmaktadır. Aslında “fetih; bahardır”. Ancak, Arabın baharı değil, ümmetin baharıdır. Uzun süredir kışı yaşayan bu ümmet için, bahar gelmesin diye sahte baharlar icad edenler bilsinler ki, kim ne yaparsa yapsın, kışın sonu bahardır.
Rabbanî metodla hareket edenler, BEŞERÎ METODLARDAN UZAK DURURLAR. Siyasî veyahut iktisadî güç elde etmek için makamları fethetmeye çalışanlar bilmelidirler ki, ‘gençliği fethetmek’, ‘halkı fethetmek’, ‘kalpleri fethetmek’, makamları fethetmekten çok daha önemlidir. Bu mühim fetihleri gerçekleştirmek, oy toplayarak mümkün değildir. Eğitim faaliyetleriyle, insan yetiştirmek için yıllarca devam edecek çalışmaları göze almayanlar, fethin gerçekleşmemesini göze almaktadırlar.
Kıymetli kardeşlerim, Rabbanî metodun ortaya koyduğu tüm şartları gerçekleştirme çabasına rağmen, bazen fethin önü bir türlü açılmaz. Sabretmek, beklemek, ümitsiz olmamak ve o günün geleceğine itimadımızın tam olması lazımdır. Ya bir şeyler eksiktir veyahut henüz zamanı gelmemiştir. Yaşanılan her bir zorluk, her bir zafer, her bir imtihan bizi fethe bir adım daha yaklaştırır. Mekke’de zorluklara sabredilmeseydi, evi-yuvayı terk-i diyar ettiren hicret çilesi çekilmeseydi, Bedir zaferi yaşanmasaydı, Uhud’da yetmiş şehit verilmeseydi; Mekke’nin fethinin önü açılmazdı. Tüm bu fethe yaklaştıracak kilometre taşları kat edilir ve bir gün gelir o gün milat olur, fetihlerin önü açılır. Allah Celle Celalluhu, Allah’ın davasını, Allah’ın istediği şekilde hâkim kılmaya çalışanlardan taraftır. Ve Allah Celle Celalluhu kimin tarafında ise, o topluluk “fatih topluluk” olacaktır.
“Yiğit düştüğü yerden kalkar” derler. Bu ümmet en son, bu topraklarda yenilerek, ümmet olma vasfını kaybetti. Yine bu topraklardan ayağa kalkacaktır inşallah. 1071’de Malazgirt’te Sultan Alparslan’ın başlattığı fetih ruhu Fatihlerle, Kanunilerle devam etmiş, büyük bir medeniyet kurulmuştur. Aynı ruh bu gün de canlanmaktadır. Kim ne yaparsa yapsın, kim ne derse desin fethin yakın olduğunun müjdesini Allah vermektedir. “SİZE SEVİNECEĞİNİZ BİR ŞEY DAHA VAR: ALLAH’IN YARDIMI VE YAKIN BİR FETİH. MÜ’MİNLERİ BUNUNLA MÜJDELE!”3
NOT: Bu yazıyı, fethi yürekten isteyenler ve hala fetih aşkıyla yananlar için yazdım. Bu yüce idealden vazgeçenler, bu yazının muhatabı değildir.
1. Saff: 4
2. Saff: 8
3. Saff: 13

18 Nisan 2014 Cuma

Alemlere Rahmet Hz. Muhammed






Alemlere Rahmet Hz. Muhammed


‘Rahmet’ kavramı pek çok anlam ihtiva eden, derin ve geniş bir kavramdır. Merhamet, sıcaklık, hayat vermek, diriltmek, ziyadesiyle hayır sahibi olmak gibi manalar, rahmetin sadece birkaç anlamı…

Rahmeti sonsuz Rabbimiz – rahmetiyle- bu ulvî sıfatı, insanların en şereflisi olan Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e de vermektedir. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem için: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”1 buyuran Allah Azze Celle, O’ndaki rahmet sıfatını dünya âleme ilan etmektedir. Bugün O’nun rahmet yönünü sadece görünen tarafıyla, oldukça sathî ve dar bir çerçevede anlatanlar, O’ndaki engin rahmeti görmezden gelerek ümmetin O’nu tanımasına engel olmaktadırlar. O’nu yeterince tanımayan ümmette ise Peygamber sevgisi, olması gereken düzeye ulaşamamaktadır. Bugün ümmetin zâfiyet ve yenilmişliğinde, Efendimizi tanımamaktan kaynaklı bu yetersiz muhabbetin etkisi çok büyüktür.

“Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek olan şeylere çağırdıklarında Allah’a ve Rasulüne icabet edin”2 buyuran Rabbimiz, adeta ölü gibi uyutulan, uyuşturulan ümmetin dirilişinde Efendimiz’in rolünü vurguluyor. Bu ümmet, rahmet peygamberini tanıdıkça, bildikçe ve bu bildikleriyle de amel ettikçe uyanacak, harekete geçecek ve mazlum, mahkûm değil hâkim topluluk olabilecektir. İşte Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, 21. yüzyılda da şahs-ı manevisiyle yaydığı rahmetiyle, Ümmet-i Muhammed’e önderliğini, rehberliğini devam ettirmektedir.

Efendimizin rahmet oluşunu, rahmetinin kapsadığı mevzuları, burada birkaç sayfada anlatmak mümkün değil. Bu kadar geniş bir rahmetin, sadece birkaç yönünü anlatmaya çalışacağız. Getirdiği medeniyet rahmettir

Hz. Ömer der ki: “Cahiliyeyi bilmeyen İslam’ı bilemez.” Cahiliye karanlığının en koyu olduğu şu dönemde, istesek de istemesek de cahiliyeyi biliyoruz; insanı ne hale getirdiğini alenî olarak görüyoruz. İnsan gibi şerefli bir varlığın imânen, ahlâken ve fıtraten nasıl bir varlığa evrildiğine şahitlik ediyoruz. Aslında ‘insan’ denilince, şerefli, akıllı, mükemmel fıtrata sahip, medeniyet timsali bir varlık akla gelir. Oysa insanın insana hükmetmesiyle ortaya çıkan medeniyet, insanın tüm bu özelliklerini, kendi elleriyle mahvetti. Medenî olan varlık, medeniyetsizlikte adeta hayvanları geçti. Müslüman nazarı ile bakıldığında, net bir şekilde görülen bu geriye gidişi durduracak olan, insanı yeniden fıtratına döndürerek medenî bir varlığa dönüştürecek olan, İslam Medeniyeti’dir.

İşte 14 asır önce Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu mükemmel medeniyeti getirdi ve hâkim kıldı. O çağın insanına medeniyetin, insaniyetin, aydınlığın ziyadesini gösterdi. Getirdiği medeniyetin hiçbir esasını kitaplarda, teoride bırakmadı; yaşadı, yaşattı, toplumda tertemiz bir atmosfer oluşturdu.

Ahlâkı Rahmettir
Ve Rabbimiz buyurur: “Muhakkak ki sen en yüce ahlâk üzeresin.”3 Efendimiz’in ahlâkının güzelliğinin derinliğini, enginliğini anlatmak kitaplara sığar mı? O ahlâk ile insanları Din-i İslam’a, Kitab-ı Mübine, Peygamber-i Zîşana hayran bıraktı. O’nu görenler ‘bu ahlâkı nereden edinmiş’ dediler; cevabı O (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) verdi: “Rabbim beni terbiye etti; ne güzel terbiye etti.” Ahlâkının güzelliği bazen tevazusuyla ortaya çıktı. Kendisini görünce tir tir titreyen adama: “Ne korkuyorsun be adam, ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyerek rahatlattı. Bazen, avamca- bedevice davrananlara karşı gösterdiği sabrı ile ortaya çıktı. Hırkasını sertçe çeken ve: ‘Allah’ın sana verdiklerinden bana da ver’ diyen adama tebessümle cevap verdi. Temizliğe, taharete o kadar dikkat etmesine, -hatta bu noktada itinasızlığın kabir azabını getirdiğini- söylemesine rağmen, mescide bevleden adama öfkelenen sahabeye: “Bırakın adamı” diyerek, hoşgörüyü öğretti.

Getirdiği Fıtrî ve Dengeli Hayat Rahmettir
İslam fıtrat dinidir. Fıtratın temayül ettiği şeylerin meşru hali dinde mevcuttur. Meşhur rivayette takva sahibi olmayı, evlenmemek, sürekli oruç tutmak, geceleri uyumadan namaz kılmak gibi algılayan sahabesine; “Ben evlenirim de, geceleri uyurum da, bazen oruç tutar bazen de tutmam” diyerek, ifrâdî bir hayatı reddederek dengeli bir hayatı öğütlemesi rahmettir. Fıtrata uygun yaşantısıyla, İslam dininin yaşanılabilir bir hayatı öngördüğünü bize öğretti. Zihinlerde var olan, insanın doğasına aykırı, gayr-ı fıtrî din anlayışını, insânî ve doğal yaşantısıyla yerle bir etti.
Dünya sevgisinden uzaklaştırması rahmettir

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Ümmetim dünyaya dalarsa İslam’ın heybeti ondan çekilip alınır”4 buyurur. Bütün problemlerin başı denilen dünya sevgisi, bir de heybetimizi aldığından mıdır nedir, hep zulme uğruyoruz. Kâfir güç-kuvvet görmediği gibi heybet de görmüyor; çekinmiyor; pervasızca saldırıyor. Eğer Ümmet-i Muhammed’de bu melun ‘dünya sevgisi’ hastalığı olmasaydı, çalışkan ve güçlü olmanın yanısıra, duruşumuz bile düşmana bir mesaj verecekti. Oysa kalplerin Allah, Rasulullah ve ahiret sevgisinden uzaklaştığı şu çağda, meymenetsiz duruşumuzla tam tersi bir mesaj veriyoruz. Malik bin Nebi’nin, geri kalmış ve sürekli sömürülen ülkeler için söylediği ‘sömürülebilme yeteneği’ kavramı gibi, bu ümmette de ‘öldürülebilme-saldırılabilme yeteneği’ gelişti. Bu yeteneğin (!) gelişmesinde dünya sevgisinin tesiri çok büyüktür. İşte Rahmet Peygamberi Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, öldürülmeyelim, zulme uğramayalım, duruşumuzla da kâfire cesaret vermeyelim diye, dünya sevgisi hastalığına düşmememiz konusunda bizi uyarıyor.

Çabası, Çilesi, Çalışkanlığı Rahmettir

Bir insan hiç pes etmez mi, hiç ye’se kapılmaz mı, hiç yoruldum, işimi biraz azaltsam, biraz da rahatıma baksam, biraz da çoluğuma-çocuğuma dalsam demez mi? Demedi! Asla ve kat’a demedi! Şu çağda ümmette olan en büyük hastalıklardan, tembellik illetinin zerresine O’nun hayatında rastlanmadı. Hatta şunu diyebiliriz: O’nun çabası, Allah Azze ve Celle’nin O’ndan istediğinin üzerindeydi. Görevini ziyadesiyle yapmış bir Peygamber. Davasını insanlara ulaştırmada o kadar çok sabır ve sebat gösterdi ki, böyle bir sebat dünya üzerinde görülmedi.

Mesela Taif… Aaah Taif… Sadece Taif’i, sadece Taif’teki çaba ve çilesini idrak etsek yeter. Taif’i anladığımızda, neden O’nun Hz. Ömer’e: “Ey Ömer beni kendi nefsinden de çok sevmedikçe olmaz” dediğini, neden O’nu herkesten, her şeyden, hatta kendimizden de çok sevmemiz gerektiğini anlarız. Müslüman O’nun, davası için- ümmeti için çektiği çileyi, gösterdiği çabayı gördüğünde canı yürekten şunu der: “Ben, beni benden daha çok seveni, benim için benden daha çok çile çekeni kendimden daha çok severim!”

Örnekliği Rahmettir

İnsan fıtratında, bir işi yaparken veya bir zorluğu yaşarken, örnek bir insana ihtiyaç duyma vardır. İnsanın bu yönünü en iyi bilen Allah Azze ve Celle, her yönüyle örnek bir peygamber gönderdi. İmanı, teslimiyeti, ahlâkı, ibadeti, yaşadığı acılarda sabrı, sebatı örnek… Hanımlarıyla, çocuklarıyla, ailesiyle örnek… Arkadaşlığı, akrabalığı, komşuluğu örnek… Devlet başkanlığı, komutanlığı, adaleti, öğretmenliği örnek… Takvası, tavizsizliği, ihlâsı, cömertliği örnek… Konuşması, yürümesi, gülümsemesi, öfkesi örnek… Allah’a olan aşkı, bağlılığı, itaati, itimadı örnek… Hâsılı kelam, hayatı örnek bir ‘usve-i hasene…’

Ümmetine Düşkünlüğü, Muhabbeti, Merhameti Rahmettir

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurur ki: “Benimle sizin misaliniz ateş yakan bir adamın misaline benzer. Adam, pervane ve kelebekler ateşe düşmeye başlayınca, onları engellemeye çalışır. İşte ben de size, ateşten kaçın! Kaçın! diyorum. Siz hâlâ ateşe doğru koşuyorsunuz.”5 Aslında ateşin büyüğü de, harlısı da bu çağda. Ve Efendimiz yine ateşin başında, ‘kaçın-kaçın’ nidalarıyla haykırıyor. İnsanlara adeta ‘bu yanan nur değildir; nardır, bu dünyanın parlaklığı nur değildir; nardır’ diye diye haykırıyor. Dinleyen kim? Anlayan kim? Çağın yangınından payını alarak, yana yana koşanlarla dolu dünya. O’nun rahmet nazarına zerre sahip olan Müslüman, ateşten payını alıp koşuşturanlarla dolu dünyayı görür ve O Mübarek Peygamberi gibi ateşin başında; kaçın! Kaçın! der durur. İşte şu yangın yerine dönen dünyada, yanarak koşanları durdurmaya, söndürmeye çalışan birilerine ihtiyaç var… Efendimiz’in misyonunu yüklenmiş, insanları yanmaktan koruyan, yananı da söndürmeye çalışan birileri…

İşte o fedakâr birilerinin, münkeri değiştirmek için müdahale eden mübarek elleri de yanacaktır belki de. Olsun, ne olur ki biraz yansak? Bir insan kurtulacak, az bir şey mi? Bir insan, koca bir insan… Kendini düşün, senin hayatın başkasına göre bir hayat, sen onlara göre bir insansın; ama sana göre sen bir âlem gibisin. Hani derler ya ‘bir insan bir dünyadır.’ Rabbin de sana öyle bakıyor: “… Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir…”6 ayetiyle insana, ‘dünya-âlem’ deniliyor. Davetçi de, bir insanı münkerden nehyederken, adeta bir dünya insanı kurtardığının farkında olmalı. Efendim… Âleme rahmet… Âlem hükmündeki her bir insana rahmet… Bugün Ümmet-i Muhammed’in coğrafyası da, imanı da, yüreği de yangın yeri. Yangın hem yaygın hem derin; yangın hem içten, hem dıştan. Allah Azze ve Celle buyurur: “İçinizden öyle bir Rasul gönderdik ki, sizin sıkıntıya düşmeniz O’nun çok ağırına gider…”7 Ümmet sıkıntılıdır, mazlumdur, yanmaktadır ve ümmetin bu halinden dolayı Efendimiz’in ruhu da hüzünlüdür.

Eğitimci Yönü Rahmettir

O’nun ümmetin öğretmeni olması, bir duanın da vesilesiyledir. Efendimizin atası Hz.İbrahim Aleyhisselam Kabe’nin duvarlarını yükseltirken, oğlu İsmail ile beraber bir dua ettiler: “Rabbimiz, onların içlerinden öyle bir peygamber gönder ki onlara ayetler okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın…”8 Efendimiz’in mükemmel eğitimciliği rahmettir. Her şeyi o kadar net, pratik ve detaylı öğretti ki, anlamamak, öğrenmemek, adeta mümkün olmadı. Hz. Aişe validemiz O’nun konuşmasının ezberlenebileceğini, önemli konuları üç defa tekrar ettiğini anlatır… Bir de Efendimiz’in eğitiminde şümullülüğün, yani çok yönlü eğitimin esas olduğunu görüyoruz. Kalbin ıslahından, güzel ahlâkın yerleştirilmesine, ibadetlerin şeklinden huşusuna, ihlâsına hatta lezzetine varıncaya kadar. Nefisle mücadelenin çetrefilli yollarından, şeytanla mücadele yöntemine, kardeşliği korumanın yollarına kadar… Her şeyi öğretti, talebelerini adeta oya gibi işledi; her birini ‘yıldız’ niteliğinde insanlar olarak yetiştirdi.

Ümmetinin Rahmet Oluşu

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurur: “Meselü’l ümmetî kemeselü’l matar…” “Ümmetim yağmur gibidir; başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez.”9 Bu yağmurun başının rahmet olduğu bellidir de, hadisten anlıyoruz ki sonu da rahmet. Yağmur gibi, yağdığı yere, yağdığı çağa rahmet getiren bir ümmet. ‘Matar;’ yağmur çeşitlerinden, ‘sağanak halinde yağan, ekine-nebata faydalı bol yağmur’ demekmiş. Ümmet-i Muhammed’in sonu hükmündeki bu çağın müslümanları, kışın sonundaki en faydalı yağmur gibi insanlığa faydalar getirecektir. Yüreklerin, hayatların çoraklaştığı, çölleştiği şu çağda, insanlık ne kadar da muhtaçtır bu rahmet yağmurlarına. O yağmurlar bir yağmaya başlasın, işte o zaman bu ümmetin faydası, sadece kendine değil tüm insanlığa olacaktır. (İnşaallah)

Bazı kavramlar vardır ki insana umut verir, mutluluk verir, muhabbet verir; sahibine de azâmet verir. Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderilmesi de ümidimizi ve O’na olan muhabbet ve hürmetimizi arttırıyor. Müslüman, O’nun çağlar ötesi rahmetini, 21. yüzyılda da derinden hissediyor…
Hani Şair diyor ya: “Ya Rasulallah, Sen hâlâ kırk yaşındasın. Ve hâlâ ümmetinin başındasın…”




1- Enbiya 107
2- Enfal 24
3- Kalem 4
4- Tirmizi
5- Müslim
6- Tevbe 128
7- Maide 32
8- Bakara 129
9- Tirmizi, Ebu Davud

8 Mart 2014 Cumartesi

Bağlılığın Göstergeleri

  Bağlılığın Göstergeleri 

Kur’an-ı Kerim’de bağlılık kavramı çok özel ve özlü bir kelime olan,“i’tisam” kelimesiyle ifade edilmiştir. Her konuda mûcizu’l-beyan (insanı aciz bırakan) olan Kur’an, özellikle önemli konularda kullandığı özlü lafızlarla da insanoğluna konuyu derinlemesine ve hikmetli bir şekilde anlatarak, Lafzatullah olduğunu tekrar tekrar ortaya koymaktadır. Bağlılık konusunu “i’tisam” kelimesi ile anlatan Kur’an, bağlılığın ne derecede olması gerektiğini tek bir kelimeyle harika bir şekilde ifade etmektedir. “İ’tisam;” bağlanmak, sarılmak, yapışmak, sığınmak, güvenmek, dayanmak gibi manalara gelerek, çok özel ve yüksek bir bağlılık kavramından bahsediyor. Bu kavramın bu derin manası aynı zamanda, bu davaya sadece tutunmanın veya davayı el ucu ile tutmanın gerçek bağlılık olmadığını da ilan ediyor.
Kişideki bağlılık duygusunun yönlendirilmesi gereken öncelikli mercii, Allah Azze ve Celle’dir. Rabbimiz Teâlâ; “Kim Allah’a bağlanırsa (i’tisam) kesinlikle dosdoğru bir yola iletilmiştir”1 buyurarak, Allah’a bağlılığın insanı dosdoğru yola sevk edeceğini bildirmektedir. Aslında insan her neye bağlanırsa, o bağlandığı şey o kişiyi belli bir yola sevk eder. Doğru yolun doğru yolcusu olmak ise, ancak Allah’a bağlanmakla mümkün olacaktır. Şu bir gerçektir ki; bu yolda bağlandığımız her bir hakikat, Allah’a olan bağlılığımızı kuvvetlendirecektir. Dolayısıyla bu yolda, i’tisam-ı bissunne (sünnete bağlılık), i’tisam-ı bil Kur’an (Kur’an’a bağlılık) ve i’tisam-ı bil-ulema (âlimlere bağlılık) kişiyi, i’tisam-ı billâh (Allah’a bağlılık) noktasında kuvvetlendirecektir.
Bağlılık, soyut bir kavramdır. Bu nedenle kişide bu kavramın kuvvetini anlamak ancak kişilerdeki semptomlara (belirti, gösterge) bakarak mümkün olacaktır. Genel olarak bağlılığın dört göstergesi vardır:“İTAAT, İTİMAT, İTTİBA ve MUHABBET.”
İTAAT
Dava adamı açısından bağlılığın en önemli göstergelerinden olan itaat, Kur’an’da;  “Allah’a, Peygambere ve Ulu’l Emr’e itaat”2 şeklinde geçmektedir. Dolayısıyla bu üç merciye olan itaat, kişinin bağlılığının ciddi bir göstergesi olacaktır. Ancak Kur’an, kişiden istenen itaatin rastgele, kuru kuru ve zoraki bir itaat olmadığını (gönülden boyun eğenler ifadeleriyle…) açıkça ifade etmektedir.
İTİMAT
Bağlılığın bir diğer göstergesi olan itimat ise; belki de günümüz dava adamının en çok üzerinde durması, düşünmesi ve hissetmesi gereken bir kavramdır. Kişinin Rabbine olan bağlılığı, O’nun ahlâkına, ahkâmına, gönderdiği hayat tarzına itimat etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Rabbimiz Teâlâ Âl-i İmran Suresi 103. ayetinde,“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” buyuruyor. Ayette geçen “Hablullah” yani “Allah’ın ipi” kavramını Mevdudi,‘Allah’ın belirlediği hayat tarzı’ olarak tefsir etmektedir. Ayrıca En’am Suresi 157. ayette Rabbimiz; “Allah’tan bir beyyine (Kur’an ), hidayet ve rahmet gelir” buyuruyor. Her iki ayetin verdiği mesaj şudur ki; dava adamı, Allah’ın ipi olan Kur’anî hayat tarzına itimat ederek bu dünya kuyusuna inmelidir ki, o ip onu dünyada hidayete yani dosdoğru yola, ahirette ise rahmete kavuştursun. Derler ki;  “Zaman en iyi müfessirdir.” Ancak zamandan daha iyi bir müfessir vardır ki, o da ‘hikmettir’ yani zaman geçmeden hakikatin haklılığını görebilmek. Aslında, hikmetten de iyi bir müfessir vardır, o da itimattır. Dava adamı için zamanın, Kur’an’ın ve onun belirlediği hayat tarzının haklılığını ortaya koymasına gerek yoktur. Kur’an bir meselede hüküm koymuş ise, o hükmün hikmeti, doğruluğu, haklılığı, hakkaniyeti bugün ortaya çıkmamışsa da Kur’an haklıdır;‘çünkü benim Kur’an’a itimadım tamdır’ diyebilmelidir.
Nasıl ki Kur’an’a itimat Allah’a bağlılığı oluşturur ve kuvvetlendirirse, Kur’an mütehassısı olan Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e itimat da kişinin Kur’an’a dolayısıyla da Allah’a bağlılığını kuvvetlendirecektir.
İslam’a, Kur’an’a itimatı tam olan kişi geri dönmek zorunda kalmadan, yanılmadan, adım adım bu yolda ilerleyecek ve davasını da aynı yolda ilerletecektir.
İTTİBA
Yine ittiba da bağlılığın olmazsa olmaz göstergelerindendir. Kişi Allah’a ve Rasulü’ne tâbi olmaz ise bu yolda sağlam kalamaz. Dini Peygamberler yolu ile insanlara gönderen ve öğreten Allah Azze ve Celle, Peygamberlere dahi hocalar göndermiştir. Hocaların hocası olan Hz. Peygamber’e Cibril’i hoca olarak gönderen Allah, Hz. Musa’ya ise, hem Cibril’i hem de Hızır Aleyhisselam’ı hoca olarak göndermiştir.
İttibanın önemini en iyi bilen kişi, ittiba etmeyen bir ümmetle uğraşan Hz. Musa Aleyhisselam’dır belki de. Bundan dolayı kendisine Hızır Aleyhisselam hoca olarak tayin edildiğinde ona diyor ki: “Sana öğretilen rüşdü bana öğretmen karşılığında sana ittiba edeyim mi (tâbi olayım mı)?”3 Âlimlerimiz derler ki; ‘Aslında Hızır Aleyhisselam zaten bu ilmi öğretmekle yükümlüydü, ittibaya gerek yoktu.’ Biz de deriz ki; evet belki gerek yok gibi ama Musa Aleyhisselam biliyordu ki bağlanmadan, tâbi olmadan kişinin, eğitimde ve dava yolunda uzun soluklu olması zordur. Bunu çok iyi bilen Musa Aleyhisselam, bize bir şey öğretti; rüşde ulaşmak, davada olgunlaşmak ve bu olgunlukla ayağı yere sağlam basan dava eri olarak yolun sonuna kadar sağlam kalabilmek, demek ki ittiba ile mümkünmüş. Bu kutlu ve zorlu yolu, yarı yolda dökülenlerle ve “işittik isyan ettik” diyenlerle kat etmeye çalışan çileli Peygamber Hz. Musa, bize sağlam olabilmenin kestirme yolunu öğretiyor. Dolayısıyla insan ilmen veyahut kişilik olarak çok kuvvetli bir insan olmasa da eğer davanın önderlerine tâbi olur, sıkı sıkı bağlanırsa, bu yolda ayağı kayanlardan olmayacaktır.
MUHABBET
Soyut olan bağlılık kavramının belki de tek soyut göstergesi muhabbettir. Mutasavvıfların bazılarına göre‘muhabbet’ kelimesi; sebat manasındadır. Araplar deve bir yere çöküp oradan kalkmadığı zaman “Ehabbe’l bağir” derlermiş. Yani kişi bir şeye muhabbet duyduğu zaman, ondan ayrılıp kopamaz. Muhabbetin de başlangıcı ve başı Muhabbetullah’tır. Bir dava erinde muhabbetullah oluşmuş ise; o dava erinin Allah’ın davasında sebat etmeyip, o davadan ayrılması mümkün değildir. Dolayısıyla muhabbet noktasında Rabbine ve davasına bağlı olmayan kişi, o davanın hâkimiyetini sağlamaya çalışan cemaate de kuvvetli bir bağ ile bağlanamayacaktır. Bu zayıflık da kişiyi zamanla gayretsizleştirecek ve kopmak için bahaneler arayan bir insan haline getirecektir.
Hâsılı kelam, bağlılık duygusu dava adamında yerleşmez ise o dava adamının gayretli, istekli, sağlam ve uzun soluklu olabilmesi mümkün değildir. Bunun yerleşmesi de güçlü bir iman, ihlâslı ve mutmain bir kalp ile olacaktır. Aksi takdirde sadece sözde bağlananlar, gönül bağını kuramayanlar, bir söz ile bağlandığı gibi bir söz ile de kopacaktır davasından. Rabbim davamıza karşı gönül bağımızı kuvvetlendirsin.
1- Âl-i İmran, 101
2- Nisa, 59
3-  Kehf, 66